Sosyalist abimle haftada bir kez Beyoğlu Cumhuriyet Meyhanesi’nde buluşup sohbet ederiz. Bazen ikimiz, bazen birkaç arkadaş daha bize katılır, gecenin geç saatine kadar konuşuruz. Bu bizim vazgeçilmez bir ritüelimiz. Sohbetlerimizin başlıca konusunu daima memleket meseleleri oluşturur. Bu meselede abimin çözümü her zaman sosyalizmdedir tahmin edeceğiniz üzere. Kapitalizm aşağılıktır, ahlaksızdır, sömürüye dayanır ve asla huzuru, mutluluğu getirmez. Mutluluk bir avuç uyanık, zekasını kendi menfaatine kullanan ve adına patron dediğimiz kişilere özeldir. Abim bizlere yıllardır adeta ezberlettirilen ama artık günümüzde kimsenin inanmadığı “para mutluluk getirmez” mottosuyla kapitalistlerin yıllardır saf toplumu uyuttuğunu söyler.
Kısaca abim içki masasında tüm meselelere diyalektik yaklaşır; teze karşı anti tezini ortaya koyar; gecenin sonunda da içkileri fondip yaptığımız ya da yapmaya hazırlandığımız anda kafasında oluşturduğu sentezini büyük bir keyifle dillendirir. Sonra da rakı kadehini sertçe masaya vurur; “İşte bu kadar!” der. Bu sözün bittiği yerdir; kısaca artık gecenin sonudur ve masadan ayaklanma, onun deyimiyle “kıyam” zamanıdır.
Özetle biz abimle memleketi içki masasında kurtarmaya bayılırız. Bazen ben takılırım, “Abi yine memleketi kurtardık, hadi bakalım hayırlısı!” derim. Abim kızar. Bunun dalga geçilecek bir durum olmadığını, birçok başarılı planın ve düşüncelerin içki masalarında oluştuğunu, o nedenle, “Sen sakın ‘memleketi içki masalarında kurtarıyorlar’ gibi alaycı eleştirilere, sözlere kulak asma,” der geçer.
Ancak ben son zamanlarda konuyu biraz dağıtmaya, başka yerlere çekmeye çalıştığım için abim sanki benimle sohbet etmekten eskisi gibi zevk alamıyor diye düşünmeye başlamıştım. Birkaç kere işlerini bahane ederek buluşmalarımızı da es geçmişti. Örneğin geçtiğimiz şubat ayındaki sohbetlerimizden birinde abim her ne kadar konuyu yine kapitalizm, artı değer, sömürü, emek, işçi hakları, üretim, tüketim, küresel ekonomi gibi bildik konulara getirmeye çalışsa da alttan girip üstten çıktığım manevralarla “sevgililer günü”ne odaklamayı başarmıştım. Gaza gelen abim de müthiş gençlik aşklarını, dönemin ünlü şairlerinin ünlü şiirleriyle süsleyerek unutulmaz bir gece yaşatmıştı meyhanede ikimize de. Böylece ilk defa bir ritüeli bozmuş, abimi sosyalizm kapitalizm sarmalının, kısaca memleket meselelerinin dışına çıkarmayı başarabilmiştim.
Ama anlaşılan sosyalist abim sabah ayılınca başını ellerinin arasına alıp, “Yahu dün gece ne yaptık! Burjuva konularına girdik, ayıp ettik,” şeklinde düşünmüş olacak ki, o nedenle telefonlaşmamız sırasında bana biraz soğuk davranmıştı. Yılların sömürüsüz üretim ekonomisinin sosyalist abisini, o gece sömürüye dayalı tüketim ekonomisinin burjuva abisine dönüştürmüştüm ne de olsa… Onun açısından serde kariyeri çizdirmek vardı tabii ama benim hiç böyle bir niyetim yoktu.
Bunu devam ettirmek değişik sohbetlerle abimin başka bilmediğim yönlerini öğrenmek, biraz özeline girmek (Abimin kim, nasıl biri olduğu, özgeçmişi, benimle bu sohbetlerde buluşması başka bir yazı konusu olur, ama onun şimdi ne yeri, ne de zamanı) istiyordum. Buluştuğumuz son gecede de konuyu yine dağıtarak edebiyata, özellikle romana, daha da özel olarak polisiye romana getirivermiştim. Bunun nedeni abimin önceki buluşmamızda ona bir arkadaşının kafayı dağıtması için verdiği bir polisiye romanı elinde görmemdi. Elinde her zaman görmeye alıştığım sosyalist dergi ve kitaplardan farklı, abimin deyimiyle neşriyat görmem bana yeni bir sohbet konusunun kapısını aralamıştı. Tesadüf o ki, ben de son zamanlarda biraz kafa dağıtmak için yerli ve yabancı polisiye romanlara takılıyordum. Belki de abimle yeni bir ortak nokta bulduğumu düşündüğüm için konuyu polisiye romana getirmiştim. Abim farklı konu araya girince her zamanki el hareketiyle olayı küçümseyip savuşturmaya çalışsa da şak diye sorumu yapıştırmıştım. Sonrasında abimle oldukça şaşırtıcı, derin bir analize dalmıştık.
“Abi önceki görüşmemizde elinde gördüğüm polisiyeyi okudun mu? Neydi o kitabın adı?”
“Okudum. İsveçli yazar Henning Mankell’i severim. Sadece polisiye değil, toplumsal sorunları da irdeleyen solcu aktivist bir yazardır kendisi,” deyip kestirip attı. İsveçli ünlü polisiye yazarı Henning Mankell’i ben de severdim. Abimin elindeki kitabın adı da Huzursuz Adam’dı. Biliyordum ama konuyu açmak için bilmiyormuş gibi mahsustan sormuştum.
“Abi ne diyorsun bu polisiye romanlar konusuna, bizde birkaç yıl öncesine kadar polisiye yazarların sayısı üçü beşi geçmezdi. Ama son zamanlarda bir patlama oldu sanki…”
Amacım aslında abimin sevgililerden, aşklardan sonra başka bir konuya nasıl baktığını öğrenmekti. Farklı düşüncelerini merak ediyordum ama onun konuyu yine sosyalizm, tüketim ekonomisi, küresel ekonomi, burjuva özentisi vs. saptamalarına getireceğini de tahmin edebiliyordum. Nitekim yanılmamıştım.
“Canım kardeşim cinayet işlemeyi yaratan etkenleri, oluşumları ortadan kaldırmazsan bu işlerin sonunu getiremezsin. Kapitalist ekonomik sistem, suçu kendisi yaratıyor zaten. Bu adaletsiz sistem aynı zamanda suçu üretiyor. Suçlular da kurbanlar da genellikle yoksullar oluyorlar. Bak canım kardeşim eğer katil yoksul, kurban yoksulsa sorun yok. Ama kurban zenginse polis hemen yoksul suçluyu bulmak için harekete geçiyor. Yani şunu söyleyebilirim. Polisler zenginlerin kolluk kuvvetleridirler. Yani onların canlarını, mallarını korumak için varlar. Asıl görevleri budur. Bunu unutma! Polisiye kitaplar genellikle işin bu sınıfsal yönüne pek değinmezler. Ama bana yine de sorarsan ‘Polisiye sever misin, okudun mu?’ diye, evet bir zamanlar gençliğimde okumuş ve sevmiştim kardeşim. Ben Arsen Lüpen’i severdim. Hiç olmazsa düzene karşıydı ve yoksullara yardım ediyordu. Agatha Christie’nin Hercule Poirot’sunu kibirli bir aristokrat, Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’unu da kendini beğenmiş, züppe bir burjuva bulurdum.”
Bu açıklamalarından anlaşılıyordu ki abim aslında polisiye edebiyata hiç de uzak değildi. Hatta bu saptamalarından sonra oldukça yakın olduğunu anlamış oldum.
Abim sözünün devamı getirerek, “Ama bunlar okunacak kitaplar değil. Olaya bireysel açıdan yaklaşan, birilerini ön plana çıkartıp yücelten tam burjuva zırvaları…”
“Ama abi sonuçta olayın çözümünde bir matematiksel kurgu var. Yani dedektif kitaplarında insan kendini dedektif gibi hissedip olayın çözümünü bulmaya çalışıyor. Bu nedenle polisiye kitaplar her zaman ilgimi çekmiştir. Son zamanlarda ara sıra yine takılıyorum, iyi geliyor.”
“Haklısın, okuma diyemem. Ama bu çözümlemeleri, matematiksel kurguyu seviyorsan gerçekten matematik çöz o zaman diyeceğim ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim. Eğer iyi poliseyse okunur kardeşim. Buna karşı değilim. İyi kotarılmış, olay örgüsü, karakterleri sağlam, kurgusu ilginç olan, toplumsal sorunlara yer veren polisiyeler elbette ki okunur. Bunları ben de okurum. Nitekim okumadım da değil, çok tavsiye edilen bazı polisiyeleri elbette ki hala okuyorum. Ama bu ülkenin insanlarının polisiye okumaktan çok sistemin sorunlarını çözecek kitaplar okumasına gereksinimi var bence… Yani polisiye sadece biraz nefes almak, biraz kafa dağıtmak için ara sıra okunabilir elbette.”
Abim de polisiyeleri biraz küçümsüyordu. Abimin bu düşüncelerine katılmam elbette mümkün değildi. Çünkü insanın sevdiği haz duyduğu kitapları okumasının bence bir sakıncası yoktu. Eğer bir polisiye, macera ya da benzer kitaplar insana keyif veriyorsa okunmalıydı. Abimi biraz sarsmak için sözü Birleşik Krallık’ta Nordic Noir olarak markalaşan ve dünyayı kasıp kavuran kuzey polisiyelerine getirmeye çalıştım. Abim sosyalizme yakın olan sosyal demokrat ülkelere örnek olarak hep kuzey ülkelerini gösterirdi. Bakalım şimdi onların polisiye romanlardaki başarılarına nasıl bir açıklama getirecekti?
-DEVAM EDECEK-