Bir zamanlar üzerime üç beden büyük gelen siyah kot pantolonum ve dedemden kalan siyah deri ceketimle kendimi gizleyerek gezen sıska çelimsiz bir kadındım. Kemoterapi iğneleriyle iğneden ipliğe dönmüştüm ama belime sıkı bir kemer takıp kısacık, simsiyah saçlarıma da bir kasket geçirdim mi kadın mı erkek mi olduğum belli olmadan yaşayıp gidiyordum. Anneannem Cilmaya “İnsan için üç önemli şey vardır kızım,” derdi bana. “Aile, para ve aşk. Dikkat et, bir insan bunlardan hangisi hakkında en az konuşursa, o meseleden bir derdi vardır.”
Sultan Eyalet-Şehri’nin, Ziya Paşa’ya “Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez / Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan” beytini yazdıran fakir semtinde bir motosiklet tamircisinde çalışıyordum. Burgaziçi Nehri, eyalet-şehri coğrafi ve maddi olarak ikiye bölüyordu. Batı yakasında, yakaları beyaz ama VIP minibüsleri siyah olan rezidans düşkünü ultra zenginler, bizim bulunduğumuz doğu yakasında mavi yakaları daima kömür isi ve motor yağına bulanmış hapis kaçkını ultra fakirler vardı. Şehrin de bizim mahalledekilerin de iki yakasının bir araya gelmesi mümkün görünmüyordu. Çok eski zamanlardaki birtakım sosyalist düşünürlerin kellelerini giyotinle yitirmeden önce ortaya attıkları özgürlük-eşitlik-kardeşlik söylemleri de kısa vadede bizi karşı yakayla eşit kılacak gibi durmuyordu. O düşünürler ki beğenmedikleri kral ve kraliçeyi tahttan indirip halkın egemenliğini ilan etmişler ama sonrasında egosu boyundan kat kat büyük bir imparatorun tahta geçmesine engel olamamışlardı.
Steinbeck “Sosyalizm Amerika’da hiçbir zaman kök salamamıştı çünkü yoksullar kendilerini sömürülen bir proleterya olarak değil geçici olarak sıkıntı çeken milyonerler olarak görürler.” demişti. Bizim eyalet-şehrimizin fakir semtinde ise her zaman kısa yoldan köşeyi döneceklerini ve sınıf atlayacaklarını uman genç fakirlerle dini sebeplerle paranın huzur getirmediğine inandırılan ve fakirliği öteki dünyada cennete nail olmak için bu dünyada acı çekmelerine vesile olan bir aracı olarak gören yaşlı fakirler yaşıyordu.
Alışmadık götte dondurmazdı. Parayı bulsak ya sapıtır ya da har vurup harman savurarak yine ‘back to square one – ilk kareye dönüş’ noktasına gelirdik muhtemelen. Ama ultra zenginler öyle miydi ya? Yüzyıllar önce insanoğlu henüz mağaralarda yaşarken sadece sopayı elinde tutmuş en güçlü adamın torununun torununun torununun torunu olan şanslı kraliyet aileleri ve mensupları, tarih boyunca sopadan sonra ok ve yayı, ok ve yaydan sonra tüfeği, tüfekten sonra da parayı ellerinde tutarak hangi dine inanıyorlarsa o dine ait en büyük din adamının da sopa-ok-yay-tüfek ve paranın ucundan azıcık tutmasına -bazen azıcıktan biraz fazla- müsaade ederek, önceleri tamamen güçle ilgili sonraları da bu gücü elinde tutabilmekle ilgili olan bu ayrıcalığın onlara tanrı tarafından verildiğini zavallı halka inandırarak yıllarca onları sömürmüşlerdi. Martin Luther gibi, Buda gibi bazı devrimci-düşünür-din adamlarının sayesinde bazı toplumlar tanrı tarafından sadece bazı ailelere ayrıcalık verebileceği yalanından sıyrılmışlardı. Ama bu sıyrılmışlık benim coğrafyamı sıyırıp geçmişti. Padişahlık lağvedileli uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ padişahım çok yaşıyordu, hem de -lüks-sefahat-keyif-bolluk-israf-konfor- içindeydi.
Sultan Eyalet-Şehri’ndeki ayrıcalıklı tayfa, güneş ışığının tayfındaki bütün renklerle bezenmiş bir hayat yaşarken, bizim gibi hâlâ dededen kalma yöntemlerle kömür çıkarılan madenlerde yüz karasına değil kömür karasına bulanmış yüzler, bir lokma bir hırka için can feda etmeye devam ediyorlardı. İyi de ben bütün bunları neden anlatıyordum?
Cahildim dünyanın rengine kandım. Hayale aldandım boşuna yandım. Bu gidişle ben kendi hikâyemin hep Clark Kent’i olarak kalacaktım. İki şeyi hiç sevmem demiştim. Hainlerle şerefsizleri. Zaten hainler şerefsiz olur. Şerefsizler de hain. Demek ki tek bir şeyi sevmiyormuşum diye kendimi tebrik de etmiştim. Şehrimdeki tüm hainler bir araya gelmiş, vatansever ve iş adamı kisvelerini üzerlerinden attıktan sonra Wolf Street isimli bir alternatif borsa kurmuşlardı. Bu borsayı 17 Megabit Şadiye’nin kumarhane-gemisinden idare ediyorlardı. Sadece iskambil kağıtlarıyla değil istikbalimizle de kumar oynuyorlardı. Kumarhane-gemiye patlayıcılar döşeyip patlatmam farz olmuştu. Gemiyle beraber bana ihanet eden kendi öz babam Kerberose Rose ve aynı yolun yolcusu annem Nergissus’u da patlatırken gözümü bile kırpmamıştım. Çünkü derlerdi ki üç kuruşluk adamlara beş kuruş değer verirsen aradaki iki kuruşa seni satarlardı.
Beni satabilecekler arasında önce beni satın almak isteyip bunu başaramayınca yılanın başını ezer gibi taşla başımı ezmek isteyenler de vardı. Örneğin bu şehirdeki tüm ipleri elinde tuttuğu için tüm kurumları kuklalaştırmış, hem vali hem belediye başkanlığını kendi bünyesinde toplamış olan vali-başkan ve Sade Vatandaş Partisi – SEVAP lideri İkram Papazoğlu bunların en başında geliyordu. İktidarda olduğu son 20 yılda eyalet şehre dişini ve tırnağını geçirerek parsel parsel ele geçirmişti. Elbette bunu tek başına yapmamıştı.
***
Sultanat Merkez Mahalle Camisi imamının yıllardır bir lakabı vardı: İmam-ı Merkez Mahalle, yani halkın ona verdiği isimle kısaca İMM. 27 Ocak’ta İMM’nin Anglosakson bir büyükelçiyle balıkçıda balık yemesi gündem olacaktı. Yönetime aday olması, dini bilgilerinin tam olması, halk tarafından seviliyor olması ve yükselmekte olan bir dini lider olması nedeniyle Papazoğlu tarafından kendisine rakip olabilecek biri olarak değerlendiriliyordu. Ve yılanın başını küçükken ezmesi gerektiğini biliyordu.
1 Şubat’ta Milliyetçi Vatandaş Partisi – MEVAP lideri Etat Le Jardin İMM’nin istifasını istedi. “Kendi işlerine bakacağına Anglosakson büyükelçilerle balık yemeğe gitmesi abesle iştigaldir” dedi. Papazoğlu’nun koltuk değneği olarak çalışan bu parti zaten CÜMBÜRCEMAAT ittifakında da beraberlerdi.
Tüm vergi borçları tek kalemde silinen namı diğer Dörtlü Çete’yi oluşturan iş adamları Joe Le Mach, William Camion, Jack De Warrior ve Avarell Call-in ile halihazırdaki Piizişleri Bakanı Solomon Sert, Papazoğlu’nun birinci dereceden suç, pardon iktidar ortaklarıydı. Aslında tüm SEVAP üyeleri önce mazlum ve mağdur rolünü layıkıyla oynamışlar, sonradan zalim ve muktedir rolünde de başarıdan başarıya koşmuşlardı. Eyalet-şehrin bütün kalelerini zapt etmek, bütün tersanelerine girmek, bütün ordularını dağıtmak ve şehrin her köşesinin mültecilerle bilfiil işgal edilmesini sağlamak konusunda çok başarılı oldukları aşikardı. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olanı ise eyalet-şehir dahilinde 20 yıldır iktidara sahip olan bu parti üyeleri, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindelerdi. Şehir halkı, özellikle de eyalet-şehrin doğu yakası enflasyonun beraberinde getirdiği pahalılık yüzünden fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüştü.
Vali-başkan İkram Papazoğlu şehrin tüm yasa dışı ticaretinin hiçbir kolluk kuvveti engeline takılmadan tıkır tıkır yürütüldüğü Pürtelaş Sokak’ta, bu işleri yürüten kişiyle olan iş birliği açığa çıkmasın diye pür telaşından kendi dizine sıktığından beri tekerlekli sandalyeye mahkûmdu. Ve bu iş birliğine bizatihi kendi gözlerimle şahit olduğum için bana yani Tangsuk Ozan Ilgın’a eli mahkûmdu.
***
Erkek mi kadın mı olduğum belli olmadan sıska vücudumu gizleyerek bir motosiklet tamircisinde, dört zamanlı, su soğutmalı, dört silindirli, 1043cc hacimli Kawasaki Z1000R’yi gördüğümden beri motosikletlere âşık olmamı sağlayan İbrahim Usta’mın yanında çırak olarak çalışırken mahalleye dadanan seri hırsızları yakalamıştım. Sonrasında kendimi Sultanat Şehri Özel Kuvvetler- SSOK’ta süper polis olarak, silah belimde rozet cebimde çalışırken bulmuştum. Meğer Osteogenesis Imperfecta’dan mustarip bedenim kemoterapi ilaçlarıyla özellikle bu amaç için güçlendirilmişti ve ben bu bilginin haricinde tutulmuştum. Beni kendine bekçi köpeği olmam için yaratmış olan sistem, gün gelip haksızlıklara boyun eğmeyeceğimi ve sahibimi ısırabileceğimi ön görmemişti. Sanıyorlardı ki tüm köpekler, önlerine her kim kemik atarsa ona kul köle olurdu. Köpeklerle ilgili bilmedikleri bir şey vardı. O da kendilerine ‘köpek gibi’ davrananları asla affetmedikleriydi.
***
Yirmi yılda ben de kendime politikacılar kadar çok düşman edinmiştim. Anneannem Cilmaya bana hayatta kin duymadan yaşamayı öğretmişti. Ben de kin duymamak için düşmanlarımı bir bir ortadan kaldırmayı yeğlemiştim. Zira kin duymak daha kirliydi, düşmanlarımı temizlemek ise daha kolaydı. Temizlik imandan geliyordu, kendime olan imanımdan.
Mahallemizin Bakkal Necati Amca’sının oğlu ve silah arkadaşım Ramazan beni arkamdan vurmaya kalktı, ben de onu alnından vurdum. “Bir hain olarak adam kelimesini cümle içinde kullanman sence de ironik değil mi Ramazan?” diye sorduktan sonra tabii ki. Mafya bozuntusu Nuri Körleğene benim işimi bitirmeye çalışırken adamı Chedot Woodpecker’i satmıştı. Çatışmanın en önemli kuralı arkada ölü ya da diri adam bırakmamaktı. Körleğene adamını yaralı olarak bırakmış, ben de Woodpecker’in hayatını kurtarmıştım. Düşmandan dost olmaz derler ama Woodpecker bana bir iyilik borçlu olacaktı. Yine Nuri Körleğene’nin üzerime saldığı süper güçlü kadın İkarus İkra’yı yakmıştım ama balmumu kanatlarından bir kozay yangından kendini kurtarmıştı. Teğmen Âdem ortağımmış gibi davranarak beni düşmanlarıma satacaktı fakat ihanetini ortaya çıkardığımda tasmasını tutanlar tarafından bir kurşunla işi bitirildi. Güçlerimden korkmaya başlayan deep-devlet, alelade bir polise çevrilmem için suratıma nano-partikül püskürtebilecek bir fabrikanın Çirkef Executive Officer – ÇEO’su olan Madam Köri’yi kullanmıştı. Fakat sistem tarafından kullanışlılığı bitince tutuklanmıştı.
***
Sultanat Eyalet-Şehri’nde Ybani denen terörist kadın tarafından organize edilen büyük patlama ve 17 Megabit Şadiye’nin kumarhane-gemisinin havaya uçmasından sonra İkram Papazoğlu beni bir süre kaostan uzaklaşıp kafamı dinlemem için mahalleme yolladı. Tabii, o yasadışı kumar oynanan ve kripto parayla dolar manipülasyonu yapılan gemide kendilerinin ne işleri olduğu sorgulanmasın diye, has adamı Solomon Sert’le beraber bu patlamadan kıl payı kurtulduğunu basından saklamıştı. Hoş, öğrenilse bile Papazoğlu’na bunu sorabilecek babayiğit bir gazeteci bulunamazdı. Vali-başkan gemideki varlığını saklı tuttuğu gibi, sansasyonel açıklamalardan da geri kalmıyordu.
4 Ocak’ta yaptığı açıklamalarda “Sokaklara döküleceklermiş, ya siz 15 Mayıs’ı görmediniz mi? Türk siyasetinin gözünü kin bürümüş kifayetsiz muhterisler tarafından lekelenmesine izin vermeyeceğiz! CÜMBÜRCEMAAT ittifakı sizi gideceğiniz yere kadar süpürecektir!” diyordu.
***
Veteriner Mahmut, Kuyumcu Hilmi, motosiklet tamircisi dükkanından ustam İbrahim Usta, Sucu Selahattin ve onun oğlu polis ortağım Hüsnü beni mahalle kahvesinde karşıladılar. Bakkal Necati amca oğlunu alnından vurduğumu bilmiyordu ve asla öğrenemeyecekti. Sistemin hainleri kahraman ilan etmek gibi bir huyu vardı. Polis Ramazan da beni Urus oligarç Abramoviç’e satıp vatan hainliğiyle suçlanmama sebep olmasını hayatıyla ödemişti ama görev esnasında öldü denilerek madalyaya layık görülmüştü. Kendimi hiç Oscar alamamış Fight Club filmi gibi hissettiğim bu anlarda aklıma şu teselli geliyordu: Ödüllü filmlerin kaç kez seyrediyorduk? Bir kez. Fight Club’ı kaç kez seyrettik? Defalarca.
“Tak-sök Ozan geri geldi!” dedim mahalleliye. Tamircide çalışırken elim çabuk olduğundan mucize anlamına gelen ‘Tangsuk’ ismimle dalga geçmek için bana bu lakabı takmışlardı. “Sen istesen de artık Tak-sök Ozan olamazsın ki!” dediler bana. “Sen bizim kahramanımızsın.”
Mavi renkli Suzuki Inazuma F hâlâ İbrahim Usta’nın kapısında duruyordu. Bu benim güçlü halime ilk geçişime sebep olan, o zamanlar frenleri hiç dikiş tutmayan o motosikletti. “Sen çöp konteynırlarına bununla çarpınca satın aldım bu motoru sahibinden,” dedi İbrahim Usta. “Tamir ettim, topladım. O gün bugündür hüzünlü yavru bir köpek gibi yolunu gözler garibim.”
Gözlerim doldu. Elini öpmek istedim ustamın, ellerimi iki eliyle tuttu. “Ne münasebet…” dedi. “Benim senin ellerini öpmem lazım…”
“Ne demek ustam… Sen her zaman benim ustam olacaksın ben de senin çırağın. Çırağan Sarayı’nda yaşamıyorum ya! Altı üstü SSOK’ta süper kadın polisim!”
Gülümsedi. Duvardaki çividen anahtarları aldı, bana uzattı. “Hadi, hasret gider motorunla.”
***
Sultanat Eyalet-Şehri patlamadan sonraki yıkıntılarını, şehir ödeneklerinden ve banka kredilerinden cömert ısırıklar koparan Dörtlü Çete müteahhitlerine kaldırttı. Yıkılan binaların yerlerine süper-ultra-modern ve tabii ki eski sahiplerinin asla oturamayacağı kadar pahalı olan yenileri yapıldı. Böylece şehrin merkezi yeni yetme zenginlere kucak açtı.
Şehrin doğu yakasından da rant elde edebilmek için mahallemiz Savdi Akreplere peşkeş çekilerek MERKEZ-SULTANAT isimli bir rezidans projesi başlatılmıştı. Savdiler, şehrin eğlence ve finans dünyasında cirit attıktan sonra canları sıkılan mızıkçı çocuklar gibi çekip gitmişlerdi. Şehrin diğer kısımlarından Çin Seddi gibi bir duvarla ayrılmış ve asla tamamlanamamış 18 katlı rezidanslar, nükleer felaket sonrası bir şehir distopyası gibi görünüyordu. Ta ki komşu eyalet-şehirden açıkgöz iki müteahhit kardeş gelip bu oturulmayan rezidanslara çökene kadar. Engin ve Lami Vaçovski isimli ikiz kardeşler, MERKEZ-SULTANAT isimli proje alanını, araya adamlar koydurarak eyalet-şehir Vali-başkanı Papazoğlu’ndan elli yıllığına kiralamayı başarmışlardı.
Önce şehri bölen devasa duvarı yıktırdılar. Bu yıkıntılarla bir yapay tepe ve tepenin dibine de yapay bir gölet inşa ettirdiler. Engin Vaçovski, Mulen Ruj isimli dans ve revü gösterileri yapılan özel bir gece kulübü açarken, Lami Vaçovski yapay gölün kıyısına meşhur şarkıcıların sahne alacağı eskilerin kaliteli gazinosu misali ama ismine yeni nesil denen bir mekân açtı: Göl Gazinosu.
***
18 Ocak’ta Sezen Eaublanche isimli kadın şarkıcının 2017 çıkışlı ‘Şahane bir şey yaşamak’ isimli şarkısındaki “Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem’e” sözleri yüzünden linç kampanyası başlatıldı. Açık saçık film, dizi ve şarkıların üstünü örtmekle görevli Sultanat Radyo ve Televizyon Üst Örtme Kurulu- STÜK 21 Ocak’ta bir açıklama yaptı. “Sezen Eaublanche’ın şarkıları incelemeye alındı. Sadece bu şarkı değil milli ve manevi değerler konusunda gerekli hassasiyeti göstermeyen tüm şarkılar incelenecek” dendi.
Örneğin “Küçükten yar seveni cennete gönderseler” diyen türküyü ya da “On beş yaşında da Nazife de Hanım’a doyum olur mu?” diyerek insanlara pedofiliye teşvik eden türküleri yasaklasalardı ya! Ama yapamazlardı.
26 Ocak’ta Papazoğlu bu konuda açıklama yaptı. “Benim hitabımın muhatabı Sezen Eaublanche değildir. Hangi inançtan olursa olsun dini değerlere laf edilmesine müsaade etmem.”
Tam o sıralarda, Sezen Eaublanche’nin açılışı yapılacak Göl Gazinosu’nda assolist olarak görüşmeleri devam ediyordu. İsmi sansasyonla anılınca Lami Vaçovksi bu şarkıcıyı assolist yapmaktan vazgeçti.
Müteahhit kardeşler el ele vererek güçlenip şehri ele geçirebilecekleri yerde etraflarındaki hasis, haris ve hain insanların dolduruşuna geldiler. Birbirleriyle öylesine başladıkları rekabet ölesiye rekabete dönüştü. Bardağı taşıran son damla assolistsiz kalan Göl Gazinosu’nu işletecek olan kardeşin, ikizinin işlettiği Mulen Ruj’da dans eden güzeller güzeli ve müthiş yetenekli baş dansçıyı kendi mekânına transfer etmesi oldu. Bu dansçı, dans edişindeki mükemmelliği şarkı söylemesine de yansıtınca onu gazinonun assolisti yaptı. Şarkıcıya Banu Satenses adını verdikten sonra Göl Gazinosu’nda prömiyerini yapacağı geceyi duyurduğunda, bin kişi kapasiteli gazinonun biletleri yok sattı.
Prömiyer gecesi, ormanlık arazi kitabına uydurularak arsa haline getirildikten sonra ağaçlar kesilerek yapılan sefertası gibi SOKİ’lere sıkıştırılmış mahallemde güya kafamı dinleyeceğim üçüncü geceme tekabül etti. Şarkıcı sahne alır almaz içeri dalan düşman kardeşin itfaiyeciler gibi giyinmiş adamları mekânı hıncahınç doldurmuş bin kişinin üzerine ellerindeki su tabancalarından su fışkırttılar. Önce bunu yeni nesil gazinoya ait bir sahne performansı sanan ultra-ultra zengin misafirler, üzerlerine dökülenin su değil de benzin olduğunu anlayınca çığlık çığlığa panik yaptılar. Fakat tüm kapıların kilitli olduğu ve sessiz durmazlarsa en ufak bir kıvılcımla hepsinin yanmaya başlayacağı uyarısıyla süt dökmüş kedi gibi sandalyelerde ağlaşmaya başladılar.
Polis telsizinden anons üzerine anons geçilirken, SSOK birimleri için çağrı yapıldı. “Abla sen de gitmeyecek misin?” dedi gençlerden biri. Mahallenin minik büfesi önünde en ucuzu olduğu için sarı kutulu biralardan ikincisini henüz açmıştık.
“İzindeyim ben. Bırakın köpekler birbirini yesin oğlum. Bıktım artık zenginin zengine olan üstünlüğü savaşında iti-köpeği birbirinden ayırmaktan!”
Ayağımın dibinde usul usul kemiğini kemirmekte olan mavi gözlü canım köpeğim Çakır’ın başını okşadım. “Kusura bakma güzel gözlüm. Sözüm senin meclisinden dışarı…”
O sırada mahalleli gençlerden biri koşarak nefes nefese yanımıza geldi.
“Ozan abla! Ozan abla! Ağabeyim de orada çalışıyordu!”
“Nerede oğlum? Dur bir soluklan!”
“Orada abla! Göl… gazinosunda…”
Nefessiz kalmaktan konuşamayan delikanlıya arkadaşları yardımcı oldu.
“Abisi o gazinoya bulaşıkçı olarak girdiydi abla.”
Delikanlı devam etti: “Çok fena diyor! Hepsinin üstüne benzin dökmüşler! Hepsini mutfağa kapamışlar! En son bu mesajı attı bak! Cevap vermiyor artık!”
“Koduğumun mafya bozuntuları! Hollywood filmlerini izleyip izleyip icat çıkarıyorlar şerefsizim! Lan iki dakika rahat yok inan! Masum insanların üstüne benzin dökmek de neymiş ulan! Siz bir yere kımıldamayın. Üçüncü biraya yetişiriz biz.”
Suzuki Inazuma’ya Çakır’la beraber bindik. Çakır, onun için yaptırdığım özel kafeste ben de motorun üzerindeydik. Herkes büyük bir heyecanla bizi izliyordu. Sonra Suzuki Inazuma’nın Japonca’da yıldırım manasına gelen isminin hakkını verircesine hızlanarak boş arsanın kıyısında yan yana duran üç çöp konteynırına motorla adeta daldık. Motor konteynırlara takılı kaldı, Çakır’la ben arsanın ortasına fırladık. Ben, üzerime üç beden büyük gelen siyah kot pantolonu ve dedemden kalan siyah deri ceketi doldurarak ayağa kalktım. Çakır da güçlü köpek haline geçerek yanıma geldi. İki güçlü kadın, iki güçlü polis, yine mazlumları kurtarmak ve şerefsizlerle savaşmak üzere yola düştük.
Mekâna motorumla girdim. Göz açıp kapayıncaya kadar ellerindeki benzin dolu su tabancalarını bir kenara atmış ve lav silahlarıyla bekleyen adamların ayaklarını çelik halatla bağladım. Dışarıdaki polis panzeri işaretimle çelik halatı çekince hem kapılar kırıldı hem de adamların hepsi tek tek avlandı. Fazla oyalanmadım. Mutfağa dalıp gencin ağabeyini motorun Çakır’a ait kafesine attım. Çakır’a da peşimizden gelmesi için bir işaret çaktım. O sırada sahnenin bir köşesine sinmiş ağlamaktan ve korkudan tir tir titremekte olan assolisti gördüm. Çakır da gördü. Yanına gitti ve beklemeye başladı.
Bulaşıkçı çocuğu sağ salim dışarı çıkardıktan sonra, SSOK ekibinden arkadaşlarımın ve amirim Kozak Hayri’nin müdahale için girdiği mekâna motorumla tekrar daldım. Sahnenin o kuytu köşesinde yanında Çakır olduğu halde hâlâ korkudan tir tir titreyen assolisti motorun kafesine attığım gibi peşimden seğirten Çakır’la soluğu mahallede aldım.
Beni Cilmaya karşıladı. SSOK amirinden benim assolisti kaçırdığımı öğrenmişti.
“Motoru bırak. Ormana gideceksiniz. Bütün bu hır gürün odağındaki kadını kaçırmakla sırtına bir hedef tahtası çizdiğinin farkındasın değil mi?”
“Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum. Sırtımda hedef tahtasıyla doğmuşum. Sırtıma bir ok daha gelmiş ne fark eder ki anneanne?”
Büfede biraları bir yana bırakmış telaşla bizi bekleyen gençlere selam çaktım.
“Abine tıbbi olarak müdahale ediliyor. Benzinden gözleri yanmış biraz ama onun haricinde turp gibi. Selamı var. Demedim mi ben üçüncü biraya yetişirim diye! Fakat şimdi bana bir araç lazım. Hadi zıplayın bakalım.”
Assolist, Çakır ve ben, gençlerden birinin kamyonetiyle SOKİ’lerin kıyısındaki ormanın içlerine girip oradaki bir kulübeye yerleştik. Neden sonra sakinleşen assolist gitti, yüzünü yıkadı. Bir sedir, bir masa, bir sandalye aynı anda banyo ve mutfak görevini gören minnacık bir tezgâhtan ibaret helâsız bir kulübedeydik. Geldi, sedirde yanıma oturdu. Kalp atışları nefes alışverişlerinin düzelmesine müsaade edince bana döndü ve beni dudaklarımdan öptü. Şaşkınlık, merak ve sorgu dolu gözlerle baktığımı görünce başındaki peruğu çıkardı. Yüzünü kurulamak için kullandığı eski püskü havluyla yüzündeki makyajı şöyle bir sildi. O muhteşem güzel kadın yüzünün altından yine çok güzel yüzlü bir erkek çıkacağını asla tahmin edemezdim.
“Ama sen? Sen?”
“Doğuştan erkeğim. Rol olarak transvesti. Tercih olarak biseksüel. Ben ilişkide karşımdakinin insan olup olmamasına bakarım, hangi cinsellik organına sahip olduğuna değil. Aşk, ruha duyulur. Beden sonradan beğenilir. Ha eğer bir gecelik ilişki yaşayacaksan o zaman hiç konuşmasan da olur. Ama ben seni zaten ezelden beri tanıyorum. İbrahim Ustanın oğlu Serkan’ım ben. Sen bizim dükkânda çalışıyorken ben hep seni uzaktan izlerdim. Hatta hırsızlık olayının olduğu gece ben de oradaydım. Tam cesaretimi toplayıp yanına geleceğim gece, o uğursuz herifler dükkana girdiler. Yüzlerinde siyah kar maskeleriyle 4 tane izbandut gibi adamı görünce korkudan altıma ettim. Seni kurtarmaya çalışacağıma en azından yolunda öleceğime bir korkak gibi oradan kaçtım. Sonra mahalleyi de terk ettim. Sen beni hatırlamazsın. Çünkü babam motosikletlerden hiç anlamadığım için beni dükkânın yanına yanaştırmazdı. İşi devredebilecek bir oğlu olmadığı için hicap duyarken senin erkek olmamana rağmen bu işi böyle güzel kıvırmana bayılırdı. Hatta işi sana devretmeyi düşünüyordu. Kısmet olmadı. Ben ta o zamanlardan beri sana aşığım. Ve şimdi buradayım işte. Ben yine korkak, sen yine kahraman.”
“İyi de ben o zamanlar erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan sıska çirkin bir şeydim. Sen benim neyimi beğendin ki?”
“İşte bunu…” dedi ve siyah kot pantolonumla dedemin siyah deri montunu üzerimden çıkardı. Demek kaderimde bu da vardı. Çocukluktan beri bana aşık kadın kılığında dans eden ve şarkıcılık yapan biseksüel bir erkekle bir orman kulübesinde yangın çıkarmak!