Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Öykü: Kırmızı Gerdanlık

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Esra Gürel Şen
Esra Gürel Şen
1959 Yılında Kütahya’da dünyaya geldim. İlk, Orta ve Lise öğrenimimi aynı şehirde tamamladım. Üniversiteyi şu anda Anadolu Üniversitesi olan Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi Kütahya Yönetim Bilimleri Fakültesinde okuyarak 1981 yılında bu okuldan mezun oldum. Yirmi yıllık devlet memuriyeti görevimi 2004 yılında emekli olarak tamamladım. Emeklilik sonrası hiç ara vermeden Kosgeb’ te uzman ve çeşitli özel şirketlerde Kalite Yönetim Temsilcisi olarak çalıştım. 2017 yılının Ekim ayında çalışma hayatımı noktalandırdım. Ankara’da ikamet ediyorum, evliyim ve iki kız çocuğum var. Kendimi bildim bileli okumak ve yazmak benim için vazgeçilmez bir uğraş oldu. Şiirlerle başladığım yazı macerama öykülerle devam ettim. Polisiye öyküler yazmayı özellikle çok seviyorum. Son olarak bir ailenin çatısı altında toplanmış kadınlarının 1890’lı yıllardan 2000’li yıllara uzanan hayat maceralarını içeren bir roman tamamladım. Zaman zaman yazdığım öyküler çeşitli internet sitelerinde yayınlandı ancak benim de arzum elbette yazdığım öykü ve romanların kitap halinde okuyuculara ulaşması. Bundan sonra da ömrüm yettiği sürece okumaya, yazamaya ve üretmeye devam edeceğim.

KEHRİBARZADE KONAĞI

Bahçıvan Abdül, bir aydır plan yapıyordu. Yanlışlıkla Hanımın en sevdiği has gülleri kuruttu diye Beyefendiden kırbaç yediği o günden beri içine bir kin oturmuştu. Bu yediği ilk dayak değildi ama bunun o her zaman seve seve hizmet ettiği, içten içe hayran olduğu Safinaz Hanım’ın şikayetiyle olması canını kırbacın darbelerinden daha çok yakmıştı. Oysa onun için neler yapmamıştı ki Abdül; Rüstem Bey’e içirsin de adamı uyutsun diye kediotu ile çarkıfeleği ezip uyku ilacı mı hazırlamamıştı, gizlice evden çıkarıp Mülazım Devran’ın evine mi götürmemişti, sabaha kadar nöbet bekleyip sabah ezanı okunmadan gizlice geri mi getirmemişti daha neler neler. Hem de ne karşılığında? Bir gülücük ya da yanağa kondurulan bir buse için. Şimdi gidip bunları beyefendiye anlatamıyordu da. O da en az Hanım kadar suçluydu çünkü. Karısının başka bir adamla buluşmasına çanak tuttuğunu bilse öldürürdü Bey onu valla. Fakat yediği dayak aklından çıkmıyor kocası olacak boynuzlu ona vururken o yeşil gözlü aşüftenin, “Oh olsun!” der gibi kafasını sallaması gözünün önünden gitmiyordu. Her gece konağın bahçesindeki küçük bahçıvan kulübesinin önünde kendi elleriyle yaptığı sedirin üzerine uzanıp yıldızlara bakarak intikam planları yapıyordu. Henüz hiç birini uygulamaya değecek kadar beğenmemişti ama o gece nedense daha bir sakin kafayla düşünebiliyordu. Yıldızlardan bir tanesi diğerlerine göre daha çok parlıyordu. Dikkatini çekti Abdül’ün elmas gibi pırıl pırıldı yıldız. Birden yattığı yerden doğruldu. Kafasını kaldırıp parlak yıldıza tekrar baktı. Ellerini dizlerine vurarak yüksek sesle gülmeye başladı.

“Tabii ya! Nasıl düşünemedim ben bunu? Hem Beyi hem Hanımı tam ciğerlerinden vuracak şeyi biliyorum. Hay, sen sağ olasın parlak yıldız.”

Ne yapacağını bulmuştu ama nasıl yapacağını henüz bulamamıştı. Karar vermeye çalışırken hep yaptığı gibi ikide bir kafasındaki takkeyi çıkarıp kel kafasını kaşıyordu. Kocaman kafasında çocukluğunda bile çok saçı yoktu. Şimdi hiç kalmamıştı. Ama bıyıkları öyle mi ya? Allah saçına vermediğini bıyığına sakalına vermişti sanki. O da pala bıyıklarıyla sakalını birleştirmiş kafasında olmayan kılları yüzüne doldurmuştu. Hem kafasını hem sakalını kaşıdı, gözlerinde o güne kadar bilinmeyen bir şeyi icat etmiş bir mucidin bakışları vardı. Ağzı şeytansı bir sırıtışla yayıldı bıyıkları ve sakalı bu yayılışla neredeyse kulaklarını doldurdu. Kulaklarını kaşıyarak eve girdi köşedeki toprak çuvallarının arasında sakladığı şarap şişesini çıkardı kapının önüne oturup içmeye başladı. Keyiflenmişti, bir müddet sonra bir Rumeli türküsü söyleyip oynadı bile, “Bir evler yaptırdım more Ramizem, sazdan samandan.

Önce yarın akşam yaparım diye düşünmüştü ancak şarabın da etkisiyle gelen cesaret, “Neden bu gece olmasın?” dedirtiyordu ona.

“Kırmızı kadife kese olacak,” dedi kendi kendine. Rüstem Bey’in onu Safinaz Hanım’a verdiği günü dün gibi hatırlıyordu. Büyükhanım’ın odasındaki çiçek saksılarının topraklarını değiştiriyordu o gün. Saksının birinin işini bitirip diğerini almak için sürekli eve girip çıkıyordu ki; onun varlığından haberdar olmayan Rüstem Bey haremliğin oturma odasında iyi saklamasını tembih ederek vermişti karısına büyük kırmızı keseyi. Kadının merakla içinden çıkartıp baktığı mücevher Abdül’ün belki de hayatında gördüğü en güzel şeydi. Safinaz Hanım da çok beğenmiş olmalıydı ki sarılıvermişti kocasının boynuna. Karı kocanın bu mahrem anlarında izlendiklerini belli etmemek için nefes bile almamıştı Abdül. Büyükhanımın odasında beklemiş onlar aşağıya indikten sonra çıkmıştı evden.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Konak karşısında gri bir siluet halinde yükseliyor üç katının üçünde de hiç ışık görünmüyordu.  Bahçeyi de konağı da avucunun içi gibi bildiğinden ışığa ihtiyacı yoktu. Kedi gibiydi bahçeye dadanan porsukları yakalamak için çocukluktan alışmıştı karanlıkta görmeye. Hızlı ama sessiz adımlarla küçük mahzen kapısına yöneldi. İçeriden kilitli olurdu bu kapı ama kilit o kadar eskiydi ki Abdül’ün iki zorlamasıyla açılıverdi. Bu işte ustaydı. Hanımı gizlice hep bu kapıdan çıkarırdı dışarıya. Basık tavanlı mahzenin küf kokan karanlığını hızlı adımlarla geçti. Biraz sonra taşlıktaydı. Arkasında çamurlu izler bırakmamak için çarıklarını mahzende bıraktı. Yün çoraplarının sessizliğinde hızla merdivenleri tırmandı. Birinci kata yani konağın giriş katına ulaştığında etrafı dinledi. Ne hizmetkarların odalarından ne de mutfaktan ses geliyordu. Sofanın ortasında sağdaki selamlığa, soldaki haremliğe uzanan merdivenlerden haremliğe gideni hiç tereddütsüz çıktı. İkinci kata geldiğinde derin bir soluk aldı. Evin en mahrem bölgesindeydi artık. Beyefendinin yatak odası ile Hanımın yatak odası yan yanaydı. Bu katta bir banyoluk ile genişçe bir sofadan başka ilave bir oda yoktu. Çocuklarla, Büyükhanım’ın odaları ile hanımların oturma odası bir üst kattaydı. Eve gelen hanım misafirler burada ağırlanır mevsim yazsa odanın, bahçeye bakan kafeslerle dışarıya kapatılmış büyük balkonunda vakit geçirirlerdi. Çocukların, “İçeride umacı var!” diye korkutulduğu sandık odası ise çatı arasındaydı. Birinin aniden uyanması tehlikesine karşı yukarıdaki odalardan gelen sesleri dinleyen Abdül sessizlik karşısında rahatladı. Gündüz vakti çocukların sesleri ile şakıyan konak, ay ışığının da etkisiyle duvarlarından gelen çıtırtılar kadar efsunlu görünüyordu. Beyefendi’nin uyanmasından korkmuyordu çünkü nasıl olsa Safinaz Hanım ona yine o çaylardan içirmiş olmalıydı. Fosur fosur uyuyordu adam. Derin bir nefes aldı kalp atışları hızlanmıştı. Diğer zamanlarda kapısının önünden dahi geçemeyeceği Hanımın yatak odasının önünde bir an durdu. Sonra kararlı bir hareketle kulpu çevirdi birkaç saniye içinde odadaydı. Büyük yatak odasının ortasında kocaman bir karyolada uyuyordu Hanım.

Düzenli hatta biraz hırıltılı nefes sesleri odayı dolduruyordu. Kalın perdelerin ardından belli belirsiz sızan ay ışığında odaya hızlıca bir göz attı Abdül. Nerede olabilir diye düşündü. Karyolanın baş ucuna küçük bir komodin, yatağın diğer tarafına altı çekmeceli bir konsol konulmuştu. Karşıdaki duvarda bir yüklük, pencerenin yanında ise aynalı bir dolap vardı. Üzeri Hanımın süsleri, kokuları, tarakları ile doluydu. Kadının üzerinden çıkardığı elbise aynalı dolabın önündeki pufun üzerine atılıvermişti. Elini uzattı elbisenin üzerindeki küçük şalı alıp burnuna götürdü kadının leylak kokusunu içine çekti, kadına baktı. İçinden gidip koynuna girivermek geldi ama yapamazdı elbette, başka işleri vardı. Nefsine hâkim oldu. Sessiz olmaya dikkat ederek aynalı dolabın çekmecelerini açtı fakat bunlar çok küçüktü, onun aradığı büyük kırmızı bir keseydi buraya sığmazdı. Konsola geçti kadının dantelli, ipek çamaşırlarını okşayarak karıştırdı burada da yoktu. İnşallah Beyefendi’nin odasında değildir diye düşünerek çaresiz kadının yatağının yanındaki komodinin önüne diz çöktü. Kadının yüzü ona o kadar yakındı ki nefesi neredeyse yüzünü yalıyordu. Ses çıkarmamaya gayret ederek komodinin kapağını açmaya çalıştı. Hay Allah kilitliydi. İşte bunu hiç hesap etmemişti. Kuşağından küçük çakısını çıkardı kilidi biraz kanırttı. Safinaz Hanım’ın düzenli nefes sesi kesildi. Korkuyla bekledi Abdül, kadının uyumaya devam ettiğinden emin olunca çakının ucunu dolabın arasından sokup kilidin dilini itti, “Tık,” diye bir ses duyuldu ve açılıverdi kapak. Açar açmaz da bağırmamak için eliyle ağzını kapattı. Kırmızı kadife kese dolabın tam ortasında diğer başka keselerin arasında duruyordu. Bir de kapaklı hasır sepet vardı. Kilidi bu kadar çabuk açabildiğine kendi de şaşırmıştı.  Sevinçli bir hevesle kuşağını açtı dökülmeyecek şekilde keselerin hepsini ve hasır sepette yıldızlar gibi ışıldayan mücevherleri içine doldurdu, tekrar sımsıkı bağladı. Kırmızı keseyi kuşağına koymadı emin olmak istiyordu. Heyecandan tedbiri unutmuştu. Keseyi açtı kesenin püskülündeki boncuklar şıkırdadı kadın yatakta kıpırdandı fark etmedi bile Abdül. Onun gözü keseden çıkan muhteşem gerdanlıktaydı. Eline aldı lale formu verilmiş yakutlar, yaprak gibi duran zümrütler ve aralarındaki pırlanta tomurcuklar solgun ay ışığında belli belirsiz parladı. Diz çöktüğü yerden doğruldu tam kapıya doğru bir hamle yapıyordu ki kadın çığlık attı.

“Kimsin sen?  İmdat! Yetişin hırsız var!”

Yatağın üstüne panter gibi atladı Abdül. Oturur vaziyetteki korkmuş kadını altına aldı eski pehlivanlık günlerinden kalma bir alışkanlıkla boynunu koltuğuna kıstırıp yüzünü yastığa gömdü. Bütün bunlar o kadar kısa bir zaman dilimi içinde olmuştu ki kendisi bile tam algılayamadan tamamen refleksle kadını altına alıvermişti. Zavallı Safinaz Hanım altında çırpınıyor ama sesi çıkmıyordu. Kadını yatağa bastırmaya devam ederek etrafı dinledi. Hiç ses yoktu demek ki kimse duymamıştı. Bir an düşündü ve artık duramayacağını fark etti. Durmak demek yakalanmak demekti. Ne pahasına olursa olsun yakalanmayacaktı. Bastırmaya devam etti. Ne kadar geçtiğini bilmiyordu ama Hanımın artık hareket etmediğini fark edince kolunu gevşetti, öldürdüğünü biliyordu. Yüzüne bakmamaya çalışarak yorganı üstüne örttü. Boğazına yükselen kusmuğunu yuttu, kel kafasına bir şaplak indirip, “Hadi…” dedi kendine. O karmaşada fırlattığı keseyi yerden aldı iri cüssesinden beklenmeyecek kadar minik ve seri adımlarla odadan çıkıp hızla merdivenleri indi çarıklarını ayağına takıp mahzen kapısını kapattı, kulübesine gitti. Nefes nefese kalmıştı. Sedire oturdu kenarda duran şişeyi alıp şarabın kalanını kafasına dikti. Günün ilk ışıkları dünyayı aydınlatırken çaldığı mücevherleri kirli bir bez parçasına sarıp, kuruttuğu için dayak yediği has güllerin dibine gömdü.

Kuşluk vakti konak, bir türlü uyanmayan Hanımını uyandırmak için odasına giren oda hizmetçisi Fidan’ın çığlıkları ile sarsıldı. Kısa zamanda facia anlaşıldı. Beyefendi’nin haykırışları, çocukların ve hizmetkarların ağlamaklı çığlıkları devam ederken biri zaptiyelere haber vermiş olmalı ki bir anda konak zaptiyelerle doldu. Zaptiye Kumandanı konağın ortasına dikilip hiç durmadan sağa sola emirler yağdırıyor, zaptiyeler bir aşağı bir yukarı inip çıkıyorlardı.  Önce kadınları bir odaya, erkekleri bir odaya olmak üzere ev ahalisini topladılar. Abdül bir yerine böcek kaçmış gibi kaşınıyordu. Sıkıntıdan kurdeşen dökmüştü. Herkesi tek tek sorguya çektiler. Görmedim, duymadım, bilmiyorum dan başka bir şey söylemedi Abdül. Renk vermediğine emindi ama içindeki endişe hiç geçmiyor hatta sürekli büyüyordu. Beyefendi Safinaz Hanım’ın ziynetlerinin de çalınmış olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Abdül’ün bahçedeki kulübesi dahil bütün konağı aradılar. Hiçbir şey bulunamadı. Kadınlar feryat figan ağlarken, yaşlı Büyükhanım, annelerini kaybetmiş şaşkın şaşkın ortada gezinen üç çocuğu titrek kollarıyla kucaklayarak odasına götürdü. Bu arada Rüstem Bey ile Zaptiye Kumandanı arasında bir tartışma başlamış, karakola gelmeyi reddeden Rüstem Bey’in tavrı karşısında Zaptiye Kumandanı öfkelenmişti.

“Bakın Efendi, memlekette ortalık zaten karışık. Kanuni Esasi akdedildiğinden beri sular durulmuyor. Her yer ya ittihatçılarla, ya da onlara karşı olan zibidilerle dolu. Her gün akla hayale gelmez vakalarla uğraşıyorum. Bir de sizin bu manasız itirazlarınızla uğraşamam. Bu ev sizin mi efendi? Ölen kadın zevceniz mi? Çalınan ziynet size mi ait? O zaman, geleceksiniz. Şimdi düşün önüme gidiyoruz.”

Rüstem Bey, baktı olacak değil düştü Kumandan’ın önüne karakola gitti.  Onların ardından konağın sokak kapılarının önüne nöbetçi bırakılanlar hariç bütün zaptiyeler konağı terk etti. Giderken de konak ahalisine şehirden ayrılmamalarını sıkı sıkı tembih ettiler.

Kimsenin ne yapacağını bilemediği birkaç gün Abdül’ün kaçıp gitmekle, kalmak arasında bocaladığı günlerdi. Kimse ondan şüphelenmemişti ama yine de bir ara Karaköy’e inip İstanbul dışına giden gemileri araştırdı. Bir yük gemisine binip rahatlıkla Mısır’a gidebileceğini öğrenince sevindi.  Konuştuğu birkaç simsardan biri ona, “Kaptanlar sürekli tayfa alımları yapıyorlar buna sebep: memleket harplerle perişan, genç nüfusun pek çoğu cephelerde telef oldu.  Genç adamların ha bire askere alınmaları tayfalık gibi işlerde adam sıkıntısı yaşatıyor, senin gibi güçlü kuvvetli genç biri burada kolayca iş bulur. İstersen seni bugün bile bir gemiye tayfa yazdırırım,” deyince başı sıkıştığı anda kaçabileceğini anlayarak içi rahat konağa döndü. Mahzenin önünde ayak izlerini bulacaklar diye korkmuştu ama kendisininkinden başka, arabacının, Mahur Kalfa’nın ve evin küçük oğlu Şevket’in ayak izleri de aynı yerde bulununca bir sonuç çıkmadı Abdül iyice rahatladı.

Rüstem Bey’e okkalı bir zarar vermek isterken, Safinaz Hanım’ı öldürmüş, kırmızı gerdanlığı da çalmıştı ama yüreğindeki kin küllenmemişti. Yanağına kondurduğu buseleri hatırladığında öldürmek zorunda kaldığı için pişmanlıkla duysa da, “Bunu hak etti,” diye düşünüp vicdanını rahatlatıyordu fakat Rüstem Bey ortalıkta gezindikçe asıl ölenin o olması gerektiğini düşünüp hayıflanıyordu. Aradan neredeyse bir hafta geçmişti. Zaptiyelerin konaktan ayağı kesilmiş nöbetçiler bile gitmişti. Beyefendi’nin kız kardeşi Naime Hanım Erenköy’den Şehzadebaşı’na gelip konağın idaresini ele almıştı. Gereken bütün dini vecibeler yerine getirilmiş en son Safinaz Hanım için yedi mevlidinin de okutulmasının ardından hayat, yaşanılan kederin sisinde olabildiğince normale dönmüştü.

“Acıyan yer başka, acıkan yer başka,” dedi bütün hizmetkarları toplayıp yaptığı konuşmada Naime Hanım, “Herkes işini eskisi gibi yapacak. Yemekler pişecek, konak temizlenecek. Abdül bahçe ne öyle?  Her yeri ot, çöp bürümüş. Bugün temizlensin. Mahmut Ağa, Rüstem Bey’in arabası çamur içinde atın biri ise topallıyor derhal ilgilen, hayvanın derdini anla. Mahur Kalfa, evin düzeninden her zaman ki gibi sen mesulsün. Hadi iş başına!”

Bütün gün bahçeyle uğraşarak işini yapmak onu yorduğu kadar rahatlatmıştı da. Buradan gidecekti elbette ama şimdi değil. Her şey yolunda giderken dikkatleri üzerine çekmenin âlemi yoktu.

Mevsim sonbahara dönse de o gece nemli ve sıcaktı. Abdül kulübesinin önündeki sedire uzandı. Bedeni yorgundu kısa zamanda uyudu. Geç vakit bahçe kapısında duyduğu seslerle uyandı. Arabacı Mahmut körkütük sarhoş olduğu naralarından anlaşılan Rüstem Bey’i eve götürüyordu. Sarhoş adamı odasına bıraktıktan sonra da evden çıktı, arabayı ve atları ahıra götürdü. Abdül meraklanmıştı. Ne olduğunu öğrenmek için peşinden gitti arkasından seslendi,

“Hayrola Mamut Ağa, ne oldu Beye?”

“Bıktım vallahi Abdül ya! Hanım öldüğünden beri iyice azıttı. Eskiden ayda bir falan giderdik şimdi her gece gidiyoruz,”  diye dertlendi arabacı Mahmut. Bir taraftan da atın önüne saman yığıyordu.

Merakı iyice artan Abdül, “Nereye?” diye sordu.

“Beyoğlu’na.”

“İyi de ne yapıyorsunuz orada Mahmut Ağa?”

“Ben bir şey yapmıyorum. Arabada oturup beyi bekliyorum.”

Adamın baştan savma cevabına sinirlenen Abdül yine de sesini kontrol ederek ,“Bey ne yapıyor?” diye tekrar sordu.

“Orda bir konak var, sahibi Rum’muş galiba. Oraya gidiyor.”

“Seninde ağzından cımbızla laf alınıyor birader,” diye sonunda patladı Abdül, “Gördük işte sarhoş olduğunu şunu anlat da biz de anlayalım.”

Mahmut sesindeki şikayet tınılarını saklamadan, kenardaki saman balyasının üzerine oturup anlattı.

“Eskiden hiç böyle yapmazdı; sarhoş olduğunu görmemiştim bile. Eve girer, birkaç saat kalır sonra hiçbir şey olmamış gibi arabaya biner eve gelirdik. Oysa Hanım öldürüldüğünden beri her gece gidiyor, içip içip sarhoş oluyor. Öyle ki ben girip çıkarıyorum içeriden,” dedi.

“Vay! Napıyo orda sadece kafa mı çekiyor?” gerçekten şaşırmıştı şimdi Abdül.

“Ne gezer, asıl sebep kumar. Kumar oynamaya gidiyor senin kibar Rüstem Bey’in. Markos Ağa’nın konağı diye bir yer. Bu konağın işletmecisi eski bir Rum kabadayıymış milleti soyup burayı açmış. Şimdi böyle bizimki gibi zengin beylere kumar oynatıyor, içki, kadın satıyormuş.”

“Tövbe tövbe! Yasak değil mi Mahmut Ağa?  Abdülhamit Han’ın haberi olsa oyar bunları valla.”

“Yasak sana, bana Abdül. Paran varsa her durumda gemini yürütürsün. Zaten şu sıralar Padişahın da başı kalabalık.  Valla aslını bilmem ama saraydaki paşalar, meclisteki ittihatçılar bile gelip gidiyormuş buraya. Gözümle görmedim, orada benim gibi sahibini bekleyen arabacılardan duydum, onların yalancısıyım. Şu Jön Türk’ler var ya hep onların başının altından çıkıyor böyle icatlar. Din iman bırakmadılar memlekette.”

“Rüstem Bey’de mi Jön Türk?”

“Olur mu Abdül ya? Ne gezer bizimkinde öyle cesaret. Bıyıkları onlara benzetiyor ama beceremez o öyle şeyleri. Önceleri eğlencesine gidiyordu herhalde sonra nasıl olduysa epey borçlanmış. Geçen gün sarhoşken ağzından kaçırdı. Geçen ay çok borçlandım şimdi ödemek için oynuyorum ama bir türlü kazanamıyorum her seferinde daha çok borçlanıyorum dedi.”

“Valla arkadaş hiç aklım almadı. Her yerde Padişah Efendimizin adamları var deniyor. İçki içeni, kumar oynayanı ya da ne bileyim densizlik yapanı gördüler mi hemen zaptiyeye haber verip içeri atıyorlarmış. Bunlar böyle Beyoğlu’nun ortasında alenen nasıl yapıyorlar bu işi?”

“O ho! Sen nerdesin be oğlum? O eskidendi şimdi memlekette Meşrutiyet var, hürriyet var hem bu Markos iltimaslıymış. Her devirde olur böyle gemisini yürüten bilmez misin? Boş ver takma sen kafana. Bunlar bizi ilgilendirmez.”

“Ne kadar borcu var beyin?” Mahmut Ağa, “Sana ne?” der gibi bakınca, “ Hani yerimiz sağlam mı bilelim de ona göre davranalım diye soruyorum Ağa. İki günden batarsa konak monak da kalmaz bakılacak bahçe de. Ondan korktum.”

“La havle vela! Ne vesveseli adamsın birader. Sana da bir şey denmiyor. Korkma korkma bu Kehribarzade’lerin malı mülkü öyle üç, beş bin altınla yıkılmaz. Sen onu boş ver de bir tut şu saman balyasının ucundan. Hah, koyalım şöyle. Hayvana dar geliyor burası sonra.”

“Senin de işin zor be Mahmut Ağa. Bir de bu dilsiz hayvancıkların derdinden anlayacaksın.”

“O bir şey değil de Abdül, her gece beyi Beyoğlu’na götür, gece yarılarına kadar sokakta kal, sonra eve getir atları bağla, arabayı temizle, sabahleyin namazla kalk iş başı yap, uykusuzluktan öleceğim vallahi. Büyükhanımın hatırı olmasa bırakıp gideceğim ama onu kıramıyorum.”

“Allah kolaylık versin. Zor vallahi benim de başımda Naime Hanım belası var. Bugün bütün bahçeyi yoldurdu bana, yeni çiçekler ekecekmişiz. Gülhatmi dik diye tutturdu. Bu mevsimde olmaz diyorum dinlemiyor ben de bıktım vallahi. Neyse ben seni oyalamayayım. Git de biraz dinlen sabaha az kaldı.”

Öğrendiği bilgileri kafasının içinde evirip çevirdi sabaha kadar Abdül. Ertesi günü tutmayacağını bile bile Naime Hanım’ın gösterdiği yerlere gülhatmileri dikerken işini bitirmek için acele ediyordu. Kafasında yeni şekillenen plan onu heyecanlandırıyor, intikamının nihayet tamamlanacağını düşünerek kendi kendine gülüyordu. İşini bitirir bitirmez Naime Hanım’a gidip çiçeklerin tutması için güvercin gübresi alacağını söyledi. Kendini sokağa atınca da hızlı adımlarla konağın bulunduğu çıkmaz sokağı geçip meydana doğru yürüdü. Şans eseri tanıdığı arabacılardan biri selam verince nereye gittiğini sordu, “Eminönü,” cevabını alınca da yanına atlayıverdi. Eminönü’nden sonrası kolaydı artık. Biner bir atlı tramvaya Beyoğlu’nda inerdi. İşleri rast gidiyordu, “Hadi hayırlısı,” dedi içinden arabacı arkadaşının uzattığı dut pestilini kemire kemire yemeye başladı.

Beyoğlu’nun arka sokaklarında şimdiye kadar hiç görmediği bir yokuşun başında buldu Markos Ağa’nın Konağını. Konak değildi esasen, birkaç çıkma ve pervazla konak havası verilmiş büyükçe eski bir evdi. Aslan başlı, pirinç kapı şakşağını neyle karşılaşacağını bilememenin verdiği tedirginlikle çaldı. Kapıyı beli kuşaklı pehlivan kılıklı iri yarı bir adam açtı. Abdül de hiç fena sayılmazdı ama bu çam yarmasının yanında ufak tefek kalıvermişti. İlk defa içinde korkuya benzer bir şey duydu, “Yanlış gelmişim,” deyip uzaklaşmak isteğini intikam duygusunun vazgeçilmez arzusuyla yenip “Beni Kehribarzade Rüstem Bey gönderdi,” deyiverdi.

Kapı bu ismin sihriyle ardına kadar açıldı, çam yarması kolundan kaçacakmış gibi tutup taşlık avluyu geçirdi ve konağın arka kısmında bahçeye bakan büyükçe bir odaya iterek soktu onu.  “Burada bekle!” diye emrettikten sonra da gitti. Birkaç dakika ne yapacağını bilemez bir halde eski bir çalışma masası ile bir koltuktan başka bir şey bulunmayan odada gezinen Abdül. Yan taraftaki açık kapıdan bahçeye çıkma kararı verdiği sırada oda kapısı açıldı; içeriye bozuk Türkçesinden Rum olduğu anlaşılan sarı bıyıklı, çil yüzlü, ince uzun bir adam girdi.  Başı açık, ayağında kadife pantolon üzerinde yakasız bir mintan vardı.  Çam yarması hemen arkasında dikiliyor gözlerini bir an bile Abdül’den ayırmıyordu. Çil yüzlü adam sert ama meraklı bir sesle, “Seni Rüstem Bey’mi yolladı?” diye sordu. Abdül’ ün evet anlamındaki baş işaretinden sonra devam etti.

“Ne diye yollamis? Borc istior ise, yok borc morc. Önce aldiklarini ödesin.”

Abdül boynunu büktü fakat tok bir sesle, “Ben de onun için geldim ağam. Rüstem Bey borçlarını ödemek için yolladı beni,” dedi.

“Ah more öle mi? Ne ile ödeyezekmis borclarini. Pirelerle mi?” deyip sırıttı çil yüzlü. Çam yarması da sırıttı.

Elini kuşağına soktu Abdül, siyah bir kese çıkardı,“İşte bunlarla,” dedi. Şimdi sırıtma sırası ondaydı.

Çam yarması Abdül’ün elindeki keseyi kaparcasına çekti aldı ve Abdül’ün Markos Ağa olduğunu çoktan anladığı çil yüzlü adama verdi. Adam keseyi yavaş hareketlerle açtı. İçindekileri odada bulunan eski çalışma masasının üzerine döküp bir, “Vay vay vay!” çekti,    “Karisinin bütün ziynetleri çalindi diye duymus idim. Bunlar nereden çikti?”

“Ben orasını bilmem. Bana, götür borcuma mahsuben bunları Markos Ağa’ya ver dedi, ben de getirdim. Ben emir kuluyum ağam. Ne derlerse onu yaparım.”

Masanın üzerinde ışıldayan altın bileziklere, küpelere, değerli taşlarla, elmaslarla süslü mücevherlere bakıp içi gitse de yaptığından memnun,  “Yalnız, Bey borcun bittiğine dair bir vesika istiyor. Verin de ben gideyim,” dedi.

Markos, çalışma masasının gözünden çıkardığı kağıda borcun kalmadığına dair bir şeyler karalayıp altını mühürledi Abdül’e uzattı, “ Rüstem Bey’e selam söle. Burada yeri her bir vakit hazir istedigi gibi hiç çekinmeden gelebilir,” dedi.

Beyoğlu’nun renkli sokaklarında fazla oyalanmadan tekrar tramvaya binip Eminönü’ne geldi. Her zaman alışveriş yaptığı yemciyi bulup güvercin gübresini aldı. İkindi ezanı okunurken Şehzadebaşı Karakolundan içeri giriyordu. Namaz kılmak için abdest almış ellerini kurulamakta olan Kumandan onu görünce namazdan vazgeçip masasına oturdu.

“Hayrola Bahçıvan Efendi burada ne işin var?”

“Ben dini bütün bir adamım Kumandanım. Kul hakkından, yalandan korkarım.  Bugün olan şey beni çok rahatsız etti. Gelip size söylemeyi kendime vazife bildim.”

“Neymiş o rahatsız olduğun de bakalım.”

“Rüstem Bey beni bugün bir yere yolladı. Beyoğlu’nda Markos Ağa diye bir Rum’un evine.”

Markos Ağa adını duyan Kumandanın gözleri açıldı. Daha bir dikkatle dinlemeye başladı. Bu arada Abdül anlatmaya devam ediyordu.

“Bizim Beyin buna borcu varmış onları bir kese ziynetle ödetti bana aha bu da karşılığında aldığım vesika. Doğrusu ben çok şaşırdım. Bize bütün ziynetler çalındı denmişti. Siz yakinen biliyorsunuz Kumandanım, günlerce hepimizi hırsızmışız gibi ne kadar çok sorgu sual ettiniz. Kimseyi zan altında bırakmak istemem ama bugün olan ehemmiyetli gibi geldi. Ya bizim Bey çalınan ziynetleri buldu ya da bunun altında başka bir şey var dedim kendi kendime. Sonra içime sinmedi size geldim. Rahmetli Safinaz Hanım’ın bende çok hakkı vardır. Ölümüne, hele böyle namertçe öldürülmesine çok üzüldüm. Geldim işte.”

Komiser elindeki kağıda baktı. Birkaç sefer okudu. Şu kaytan bıyıklı, kendini beğenmiş Rüstem Efendi’yi hiç gözü tutmamıştı; adamda bir şeyler olduğundan şüpheleniyordu zaten. Masasının üstündeki çana uzanıp yardımcısını çağırdı.

“Zaptiyeleri toplayın, konağa gidin ve Kehribarzade Rüstem Bey’i tutuklayıp getirin.”

“Hangi suçla tutuklayacağız?”

“Karısını öldürüp ziynetlerini gasp etme suçuyla.”

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Oda hizmetçisi Fidan’ın cinayet günü alınan ifadesinde karı kocanın o gece tartıştıklarını söylemiş olması şüpheleri kuvvetlendirdi. Rüstem Bey’in bütün itirazları Marcos Ağa’ya borcunun ve sık sık o meşum konağa yaptığı ziyaretlerin ortaya dökülmesi ile hiçbir işe yaramadı. Mahkemede Abdül, mücevherleri vermek üzere kendisini Bey’in gönderdiğini yemin billah anlattı. Rüstem Bey’in hakaretleri, tehditleri onun inandırıcılığını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Sonunda karısını öldürmek suçundan idama mahkum edildi.

Karar sonrası ablası ile son kez görüşmesine müsaade edilen zavallı adam suçsuz olduğunu ağlayarak tekrarlıyor, hiç durmadan, “Bunu bana Abdül yaptı Allah ona gün yüzü göstermesin sonu benden beter olsun,” diye beddualar ediyordu ama kimse hatta ablası bile ona inanmadı. Rüstem Bey hapishanede her geçen gün kötüledi sonunda dayanamadı ve bu işi cellatlara bırakmayıp idamından bir gece önce kendini hücresinde asarak intihar etti.

Abdül, Rüstem Bey’i ihbar ettiği gün konaktan ayrıldı. Uğruna cinayet işlediği gerdanlık, bu intikam oyununun tek kazancıydı. Mahkeme süresince Sirkeci’de bir handa kaldı. Bu arada gemileri araştırdı daha önce tanıştığı simsarın yardımıyla, Rüstem Bey’in kendini öldürdüğü haberinin geldiği gün bir gemiye tayfa olarak yazılıp Mısır’a doğru yola çıktı.

 

MISIR’ A GİDEN GEMİ

Abdül gibi boğazda bindiği kayıkların dışında hayatında hiç gemiye binmemiş açık deniz nedir görmemiş biri için mavi sular, beyaz köpüklü kocaman dalgalar dehşet verici olabiliyordu. Geminin yalpası içini dışına çıkarmış tayfa olarak bindiği gemide hiçbir işe yaramayıp bir hasta adam olup kalmıştı. Kaptan şimdiden pişman olmuştu onu gemisine aldığına ama yola çıkılmıştı bir kere. Gemiden atacak halleri yoktu. Onu kendi haline bırakıp alışmasını beklediler fakat Abdül’ün alışacağı yoktu. Yemek yiyemiyor dalgalı günlerde başını bile kaldıramıyordu. Bütün bunlara bir de gece gördüğü kabuslar eklenmişti. Her gece ya Safinaz Hanım’ı öldürdüğünü ya da Rüstem Bey’in intiharını görüyordu rüyasında. Çoğu zaman Safinaz Hanım’ın kendi ağırlığı altında soluksuz kalırken çıkardığı hırıltıları, kadının bedeninin çaresizce titremesini, kollarına saplanan tırnaklarını yeniden yeniden yaşıyor, sanki onu tekrar öldürüyordu. Bazı kabuslar ise Rüstem Bey’in karanlık bir hücrede pencere demirine asılı kalmış hareketsiz bedeni ile başlıyor. Sonra o bedenin kolları sallandığı ipin ucundan uzanıp Abdül’ün boğazına yapışıp sıkıyor, güçlü kuvvetli Abdül bir türlü bu cılız adamın pençelerinden kurtulamıyor, sonunda Rüstem Bey kendi ölecekken Abdül’ü boğuyordu. Tayfa arkadaşları her gece tekrarlanan bu kabuslardan, gece attığı çığlıklardan ve çıkardığı seslerden rahatsızdılar onu defalarca uyandırıyorlardı ama ne zaman tekrar uykuya dalsa yine kabuslar beynini kaplıyor onu kan ter içinde bırakıyordu. Bir sabah baştayfa yanına gelip bağırdı.

“Abdül, topla pılını pırtını benimle gel!”

Midesi geceden beri bulanan biraz önce yediği bir lokma ekmeği yatağının yanına çıkarmış olan Abdül sararmış suratı ile bakakaldı.

“Nereye?”  diyebildi. Cevap olarak baştayfa kötü kötü bakıp sadece, “Yürü” dedi. Tek eşyası olan çuval bezinden dikilmiş torbasını boynuna geçirirken endişeyle düşündü. Onu denize falan mı atacaklardı yoksa? Yok canım, öyle şey yapmazlardı herhalde. Belki de ıssız bir adaya bırakıvereceklerdi. Geceki kabusların ve mide bulantılarının ruh haliyle,“Ne yapacaksınız bana?” diye bağırdı. Baştayfanın cevap vermemesi üzerine önden yürüyen adamı güverteye çıkan merdivenlerde omzundan yakaladı can havliyle kendine döndürüp merdivenlere itekledi.

“Nereye götürüyorsun beni. Bana bir şey yapamazsın kolay lokma değilim ben.”

“Deli misin be adam ne bir şey yapması? Gece bağırıp duruyorsun, durmadan kusuyorsun, şu haline bak leş gibisin. Bütün tayfalar bıktı senden. Onlar seni dertop edip bir gece denize atmadan ben seni başka bir yere götürüyorum. Yürü, geminin yük ambarında lombozun önüne ser şilteni yat. Kimseyi de canından bezdirme. Zaten adamlar çok yoruluyor bir de senin yüzünden gece uykusuz kalmasınlar.” Bunları söylerken bez torbasından tutup çekmişti onu. Torbanın içindeki kesenin boncukları şıngırdayınca baştayfa, “ Ne var bunun içinde şıngır mıngır?” diye sordu. Adama ters ters baktı Abdül, cevap bile vermedi. Torbasını bağrına basıp yürüdü.

Rahatlamıştı ama yük ambarının bağlarından kurtulup geminin yalpasında oradan oraya savrulan çuvallarının, sandıklarının arasında daha çok kusup daha çok kabus görmeye başladı. Ara sıra baştayfa ya da onun gönderdiği bir tayfa yanına uğrayıp ekmek, su falan bırakıyorlardı ama genelde tek başınaydı. Gördüğü kabusların hepsinin tek bir ortak yönü vardı o da kırmızı gerdanlık. Her gördüğü kabusun bir yerinde mutlaka eline o muhteşem gerdanlığı alıyor onu gökyüzüne doğru uzatıp atmak istiyor ancak gerdanlık sanki elleri ile bütünleşip onu bırakmıyordu. Hatta birinde gerdanlığın bütün bedenine dolandığını bir yılan gibi onu sıkıp öldürdüğünü gördü.

“Bırak beni, bırak beni,” diye bağırarak uyandığında baş ucunda dikilen baştayfayı kendisine merakla bakarken buldu.

“Birader amma bağırıyorsun ya hu! Sesin neredeyse Mısır’dan duyulacak. Ne gerdanlıkmış be sanki seni boğuyor.”

Gördüğü rüyanın hâlâ devam edip etmediğinden şüphelenerek kolunu çimdirdi. Canı acıyınca rüya görmediğini anladı Abdül. Anlaşılan gerdanlık diye sayıklamış adam da merak edip soruyordu şimdi, “Ne gerdanlığı?” diye sorarak bilmeze yattı.

Adamın, “Sürekli bir gerdanlık sayıklıyorsun kusmuklu, yoksa gizli bir hazinen falan mı var?” diye üstelemesi üzerine, “Ya evet gizli bir hazinem var fakat çok aptal olduğumdan onu kullanmayıp burada böyle sersefil perişan yolculuk ediyorum,” diye alaycı bir gülümseme ile cevap verdi.

Sonrasında adama İstanbul’da çalıştığı evin sahibinin, karısını nasıl öldürdüğünü kendisinin de adamın davasında şahit olduğunu kadının böyle bir gerdanlığı olduğundan herhalde rüyalarına girdiğini anlatıp adamı uzaklaştırdı. Atlattığını sanıyordu ama anlattığı hikaye baştayfanın çok ilgisini çekmişti. Abdül’ün sürekli yanında taşıdığı içinde şıngır mıngır bir şey olan bez torbası da cabasıydı. Uyurken bile üzerine yatıyor hiç yanından ayırmıyordu. Ne vardı içinde acaba? Merakını çekmişti baştayfanın. Gözlemlemeye başladı. Adam kusmaya küpeşteye giderken bile torbasını boynuna asıp gidiyordu. Bir gün yardım etmek bahanesiyle yanına gitti. Abdül’ün içi dışına çıkıyordu yine. Midesindeki safraları Akdeniz’in engin sularına bırakırken boynundaki kese küpeşteye yanaşmasına mani oluyor öğürtülerle boğuşurken bir de onunla uğraşıyordu. Baştayfa kızmış gibi yapıp torbasını çekti aldı boynundan yere fırlattı. Abdül’ün ödü koptu gerdanlık ortaya çıkacak diye ama neyse bir şey olmadı. Nihayet içini boşaltıp rahatladı ama yürüyecek bile hali kalmamıştı. Yemek yiyemediğinden iyice güçsüz kalmış zayıflamıştı. Baştayfanın emriyle iki adam Abdül’ü sırtlayıp geminin altında barındırdıkları yatağına götürürken o, “Torbam nerde?” diye bağırıyordu. Torba baştayfanın eline geçmişti.

Adam halat kangallarının arasına gizlenip kimsenin görmemesine dikkat ederek torbayı açtı. Kırmızı, ağzı boncuklu kordonla büzdürülmüş keseyi Abdül’ün yedek iç donuna sarılmış vaziyette buldu. Heyecandan elleri titreyerek açtı. Gördüğü karşısında gözleri kamaştı adeta dili tutuldu. Üç küçük yakutun birleşmesiyle lale formu verilmiş kırmızı mücevherler ikişer zümrüt yaprağın ortasında parlıyorlardı. Yakutlar ve zümrütler küçük pırlantalarla birleştirilmiş, pırlantalar sanki minik tomurcuklar gibi dizayn edilmişti. Baştayfa, “ Vay anasını…” diye bir küfür salladıktan sonra birileri görür korkusuyla gerdanlığı kesesine koyup keseyi de koynuna soktu. Aşağıda per perişan yatan Abdül’ün yanına gelip torbasını üzerine attı, pis pis sırıttı. Pala bıyıklarını sıvayıp iki üç kere keseyi koyduğu yere vurdu gitti.  Abdül adamın gerdanlığı aldığını anlamıştı. Ardından koşacak hali yoktu ama biraz dinlenip kendine geldikten sonra baştayfayla konuşmaya karar verdi. Nasıl olsa denizin ortasında adamın gemiden gidecek hali yoktu.  Karanlık çöktü deniz sakindi. Gemi yelkenlerini indirmiş açık denizin ortasında nazlı bir gelin gibi salınırken tayfalar işsizliğin ve yumuşak havanın etkisiyle gevşemişler üçerli beşerli gruplar halinde ya dama oynuyor ya sohbet ediyorlardı. Midesi hâlâ rahat değildi ama kendini zorlayarak güverteye çıktı Abdül. Küpeşteye dayanıp bir müddet nefes aldı. Temiz hava ciğerlerine iyi gelmiş denizin kokusu onu canlandırmıştı. Bugün gemideki onuncu günüydü ve neredeyse ağzına lokma girmemişti. Girse ne olacaktı ki zaten içinde durmuyordu. Karnı kurt gibi açtı; az ileride kendi başına oturup halat tamir eden yaşlı tayfayı görünce belki yiyecek bir şeyler bulabilirim umuduyla gidip yanına oturdu.

“Karnım çok aç ağa, burada yiyecek nerden bulunur?”

Gemici önce ne demek istediğini anlamamış gibi baktı ona. Sonra acımış olmalı ki kuşağının içine sardığı kuru ekmeği çıkarıp verdi. Minnetle baktı Abdül. Eğer bu baştayfa ile baş edecekse kendini toplayıp güçlenmeliydi.

“Mide bulantısından kurtulamıyorsun değil mi?” diye sırıttı yaşlı adam. Dişleri sarı siyah arası bir renkti, ağzı sarımsak kokuyordu. İçinin yeniden bulandığını hissetti Abdül ama belli etmedi adamı dinlemeye devam etti.

“İlk seferimde bende de aynısı olmuştu sonra geçer ama önce adamı eski çaputa çevirir bu illet. Denizin huyudur, kendine geleni önce şöyle bir yoklar bana layık mı bakalım diye sonra ya kabul eder ya da def eder.”

“Beni def ediyor herhalde çünkü hâlâ kendime gelemedim. Bu gidişle gelemeyeceğim de.”

“Heh he!” diye güldü adam iğrenç dişlerini göstererek, “Çaresi var paşam.”

“Neymiş? Allah aşkına varsa bir çare bana söyle hemen yapayım. Kaptana da çok mahcup oldum. Adam beni çalışayım diye gemisine aldı hiç işe yaramadım.”

“Söylerim ama bedava olmaz. Kaç metelik vereceksin?”

Abdül kuşağını karıştırdı para kesesini bulup çıkardı içindeki metelikleri adamın önüne döküp, “Al,” dedi, “Hepsini al. Yeter ki beni şu mendebur mide bulantısından kurtar.”

“Gel,” dedi yaşlı adam. Elindeki işi bıraktı Abdül’ün meteliklerini kuşağına doldurdu, yürüdü, peşi sıra da Abdül’de gitti. Birlikte tayfaların uyudukları yere geldiler. İçerisi insan ve yemek artığı kokuyordu. Yaşlı adam en dipteki yatağının yanına varınca şilte gibi kullandığı keçeyi kaldırdı altından ucu oyalı tülbentte sarılmış bir çıkın çıkarıp açtı.

“Bunu benim kaşık düşmanı yapar. Şifacıdır, el almış ninesinden. Şimdi şu otu al, git temiz bir su bul içine koy sabaha kadar beklesin, sapsarı olur rengi bunun. Zehir gibi de acıdır. Buna akbaşlı derler. Sakın hepsini birden içme azar azar günde üç sefer iç. Akşama bir şeyin kalmaz. Yalnız söyleyeyim bu durgunluk hayra alamet değil, yarın fırtına olacak gibi dikkatli ol.”

Yaşlı adama defalarca teşekkür etti Abdül. Adam şiltesine uzanırken arkasından seslendi,

“Hey pehlivan, gönül pehlivanlık dinlemez. Herkesin celladı kendi gönlüdür. Vicdan ne kadar temizse gönül o kadar arınır yoksa unutma kanla alınan kanla verilir. Bazen gönlü, celladın olmaktan kefaret kurtarır. Unutma kefaret.”

Abdül, yukarıya güverteye çıkan beş altı basamak ahşap merdivenin önünde kalakaldı. Bu adam işlediği günahı biliyor muydu yoksa? Hızla geri döndü ama gördüğü, yaşlı adamın çoktan horlamaya başladığı oldu. Gaipten sesler duyduğunu buna gece onu rahat bırakmayan kabusların sebep olduğunu düşünüp herkesten ayrı yattığı geminin yüklerle dolu kıç kısmına gitti. Baş ucundaki testiyi alıp bulduğu ilk kaba su doldurdu, adamın verdiği otu içine attı, üstünü torbasıyla örtüp yattı. Sabah rüzgar ve yağmur sesine uyandı. Gemi öncekilerden de beter sallanıyordu. Tastaki su sapsarı olmuştu aceleyle birazını içti. Hakikaten zehir gibiydi. Ağzının içi barut yutmuş gibi olmuştu aldırmadı. Onu hasta bildiklerinden kimse yanına uğramıyordu bile. Yağmur ve rüzgar şiddetlenirken bir saat daha yattığı yerden kalkmadı. Bu kadar yalpaya midesinin dayandığını anlayınca hem şaşırdı hem sevindi. İlaç işe yarıyordu demek ki. Hemen kafasından bir plan yaptı. İlk iş; baştayfayı bulacak, sonra onu yalnız kıstıracaktı. Daha sonra ne olacağına bakardı artık. Gerdanlığı güzellikle vermezse Abdül’ün bir zamanlar herkesi yenen bir pehlivan olduğunu o da öğrenirdi. İlaçtan biraz daha içip yattı. Midesinin kendini rahat bıraktığını anlayınca dışarı çıkmaya karar verdi. Güverteye çıktığında havanın gece gibi kararmış olduğunu gördü. Denizin maviliğinden eser kalmamış dalgalar vahşi hayvanlar gibi homurdanarak çarpıyordu gemiye. Her vurduklarında gemi savruluyor ama şaşırtıcı bir biçimde denizin üstünde kalmayı başarıyordu. Etrafta birbirine bağıran, oraya buraya koşturan sırılsıklam tayfalar arasında sürekli onlara emirler yağdıran baştayfayı gördü. Vakit bu vakitti hemen bir plan yaptı. Onu, şu anda kimsenin olmadığı sağ tarafa çekmeliydi. Nasıl yapacağım diye düşünürken birden boşalan bir yelken direği imdadına yetişti. Bütün adamlar yelkeni yeniden bağlamak için uğraşırken kendisi baştayfanın yanına gitti ve adamı kolundan tuttuğu gibi kuytuya çekiverdi.

“Hop hop, napıyosun lan?”

“Aldığın şey nerde?”

“Ben bilmiyorum öyle bir şey, gerdanlık falan görmedim ben.”

“Bunu söylemen bile onu senin aldığının ispatı. Onu şimdi bana vereceksin yoksa seni mahvederim.”

“Hah hah ha, derdine yan kusmuk yumağı. Havada bulut sen onu unut. İki dünya bir araya gelse onu sana vermem ispinoz anladın mı? Hem bana babalanma canına ezan okurum ona göre.”

Adamın elini beline attığını geç fark etti Abdül. Baştayfa elinde parıldayan bıçağını çoktan ona doğrultmuş gırtlağına dayamıştı bile.

“Seni şurada gebertir denize atarım. Kimse ne olduğunu anlamaz. Kusarken düştü derim herkes inanır. Şimdi yaylan, beni kendine uydurma.”

Geminin yan yatması ile adamın bir adım geri çekilmesini fırsat bilen Abdül ani bir hareketle atıldı baştayfanın bıçak tutan elini tutup kıvırıverdi.  Başlarından aşan dalgaların altında iki adam kıyasıya bir kavgaya tutuşmuşlardı. Baştayfa da boş değildi, kısa zamanda kolunu kurtarıp yeniden saldırdı. Bıçağın keskin ucu az kalsın göğsüne giriveriyordu Abdül’ün, kıl payı kurtardı kendini. Fırtınanın koparıp yere attığı bir tahta parçasını kapıp adama fırlattı. Tahta adamın omzuna denk geldi dengesini bozdu. O düşerken Abdül üstüne atladı bıçağı tutan elini yeniden kavrayıp büktü. Elinin altında kırılan bileğin çatırtısını duydu.

Adam, “Anam, anam!” diye bağırırken bıçak Abdül’ün eline geçmişti şimdi. Güçlü kuvvetli baştayfa kırık kolunu tutarak kaçmaya çalışırken bıçağı sırtına saplayıverdi Abdül. Bir kere, yetmedi bir kere daha. Adam yere sürünürken bir daha. Fırtınanın yarattığı kargaşada kimse görmemişti onları. Adamın kanla yıkanan üstünü başını yokladı aradığı keseyi kuşağının içinde donuna yakın bir yerde gemici düğümüyle bağlanmış olarak buldu. Kesip aldı açıp içine baktı boncuklu kesenin. Gerdanlık çakan şimşeğin ışığında parladı adeta ona göz kırptı. Hemen toparlandı baştayfayı sırtlayıp en yakınındaki küpeşteye götürdü ve can çekişen adamı gözünü kırpmadan aşağıya atıverdi. Adamın denize çarparken çıkardığı ses dalgaların çılgın sesine karışıp yok oldu. Etrafına bakındı bütün adamlar hâlâ bir türlü bağlayamadıkları yelken direğiyle uğraşıyorlardı. Kaptanın dümenciye emir veren sesi çok uzaktan geliyormuş gibiydi. Abdül gerçeklik üstü bir an yaşıyordu sanki. Koynunda baştayfanın kanıyla ıslanmış kırmızı kese, kırbaç gibi inen yağmurun altında heykel gibi dikildi. Neden sonra kendine geldi ve koşarak yattığı yere gidip saklandı. Gören olmuş muydu olmamış mıydı bilmiyordu ama keseyi kurtarmıştı. Kendini şiltesinin üzerine atıp kafasını dizlerine değecek kadar karnına çekti midesi bulanıyormuş gibi birkaç kez öğürdü. Akşama doğru nihayet geminin sallantısı azaldı. Fırtınanın geçmekte olduğunu anlamıştı.  Ancak o zaman üstüne başına bakmak aklına geldi. Gördüğü şey, baştayfanın kanını emmiş olan kadife kesenin koynunda sakladığı yerden mintanın üstünde kıpkırmızı bir leke oluşturduğu oldu. Aceleyle üstünü çıkardı. Kusmuklu olduğu için kenara attığı iç gömleğini sırtına geçirdi. Gerdanlığı kanlı mintana sarıp torbasına soktu. Torbayı yanı başına koydu. Ne kadar saklarsa o kadar dikkat çektiğini anlamıştı. Yaşlı adamın ilacından tekrar içip derin bir uykuya daldı. Rüyasında baştayfa denizden çıkıp karşısına dikilse de uyandığında biraz dinlenmişti. Baş ucunda oturan yaşlı adamı fark ettiğinde eli istemsizce torbasına gitti. Yerinde durduğunu anlayıp rahatlayarak döndü adama.

“Hayrola ağam yine metelik mi istiyorsun? Valla hepsini sana verdim ama ilacın iyi geliyor galiba. Sabah yine çok kustum ama şimdi uyumuş rahatlamışım. Çok şükür gemi de önceki gibi sallanmıyor.”

“Fırtına diniyor. Diner tabii kurbanını aldı ne olacak kanlı deniz.”

“Ne demek o ağam kurban murban?”

“Baştayfa,” dedi yaşlı adam gözünde tuhaf bir bakışla. “Direk boşa çıktığında savrulmuş, denize düşmüş. Kimse fark etmemiş saatler sonra yokluğu anlaşıldı. Adam hayalet gibi bir var bir yok oldu. Bu denizin gazabı oğlum, mutlaka alır öcünü.”

“İyi de ağam öç alacak ne yapıyoruz ki biz ona?”

“Günah dolu ruhlarımızla üzerinde geziniyoruz yetmez mi?” dedi yaşlı adam öfkeyle. Gözleri hâlâ tuhaf bakıyordu. Abdül onun biraz kafadan çatlak olduğunu düşündü ama ses etmedi.

“Yarın değil öbür gün İskenderiye’ye varırız inşallah. Çok kabus görüyorsun. Uykunda bağırdın durdun. Huzur bulmak istiyorsan günahlarından kurtul.”

“Nasıl yapacağım onu ağa? Kolay mı günahsız olmak?”

“Bir yükün var besbelli o yük sana ağır gelmiş. At onu üstünden. Hiçbir yük vicdan rahatlığından daha kıymetli değil.  İşe ondan kurtularak başla sonra ibadet et yalvar Allah’a bakarsın affediverir belli olur mu?”

“Benim günahlarım öyle kolay affedilecek şeyler değil ağa, keşke öyle olsaydı.”

Abdül’ün yüzü kararmıştı. Eli hala torbasının üzerindeydi. Biran gerdanlığı hissetti avuçlarında sanki yanıyordu. Elini çekmek istedi, çekemedi. Avcundaki acı dayanılmaz olduğunda dehşet içinde doğruldu kan ter içinde uykudan uyandığını fark etti. Her şey yalandı, sadece yine kabus görmüştü. Ne yaşlı tayfa ne de başkası vardı etrafta. Rüzgarın sesi kesilmişti. Lombozdan tatlı bir esinti doluyordu içeriye.

Baştayfaya ne olduğunu kimse bilemedi. En sonunda fırtına sırasında denize düştüğünü varsaydılar. Gemiden karşılarında yarım ay gibi uzanan İskenderiye’ye baktı Abdül. Şehir mavi denizin etrafını iki koluyla kucaklayan bir ana gibi uzanmıştı. Gemi limanın içine doğru ilerledikçe bir uçta yıkıntılar halinde eski bir kale gördü.

“Orası Kayıtbay kalesi.”

Yanı başında aniden biten yaşlı adamın sesiyle irkildi Abdül. Merakla adamın yüzüne baktı. Adam sakin sakin karşılarında uzanan şehre bakarak anlattı.

“Çok güzel bir şehirdi burası ama yıllar önce İngilizler burayı işgal ettiler ve çok zarar verdiler. Şu gördüğün kaleyi de onlar yıktı. Denilir ki bu kalenin yerinde eskiden ama çok eskiden dünyanın en uzun deniz feneri varmış. Bu deniz fenerini iki denizkızı korurmuş. En tepesinde denizkızlarının saçlarını taradığı kocaman bir ayna varmış. Bu ayna güneş ışığını çok uzaklara taşırmış. Gece ise içinde büyük ateşler yanar bu ateşlerin etrafında dans eden denizkızları denizcileri korurmuş. Işığı çok uzaklardan göründüğü için hiçbir gemi batmaz, hiçbir denizci ölmezmiş.”

“Ee, sonra ne olmuş. Denizkızları kaçmış fener de kaybolmuş mu?” dedi pis pis sırıtarak Abdül.

Adam başını ona çevirip kınayan gözlerle baktı, sonra yeniden denize ve şehre dalarak gülümsedi.

“Sonrası, bir komutan gelmiş ve yıkmış feneri, yerine şu gördüğün kaleyi yapmış. Sebep şehri Osmanlı’ya karşı korumakmış ama ne mümkün. O zaman şehri Osmanlı’ya karşı koruyamayan kale şimdi de Osmanlı’yı İngiliz’e karşı koruyamıyor. Denizkızlarının laneti olsa gerek bu.”

Lanet gibi safsatalara pek inanmazdı Abdül. Ancak son zamanlarda gece uykularını kaçıran kabuslar, elindeki gerdanlığın kötü bir gücü olduğuna inandırmaya başlamıştı onu. Yoksa denizkızlarının lanetine uğramış bu şehre o gerdanlıkla gelmesi bir tesadüf değil miydi? Kafasını salladı karanlık düşünceleri kovdu sözüm ona. Gözlerini denize dikip geminin etrafında oynaşan köpükleri seyre daldı.

İskenderiye limanına vardıklarında, gemiden inerken yaşlı adam Abdül’ün yanına yaklaşarak “Unutma oğlum, kanla alınan kanla verilir,” deyip uzaklaştı. Arkasından baktığında göremedi onu Abdül, iliklerine kadar titredi. Gece karabasanları yetmiyormuş gibi şimdi bir de bu çıkmıştı. Gündüz karabasanı.

 

================================ BÖLÜM SONU =============================

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU