Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

OZAN ILGIN 24: REPLİKA

Diğer Yazılar

Tuğba Turan
Tuğba Turan
1972, Ankara doğumlu olan Turan, 1990 yılında Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtı. Kendisini 2003 doğumlu bir erkek evlat, üç köpek, on (zaman zaman daha fazla) kedi annesi olarak tanımlamaktadır. Safranbolu’da yaşıyor. Zalifre Yazıları isimli basılı dergide makaleleri yayınlanan yazarın Gölge e-Dergi'nin son yirmi sayısında fantastik hikâyeleri yer almıştır. Dedektif Dergi’nin kuruluşundan beri yazdığı 30 bölümlük Tilda ve Diğerleri isimli polisiye hikayeleri kitap haline gelmiştir. Kişisel sayfası olan tugbaturan.com'da tüm yazılarını yayımlayan yazar aynı zamanda Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesidir. Eserleri: Adı Cemre Olacak (Roman) 2020, Herdem Yayınevi Dedektif Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları (Polisiye Hikâye) 2021, Herdem Yayınevi Dedektif Dergi (Polisiye Hikâye Seçkisi, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Kırmızı Battaniye (Polisiye Hikâye, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Dark Polisiye – İkinci Kitap 2021, Dark İstanbul Yayınları

Burgaziçi Nehri’nin iki yakasına kurulmuş Sultanat Eyalet-Şehri’nin Batı Yakası, zenginliğin, gökdelenlerin ve parlak ışıkların debdebesiyle her gece parlardı. Benim hikâyem ise mahallemin bulunduğu şehrin fakir Doğu Yakası gibiydi; varoş, az gelişmiş ve Ortadoğu’nun kadın ve erkek eşitsizliği balçığına saplanmış. Ben, aşk hikâyemi mutsuz sonla sonlandırmış, eskiden benim gibi bir süper güçlü kadın polis olan anneannem Cilmaya ve güzel mavi gözlü, süper güçlü köpeğim Çakır ile, mahallemde kız kıza mutlu mesut bir hayat sürmeye odaklanmıştım. Kayıplara karışmış mafya babası Nuri Körleğene’nin Sicilibozukya’dan kopup gelmiş kuzeni tam da bu ara ortaya çıkmıştı. Uçan Kaçan Rüçhan isimli bu kadın, Sicilibozukya’dan Sultanat Eyalet-Şehri’nin yeraltı ve yerüstü kumar dünyasına hızlı bir giriş yapmıştı.

***

İki oğlu, gelinleri ve dört torunuyla bizim mahallede yaşayan Güvercin Ana’nın evi, artık yıkılmaya yüz tutmuş iki katlı hanelerin olduğu sokaktaydı. Mahallede sorup soruşturunca öğrenmiştim ki, iki oğlunu da kumar borcuna kaptırmıştı. Bir nakliye kamyonları vardı, satılıp gitmişti. Gelinleriyle torunları evlerini terk etmişlerdi. Güvercin Ana bahisçilerin kumarbaz oğulları için evlere gönderdiği içinde 5000 lira ve LSD emdirilmiş 5 dolar şeklindeki yarısı yırtık kurutma kâğıdının bulunduğu zarfı bana yollamış, sonra da beni eve çağırmıştı. Eve gittiğimde Güvercin Ana’yı, başında yaşmak, elinde tespih, namazlığının üzerine bağdaş kurmuş, için için ağlarken buldum.

“Çayı yeni demledim evladım. Bir bardak koyayım da için ısınsın.”

Ben çayı iki yudumda içip bitirince gülerek “Ağzını mı tenekelettirdin evladım?” diyen Güvercin Ana ikinci bardak çayı koymak için mutfağa seke seke gidince arkasından öylece bakmışım. Mutfaktan çıkarken Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış peri kızları gibi, bir oraya bir buraya sallanan pembe ipek şalvarlı kalçalarıyla senkronize bir halde salınan beline kadar lüle lüle karamel rengi saçları eşliğinde, elindeki ipek mendili yüzüne örte örte dans etmeye başladı. Yerdeki halı ayağımın altından kaydı. Ya da ben halının üzerinden kaydım. Birdenbire önümdeki duvar alçaldı ve yok oldu. Halıyla beraber ben göğe yükselirken Güvercin Ana’nın görüntüsü bir gözümün önünde lamba cini gibi buharlaştı. Diğer gözümse bana getirilen çay bardağına takılı kalmıştı. Beynim sondan bir önceki sinapsıyla deliğe düşerken takip ettiğim şeyin beyaz bir tavşan değil de çaya attığım şekere emdirilmiş kokusuz renksiz bir sıvı olduğunu idrak ettim.

Son mantıklı sinapsım, bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu düşünürken, deminden beri açık olduğunu nasıl da fark edemediğim ve artık üzerine beraber bindiğimiz uçan halıyla Sultanat Şehri üzerinde süzülmekte olan TV’ye gözüm kaydı. Ben kendimden geçtim, beynim de tuzağa düşürüldüğümü kavradı. Son duyduğum şey, haberlerde artık haber değeri olmayan şeyler olduğuydu.

***

Güvercin Ana’nın evinden çıkınca bunun bir tuzak değil bir aydınlanma olduğunu anladım. Bastıkça yeri titreten sağlam adımlarla Sultanat Şehri Özel Kuvvetler- SSOK binasına girerken kendimi hiç bu kadar güçlü ve özel hissetmemiştim. Hep kaybeden tarafta olduğum için gözlerim eziklikle kör olmuştu. Ama bugünden itibaren madalyonun öbür yüzündeki dünyaya bakacaktım. Ben de arada sırada kazanan tarafta olsam, daha mutlu olmaz mıydım?  “Bize de bir gün kader güler, güler inşallah…” diyerek, “Bana kaderimin bir oyunu mu?” diye kadere isyan ederek, zaten her acının tiryakisi olmuş Eski Ozan iken, efkâr üstüne efkâr istiflemiştim. Neyse, efkârın neresinden dönsem kârdı. Yeni Ozan’ın playlisti şu şarkıyla başlayacaktı: “Kalbimi bunun için mi kırıcam ben? Kendimi bunun için mi yorucam ben?”

***

SSOK’ta mesaime başlar başlamaz Sultanat Eylalet-Şehri Vali-başkanı ve Sade Vatandaş Partisi- SEVAP lideri İkram Papazoğlu için özel koruma birliği kurdum. Birliğin başına geçip her gittiği yerde Vali-başkana etten ve çelikten bir duvar örmeyi kendime bir görev bildim. Kahraman polis Yeni Ozan Ilgın eyalet-şehrinin yanındaydı, daha doğrusu onu yönetenlerin hizmetindeydi.

Özgürlükleri için sokaklara dökülmüş genç kızları ve kadınları polislere coplattım. Polislerin kadınları coplamasını haber yapan gazetecileri içeri tıktım. Kendini bilmez bir şairin ‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ dizesinin yazılı olduğu pankartı taşıyan bir kadını, toplumu önce bölücülüğe sonra da teröre sevk ediyor diye mahkemeye sevk ettim. Yaptıklarımı neden yaptığımı anlayamıyordum ama yüzümde çok haklı olduğuma dair bir ifade vardı. Bu yüzden asla nedenini sorgulamıyordum.

Bana 77 katlı Belediye Bilişim-Bel-Bil Kulesi’nden kocaman dubleks bir rezidans verdiler. Bu akıllı ev, ben içeri girince parmak izimle her şeyi açıyor ve kapıyor, tüm sosyal medya kocaman sanal bir ekranda önümde beliriyordu. Artık bir sosyal medya fenomeni olmuştum.

Bana Sultanat Otomobil Girişimcileri -SOGG tarafından üretilmiş özel bir araç verdiler. Hemen bu araç için bir motto buldum:

BİRİMİZ HEPİMİZ İÇİN

HEPİMİZ SOGG’UMUZ İÇİN!

Araç bir Transformers gibi robota dönüşmüyordu tabii ki. Ama nereye gitmek istediğimi söylediğim zaman otomatik pilota geçerek beni götürüyordu. Aracı Sultanat Eyalet-Şehri bayraklarıyla süsleyip Burgaziçi Köprüsü’nden geçtiğim zaman bütün halk sokaklara dökülüp beni selamladı. Bunca yıldır ezilenlerin yanında olmuştum ama hiç kimse beni böyle büyük bir tezahüratla karşılamamıştı.

Varoş mahallelere giderek üzerinde Vali-Başkanımın fotoğrafı ve partimizin logosu olan yardım kolilerini taşırken Sult TV kameraları da bizimle beraber ev ev geziyordu. İnsanlar minnettarlığını belli etmek için kapılarına Vali-başkanın en yakışıklı fotoğraflarından birini asıyorlardı. Sessizce kimsesizlerin kimsesi olan fakir Ozan Ilgın değildim artık. Varoşlara refah dağıtan bir kahramandım. Eskiden sağ elimin verdiğini sol elim bilmezdi. Şimdi iki elimle birden insanlara yardımcı oluyordum ve bunu kameraların önünde yapmaktan müthiş bir keyif alıyordum.

Sağ kolumda Sultanat Şehri Özel Kuvvetler- SSOK pazubendiyle gezerken kendimle gurur duyuyordum. Eyalet-şehir tamamen bir polis-devleti haline geldi. Biz en çok sözü geçen kolluk kuvvetleri haline geldik. Keyfimize, mutluluğumuza diyecek yoktu.

Arada bir mutluluktan zihnimin bulandığı oluyordu. Sanki bütün bunları ben yaşamıyordum da her şeyi kirli, opak bir camın arkasından izliyordum. Bunları gerçekten ben mi yapıyordum yoksa bana çok benzeyen birinin yaptıklarını berbat görüntüsü olan eski püskü bir televizyon ekranından bana seyrettiriyorlar mıydı, anlayamıyordum.

Muktedirin yanında yer alan kahraman polis ilan edilmekle içimdeki ezik çocuk Ozan, hayatında ilk defa bu kadar pohpohlanıyordu. Fakat bu ezik çocuktan güç alan Eski Ozan, Yeni Ozan’ın bu kadar pervasızca ve hiç sorgulamadan güce teslim oluşunun hayal mi gerçek mi olduğunu kavrayamıyordu. Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ında General Corman ne diyordu: “İnsan kalbinde her zaman bir çatışma vardır. Mantıklı ve mantıksız arasında… İyi ve kötü arasında… Ve iyilik her zaman galip gelmez. Bazen karanlık taraf, doğamızın iyi meleklerine galip gelir…” İşte Yeni Ozan, bu galibiyetin bir ürünüydü.

Bütün bunlar olurken eyalet-şehir vatandaşları ellerinde HAK ADALET LİYAKAT yazan pankartlarla sokaklara döküldüler. O zamana kadar parti olarak şunun ayırdına varmıştık: Her daim doğru bildiklerini söyleyen ve işini hep dürüst yapan liyakat sahipleriyle bu gemiyi yürütmemiz mümkün değildi. Bize, her nabza göre verecek şerbeti bulunan riyakârlar lazımdı. O yüzden vatandaşların ellerindeki sakıncalı pankartları toplattım. Bir polis-devleti mottosu düşünüp devasa pankartlarla tüm şehre yazdırdım:

EYALET-ŞEHİR İÇİN HALK

EYALET-ŞEHRİN YANINDA OLAN HALK

EYALET-ŞEHRİ VAR ETMEK İÇİN YAŞAYAN HALK

Mottomuz, varlığını ve (maddi) varlığını eyalet-şehrin ve verilecek ihalelerin büyüklüğüne borçlu, çoğu müteahhit olan meclis üyeleri tarafından eyalet-şehir meclisinde ayakta alkışlandı. Halkın varlığı bir kısım zümrenin varlığına armağan olsundu.

Eyaletin verdiği yardımların gecekonduların ön kapılarından girip arka kapılarından çıkarıldığını görüyordum. Elini dudaklarına götürüp susmamızı söyleyen hemşire logolu Sultanat Sosyal Hizmetler- SSH kutularıyla gani gani yağdırılan bu yardımlar, ihtiyaç sahibi evleriymiş gibi gösterilen adreslere yığıldıktan sonra, evlerin arka kapılarından başka eller tarafından başka insanlara gizli gizli dağıtılıyordu. Devletin malı deniz yemeyen domuz değildi. Devletin malını kendi malıymış gibi dağıtmayan domuzdu.

Olsundu, çünkü bu işte en ufak bir enaniyet yoktu. En iyi niyetlerle enayilerden oy toplamak için yapılıyordu. Sonuçta bu dağıtılanlar fakir birilerinin kursağına gidiyordu. En azından akşamları sokakta aç ve açıkta insan kalmıyordu. Politikacılar bundan nasıl nemalanırlarsa nemalansınlar, bizi ayakçı gibi kullanarak yapılan bu dağıtım işlerine önayak olmak benim için bir şerefti.

Şehrimizdeki dini bütün baronları, helal olmayan uyuşturucu parasından kurtarmak için, bu uyuşturucuları ücretsiz dağıtan merkezler kurulmuştu. Bir kere uyuşturucuları ücretsiz dağıttıktan sonra gençler bunlara para harcamak yerine daha iyi işlere yöneliyorlardı. Mesela bu uyuşturucuları içip sıcacık kumarhanelerde kumar oynuyorlardı. Fazlasını satmak durumunda kaldıkları için para kazanıyorlar ve hayatlarında ilk defa ailelerine para, evlerine ekmek götürebiliyorlardı.

***

Partim için canla başla yaptığım hizmetler göz ardı edilmiyordu. Polislik basamaklarında yükseldikçe yükseliyordum. Sonunda Kozak Hayri amirimin yerine ϟϟOK’un başına getirildim. Sultanat Emniyet Amirliği’ne getirileceğim tüm kulislerde konuşulmaktaydı. Biseksüel aşkım Serkan’la yaşadığım hayal kırıklığından sonra mutlu olabilmem ve eyalet-şehrime daha iyi hizmet edebilmem için rezidansımın kapısında biten Piscolata erkekleri bana mutlu geceler yaşatmaya ant içmiş gibilerdi.

Kadın kılığında dans eden ve şarkıcılık yapan Serkan Tabanakuvvet, yani evli olduğunu öğrendiğim eski aşkım, arada sırada Black Velvet şarkısı eşliğinde kafamda dans ediyor, hatta striptiz yapıyordu. Böyle zamanlarda yüzüm gözüm şişene kadar ağlamak istiyordum. O şarkı eşliğinde, o görüntüleri hatırlamamak için başka melodiler mırıldanmaya çalışıyordum: Kapıma dayanma sakın, yakarım inan yakarım!

Kadınlar sokakta gezmekten korkarken, ahlak kuralları şehrimde hep erkek-egemen topluma hizmet edecek şekilde erkeklerin işlerine geldiğince eğilip bükülmüşken, eyalet-şehrimin ve Vali-başkanımın gücünü sosyal medyada da temsil ettiğim için yaptıklarıma göz yumuluyordu. Piscolata erkekleriyle o kulüp senin bu kulüp benim günümü gün, gecemi gece ediyordum. Arada sırada uğruyorlardı bana, hovardayım diye kızmıyorlardı bana.

Böyle bir gecenin sabahı, Piizişleri Bakanı Solomon Sert’in Özel Kalem Müdürü rezidansımın kapısında bitti. “Bakanlıktan çağırıyorlar Ozan Hanım.”

İki metre boyundaki kapı gibi partnerim, içeriden beline havlu bile sarmadan çırılçıplak koridora gelerek uykulu bir ses tonuyla “Kimmiş o hayatım?” dediğinde, Özel Kalem Müdürü kafasını başka tarafa çevirdiği zaman bile utanma duygum faaliyete geçmedi. Tüm bu rezillikleri hiç gözümü kırpmadan yaşayabiliyor olmam bir zamanlar neler neler için utanç duymuş Eski Ozan için çok büyük yenilik, Yeni Ozan içinse vakayı adiye idi. Demek ki insanın ar damarı da şehrin lağım borusu gibi bir kez çatladı mı içinden fışkıran fışkıyı tutmak mümkün olmuyordu.

***

Solomon Sert bir gece önce canlı yayında eyalet-şehrimizdeki mültecileri göndermekle ilgili video çekmiş olan Victorian Parti-VP lideri Hope Mountain’la ilgili çıkış yapmıştı.

“Ben onu adam yerine koymam. Onun bulunduğu toplantıyı terk ederim. Bu, hayvandan aşağı bir adamdır. ‘Esfeli safilin’dir yani bir kişinin düşebileceği en aşağı mertebededir. Soros çocuğudur. Operasyon çocuğudur.”

Hope Mountain ise hiç beklemeden ertesi gün Solomon Sert’e şöyle seslenmişti:

“Solomon! Eğer adamsan! Korkak değilsen! Bugün polislerin arkasına sığınmadan bakanlığın önünde karşıma çık! Sen don lastiği satarken ben akademide ders veriyordum! Arkasına saklandığın polislerin çoğu benim öğrencim! Görevin bittiği zaman tutuklanacaksın! Sen Sultanat Eyalet-Şehri tarihinin en büyük kriminalisin. İkimiz birden ölünceye kadar bu devam edecek! El mi yaman bey mi yaman?”

Makama vardığımda Solomon Sert’in canının sıkkın olduğunu on beş metreden anladım. O yüzden, gayet nazik bir dille söylediklerini hiç itiraz etmeden dinledim. Kendime uygun bir delikanlı seçip artık evlenmem gerektiğini söyledi. Bana öyle bir düğün yapılacaktı ki, Prenses Diana’nın düğünü ve gelinliği benimkinin yanında sönük kalacaktı.

***

Sanki bir tarafım şeytan, diğer tarafım melekti ama akçaağaçtan oyulmuş Mefistofeles ve Margaretta heykeli gibi her iki tarafımın da birbirinden haberi yoktu. Bir yüzüm kibirli gülümsemesiyle öylece dimdik dikilen şeytandı, diğer yüzüm başını hafifçe öne eğmiş masum ve mütevazı bir melekti.

Büyük bir şaşkınlıkla izlediğim Yeni Ozan’ın muhteşem Zafer Takı yürüyüşü sahnelerinin arasına, film şeridine yetişkinler için attırılmış ayıp sahneler gibi saniyelik görüntüler giriyordu. Bu cızırtılı ve karlı eski görüntüler, bir zamanlar her türlü haksızlığın karşısında yer almaya çabalayan ama her seferinde daha büyük bir haksızlığa uğrayarak daha ihtişamla yenilen Eski Ozan’a ait görüntülerdi. Bu görüntüleri, gözlüğümün camını pis bir bezle temizler gibi kafamdan atmaya çalışıyordum. Muzaffer ve güçlüden yana olan Yeni Ozan “too good to be true / gerçekleşemeyecek kadar mükemmel” değildi artık. Gerçekti ve mükemmeldi.

***

Kendime Piscolata erkeklerinden birini nişanlı olarak seçtim ve bunu sosyal medyada duyurdum. Ortalık çalkalanıp da durulunca tarih belirlendi ve sonunda düğün-dernek kuruldu. Kuyruklu gelinlikler, kuyruklu piyanolar ve ‘Seni sonsuza kadar seveceğim’li kuyruklu yalanlar, pahalı tek taş yüzüklerle taçlandı. Damadın giydiği donla çoraptan takılan yüzüğe, boynumuza dökülen parfümden saçımıza sürülen jöleye, arabayı süsleyen çiçekten göğe yükselen binlerce balona kadar her şeyin reklamının yapıldığı ve bunun da Piizişleri Bakanı Solomun Sert’e ait reklam şirketi tarafından abartılarak yapıldığını söylememe gerek var mıydı? Ayrıca tüm düğün masraflarının SEVAP partisine sevabına hizmet eden kahraman bir polis olduğum için devlet kasasından, artık utanmamız kalmadığı için de örtüsüz ödenekten yani fakir fukaranın rızkını vermemiz gereken vergilerden karşılandığını söylememe de gerek yoktu herhalde.

Düğün günü gelip çattığında ben hiç olmadığım kadar güzel, peri masalından fırlamış bir gelin, damat da bembeyaz bir limuzinle beni Kaf Dağı’na çıkaracak prensim olarak halkın sevgi gösterileri arasından caddelerden geçecektik. Sonra Burgaziçi Köprüsü’nde limuzinden inip düğünümüze ev sahipliği yapacak olan Burgazphorus Milton Oteli’ne yürüyerek gidecektik.

Sahne ışıklarını yüzünde hissetmek güzel duyguydu. Arzulanan, gazetelerin ön sayfalarına ismi yazılan, paparazziler tarafından kovalanan, Instagramlarda beğeni yağmuruna tutulan, her videosu her ‘post’u yüz binlerce kez izlenen kişi olmak, insanın önceki hayatındaki tüm ezikliklerini unutturuyordu insana. Önceki hayatı? Eziklikleri? İnsan? Ozan? Ben insan değil miyim diyen Ozan mıydı bunları yaşayan?

Şehrin en büyük camisinin avlusunda Dizaynet İşleri Başkanı, ben ve müstakbel kocam için anlamadığım bir dilde heyecanlı heyecanlı dualar etti. Dini devlet işlerinden güya ayırmıştık ama hayatımızın her anında dürüstlük ve ahlak teminatı olarak, 1400 yıl önce indiği iddia edilen ve 2000 yıl önce Meryemoğluna inenlere, ondan çok önce de İsrailoğullarına inenlere çok benzeyen bir metni teminat göstermekten vazgeçmemiştik. Dinle devleti ayıralım derken biz devleti dine oyuncak etmiştik.

Dualar edildi, tüm eyalet-şehir televizyonculuk tarihinde en çok izlenen canlı yayına imza atıldı. Damat ve ben köprüden geçmek üzere yola döküldük. Benim gelinliğimin köprünün bir ucundan bir ucuna uzanan kuyruğunu tutmak üzere varoş mahallelerden toplanarak küçük gelinlikler giydirilmiş geleceğin çocuk gelinleri, evlenmenin ve bir erkeğe maddi olarak bağlanmanın bir kadının hayatındaki tek ve en önemli an olduğunu öğrenerek büyüyeceklerdi. Ama onların asla benim gibi dillere destan gelinliklerle tüm ülkenin şakşakçılığı eşliğinde evlenmelerinin mümkün olmaması benim suçum değildi.

Babaları ya da abileri olacak yaşta adamlarla evlendirilmeleri ve hayatın dikenli yollarında tek başlarına, ellerine dikenler bata bata kanlar içinde kalarak ilerlemek zorunda olmaları benim suçum değildi.

Daha gerdek gecesinden başlayarak kanın çarşaftaki kıpkırmızı lekesinin varlığı veya yokluğunun bu zavallı çocukcağızların hayattaki varlığı veya yokluğuna karar kılacak olması benim suçum değildi.

Bu kadar pahalı bir gelinlikle, bu kadar pahalı bir kuaförde yapılmış saçlarla, parmağımda yüzükler, kolumda bilezikler ve gerdanımda pırlantalar parıl parıl parlarken, ayağımdan asla çıkmayacağına emin olduğum camdan ayakkabılarım ve asla kabak olmayacağını sandığım limuzinle benim için verilecek baloya doğru kendimden emin adımlarla yürüyor olmam da benim suçum değildi.

Bir zamanlar üzerine üç beden büyük gelen siyah kot pantolonum ve dedemden kalma siyah deri ceketimle kendimi gizleyerek gezerdim. Bir motosiklet tamircisinde çalışırken, bir erkeğin dikkatlice baktığında bile gözlerinde fer oluşturamayan bir kadındım. Podyumdaki tüm o güçlü ışıkların altında, daha önce kömürken, görün ben, artık işlendim, bir elmas oldum ve bakın nasıl ışıldıyordum. Ben? Kömür? Ben? Elmas? Ben? Ozan? Hayırdır? O ışıklar gözümü kör etmeden önce böyle konuşmuyordum!

***

John Gardner, The Art of Fiction kitabında klasik bir roman başlangıcı olarak şunu söyler: “Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Bence bir hikâyeyi asıl muhteşem kılan olay, sahneye muhteşem bir kadının giriş yapmasıdır.

Scarface’te mavi renkli derin yırtmaçlı askılı saten elbisesiyle Michelle Pfeiffer; The Postman Always Rings Twice’ta Lana Turner ya da Jessica Lange; Mission Impossible: Rogue Nation’da sarı saten elbisesiyle Rebecca Ferguson; Pretty Woman’da kırmızı elbisesiyle Julia Roberts, My Fair Lady’de beyaz elbisesi ve boynundaki muhteşem gerdanlıkla Audrey Hepburn sahneye girer ve hikâyenin gidişatı değişir.

Ben, yani en gerçek, en hakiki, yapay olmayan zekâlı Ozan Ilgın! Sahneye girerim ve bu hikâyenin gidişatı değişir. Sonunda kameralar bana döndü mü? Bana yani, asıl Ozan Ilgın’a? Bana yani, asil Ozan Ilgın’a? Kendini muktedire hizmet etmekle mükellef sanan mükemmel yalancı ve sahtekâr Yeni Ozan Ilgın’a değil!

Anlaşılan o ki, bana Güvercin Ana’nın evinde çok kuvvetli uyuşturucu ve halüsinojen ilaçlar verip doğal zekâmı ve sesimi kopyalamışlardı. Sonra da eyalet-şehir için köle gibi çalıştırmak ve bana yaptıramadıkları işleri yaptırmak için yapay zekâm yüklenmiş bir replikamı üç boyutlu yazıcıdan çıkartıp SSOK’a yollamışlardı. Bu Yeni Ozan’ın yaşadıklarını da bana izlettirmişlerdi. Bana sürekli verdikleri ilaçlardan dolayı, olayları sanki kirli opak bir camın arkasına saklanmış bir ekrandan izliyormuşum gibi hissediyor, SEVAP partisine kul köle olmuş kişi ben miyim yoksa bunlar benim kötü bir ayna görüntüm mü anlayamadan yeni ilaçların etkisiyle kendimden geçiyordum.

Olayların bu noktaya varacağını tahmin etmeliydim. Fakat ağır uyuşturucu etkisi altında kocası dahil elli kişi tarafından yıllarca tecavüze uğratılan Fransız kadın Gisèle Pelicot gibi, baş ağrısı ve halüsinasyonlarla beraber gelip giden hafızamla tüm meseleyi benim halüsinasyon görüyor olmamdan ibaret sandım. Hâlbuki sahte Ozan Ilgın yani replikam, kendisine verilen tüm emirleri hatasız yerine getirip asi ve söz dinlemez Ozan’dan, her nabza göre şerbet verebilen ve muktedirin istediği tüm taklaları atabilen bir güvercine dönüşmüştü. Bu taklalar muktedirin her hareketini şakşaklayan güruh tarafından ayakta alkışlanmış ve sonunda dillere destan bir düğünle evlenecek olan yapay bir Ozan yaratılmıştı. Bu düğünü destanlaştıracak dilleri, kızgın demirle dağlamak her zamanki gibi bana düşmüştü.

İlacın etkisini vücudumdan atıp acı gerçeklere vakıf olduğum an, hapsolduğum yerden güçlü kadın bedenimle fırlayıp üç dakikada Burgaziçi Köprüsü’ne ulaştım. Tıpkımın aynısı ama benden çok daha güzel görünen sahte geline bir-iki cümlecik lafım vardı.

“Gelin ata binmiş ya nasip demiş ey gafil! Sen ne diye seviniyorsun? Sormazlar mı, bu hikâyenin bir başkaldıranı, her daim ezilenlerin, gururluların, terk edilmişlerin, yoksul bırakılmışların yanında olan bir anti-kahramanı vardı, sen de kimsin Kim Kardashian götü kılıklı diye! Sormazlar mı ha?”

Önce elimin tersiyle damat olacak piskolata mı püskevit mi her ne halt reklamından fırlamış denyoyu Burgaziçi Nehri’nin derinliklerine gömdüm. Replika Ozan’ın asla kabak olmayacağını sandığı limuzini bir yumruğumla ikiye böldüm. Kuklayı, ayağından hiç çıkmayacak sandığı camdan ayakkabılarıyla beraber limuzinden çekip çıkarmak zor olmadı. Beynini geldiği yapay geri zekâ cennetine geri gönderdim. Sahte bedenini ikiye bölüp onu da nehrin sularına gömdüm. Dillere destan düğün dudak uçuklatacak bir şekilde sona erdi. Canlı yayın yapan kameramanların ve dron kullanıcılarının bir suçu yoktu. O yüzden tüm görüntüleri ana merkeze aktaran karavanı patlattım. Böylece düğünün reytingi de sahte gelin ve damat gibi Burgaziçi Nehri’nin dibini boyladı. Artık kafamda çalmakta olan şarkıyı gönül rahatlığıyla dinleyebilirdim: Dağ gibiyim taş gibiyim, dimdik ayakta. Sağ çıkarım sağ çıkarım senden uzakta.

***

Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi-CEVAP lideri Klaus Klaudiusson Vali-Başkan İkram Papazoğlu için şehirden kaçacaklar dedi. CEVAP’a cevap olarak Papazoğlu’nun kendine güveni tamdı:

“Önümüzdeki sene bir Sult vatandaşı uzaya gidecek.”

Cümleyi duyar duymaz Sezen Eublanche’nin “Hadi bakalım kolay gelsin” şarkısı kafamda çalmaya başladı. Öyle ya, insan eline diline hâkim olmalıydı, yoksa öcüler yerdi seni.

Pleasury ve Fiance Bakanı Işıkettin Bitkisel “Enflasyonu yüreğimizle halledeceğiz…” demişti. Aşka yürek gerektiğini biliyordum ama bu yüreği beş para etmez politikacıların finans işlerini yürekleriyle halletme girişimlerini de yürekten kutlamam gerekiyordu.

***

Ridley Scott, American Gangster’de, Dedektif Richie Roberts’a şöyle dedirtir: “Uyuşturucu ticaretinin bitmesini istemiyorlar. Bu işte çok fazla insana ekmek var. Polisler, avukatlar, hakimler, denetimli serbestlik memurları, hapishane gardiyanları… Bu ülkeye uyuşturucu girmeyi bıraktığı gün, yüz bin kişi işsiz kalır.”

Şehirde Uçan Kaçan Rüçhan’a borç etmemiş bir uçanla bir kaçan kalmıştı. Güvercin Ana oğullarını kumar batağından kurtarmak uğruna beni satmış, bana o çayı elleriyle içirip haftalarca uyuşturulmama sebep olduktan sonra da arazi olmuştu. Varoş mahalle insanlarını borçlandırıp evlerini ellerinden alan, özellikle değersiz gibi görünen gecekondulara el koyarak insanları mahallelerden atan Rüçhan, Güvercin Ana ortalıktan yok olunca artık yıkılmaya yüz tutmuş iki katlı evlerin olduğu o sokağın tek sahibi olmuştu. Güvercin Ana beni satmıştı satmasına ya, onu bu leş kargasının elinden kurtarmak da benim boynumun borcu olmuştu.

Uyuşturucu tüccarı ve kumarhaneler kraliçesi Uçan Kaçan Rüçhan’la işim bitmemişti. Hatta macera daha yeni başlıyordu. Bana çelme takmaya çalışan şerefsizlerin, bu hikâyenin şerefsizlerin hikâyesi değil benim hikâyem olduğunu öğrenmeleri gerekiyordu. Son repliği replikalar değil orijinaller söyleyecekti.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar