- BÖLÜM
Mahkeme binasından çıkarken moralim sıfırdı. Feyyaz’ın bu deliller ile tutuklanacağını biliyordum ama gene de tutukluluk kararı nedense bana dokunmuştu. Binanın önüne çıkıp sigaramı içerken, benden başka kimsesi olmayan kardeşime hem acıdım hem de salaklığına kızdım. Böyle bir aptallığı zaten Feyyaz’dan başkası yapmazdı. Yanı başımda biten Bülent bir şey söylemek ister gibi bana bakıyordu.
“Ne oldu Bülent?” dedim.
“Maltepe ceza evine naklediyorlar Başkomiserim,” dedi.
Kafamı sallayarak sigaramdan bir nefes daha çektim.
“Tamam kardeşim,” dedim.
O sırada iki jandarma erinin arasında Feyyaz çıktı. Bana baktı gözlerindeki pişmanlığı görebiliyordum ama o pişmanlıkta suçluluk değil salaklık görüyordum. Üzülmedim desem yalan olur. Üzüldüm. Elimdeki sigaradan derin bir nefes çekip bıraktım. Mavi cezaevi arabasına bindirdiler Feyyaz’ı; tam o sırada telefonum çaldı. Baktığımda Turgut amirin aradığını gördüm. Telefonu açtım.
“Alo, Cüneyt… Şimdi aldım haberi. Kardeşin tutuklanmış. Tekrardan geçmiş olsun.”
“Sağ olun amirim,” dedim.
“Maltepe cezaevine naklediliyormuş. Cezaevi müdürünü aradım. Feyyaz için düzgün bir koğuş ayarlayacağını söyledi.”
“Çok sağ olun amirim; şu anda alabileceğim en güzel haber bu olsa gerek.”
“Keşke elimizden daha fazlası gelse Cüneyt ama yapabildiğim bu şimdilik.”
“Çok sağ olun amirim, siz yapabileceğiniz en büyük iyiliği yaptınız.”
“Ayrıca, bugün izin yap. Kaç gecedir uykusuz olduğunu biliyorum. Bülent yanındaysa ona da söyle, o da dinlensin.”
“Emredersiniz amirim.”
“Tekrar geçmiş olsun,” diyerek telefonu kapattı Turgut amir.
Cezaevi arabası hareket edip yoluna koyuldu.
Bülent bana bakıyordu dayanamadı. “Nereden başlıyoruz amirim?” dedi.
“Sen evine git Bülent çok yoruldun,” dedim. “Bugün başlayamayız, ben cezaevine gideceğim. Sende evine git iyice dinlen yarın bana lazımsın.”
İtiraz edecek gibi oldu. Hamle bile yaptırmadan Bülent’i evine gönderdim. O ayrılırken benim de burada sap gibi dikilmeye ihtiyacım yoktu. Elimdeki sigarayı fırlatıp attım. Feyyaz’a don atlet alıp cezaevine götürmek üzere adliyeden ayrıldım.
ERTESİ GÜN
Cama vuran şıpırtılar içinde gözüm açıldı. Doğrulmaya çalıştım ama beceremedim. Derin bir nefes alıp gözlerimi açıp beklemeye başladım. Cama şiddetle vuran yağmur seslerini dinledim bir süre. Dün cezaevine gidip Feyyaz’a birkaç parça bir şey götürdükten sonra kısa bir süre de olsa onu görme fırsatım oldu. Köpek gibi pişmandı ve korkmuştu. Ne yapacağını bilmez bir halde ben öldürmedim abi deyip duruyordu. Zor bela onu sakinleştirip eve geldim. Canım sıkkın bir şekilde koltuğa uzandım. Öylece uyuyup kalmışım. Cama vuran yağmur beni uyandırdı. Kolumdaki saate baktım 07: 45’ti. Birazdan Bülent gelir diye içimden geçirdim. Doğrulup önümde duran sigara paketinden bir tane çıkarıp yaktım. Feyyaz olayını düşünmekten kendimi alamıyordum. Feyyaz’ın böyle vahşi bir cinayet işleyeceğini düşünmüyordum; lakin bütün deliller onu gösteriyordu. Kısa süre içinde gerçek katili ortaya çıkaramazsam her şey Feyyaz’ın başına kalabilirdi. Yattığım koltuktan doğrulup camın kenarına geldim. Camdan süzülen yağmur sularının ardından görünen kasvetli İstanbul sabahına göz gezdirip sigaramı içmeye devam ettim. Tam o sırada bir araba bizim apartmanın önüne doğru yanaştı. Nerede olsa tanırdım. Bizim Bülent arabadan inip koşar adım kapıya doğru geliyordu. İçimden şimdi zil çalar dememe kalmadan zil çaldı. Dudaklarımın arasındaki sigarayı masanın üzerinde ağzına kadar dolu küllüğe batırıp kapıya doğru süzüldüm. Otomatiğe bastım sonra koltuğu çöküp çorabımı giymeye başladım. Bugün yoğun bir gün olacaktı. Çorabımı giyerken Bülent’i kapıda tutmaya yüreğim el vermedi tabii. Tekrar çaldığında ben de hazırdım; kapıyı açtım.
Bülent, “Günaydın Başkomiserim ben de sizi uyandırdım diye korkuyordum,” dedi.
Gülümsüyordu.
“Günaydın Bülent, diyerek kısa kestim. Kapıyı kapattım. Beraber aşağıya indik.
Yağmur İstanbul trafiğini içinden çıkılamaz bir hale getirmişti. Yarım saate alacağımız yol için bir buçuk saattir trafikteydik. İlk önce Songül Pınar’ın çalıştığı konfeksiyona gidecek, orada Meryem adındaki arkadaşıyla görüşecektik. Yol boyunca sustum. Benim suskunluğumu Bülent de bozmadı. Kapıdaki davranışımdan keyfim olmadığını anlamıştı. O yüzden hiç konuşmuyordu. Aldığı sıcak poğaçaları yol boyunca gömmekle meşgul olduk. Dün geceden beri bir şey yemediğim için açlıktan ölüyordum. Hiç konuşmadan üç tane götürdüm. Olsa, üç tane daha yerdim.
Maltepe’de, karayolunun yukarı bölümlerine doğru Başıbüyük taraflarında bir sokakta Bülent, “Geldik amirim, verilen adres burası,” dedi.
Yağmurdan ıslanmış ve sıcak-soğuk dengesinden buğulanmış camdan karşımızdaki binanın ön tarafında küçük tabelada yazan Elit Tekstil yazısını gördüm. Bülent, dar sokağa arabayı park etti. Yağmur dinmişti ama sokaklar çoktan göle dönmüştü. Ayağımı ıslatmadan kendimi kaldırıma zor attım. Binanın kapısı iş hanı kapıları gibi sürekli açıktı. Zaten bir binadan çok iş hanını andırıyordu. Eski püskü demir kapıyı geçip binaya girince güçlü bir makine gürültüsü ile ağır bir küf kokusu bizi hoş geldiniz der gibi karşıladı. Adı elit kendisi epeyce alt seviye olan Elit Tekstil bodrum katındaydı. Merdivenlerden salınıp aşağıya inince, açık bir kapıdan içeriye girdik. Burası, çokça dikiş makinesi, köşelerde ütü makinelerinden yükselen ütü buharı ve hararetle çalışan insanlarla doluydu. Bizim girdiğimizi gören mavi önlüklü, orta yaşlı, kır saçlı bir adam yanımıza yaklaştı.
Bülent cüzdanından kimliğini gösterip “Polis,” dedi.
Kır saçlı adam hemen kendini düzeltti. “Buyurun kime bakmıştınız?”
Ben araya girdim. “Sen buranın sahibi misin?” diye sertçe sordum.
Biraz afalladı. “Yok memur bey, ben değilim. Cavit Bey,” diyerek arkasını döndü ve koridorun sonundaki buzlu cama baktı.
“Tamam,” deyip yürümeye başladık.
Bizi durdurmaya çalışmadı.
Buzlu camın önüne gelince kapıyı tıklatarak içeri girdim. Ellili yaşlarının sonunda, kısa boylu, kısa boyuna rağmen aşırı kilolu, giydiği takım elbisenin içinde tombalak bir şekilde oturan Cavit Bey bizi görünce ayağa kalktı.
“Kemal, beyefendiler kim?” diye bizi karşılayan adama sordu.
Cüzdanımı çıkarıp gözüne tuttum. “Polis, Cavit Bey!”
“Buyurun, buyurun,” diyerek ayağa kalktı.
Odaya girdik. Önündeki boş koltukları gösterdi. Bülent ile birlikte oturduk.
“Konu neydi?” diye damdan düşer gibi girdi konuya. Bayağı heyecanlanmıştı.
Başımla Kemal’i gösterdim.
“Tamam Kemal, sen dışarıda bekle,” dedi.
Kemal meraklı gözlerle bir bana bir Bülent’e bakarak dışarı çıktı. Cavit tekrar bize döndü, ilk andaki tedirginliği kaybolmuştu. Daha bir özgüvenle, “Evet, konu neydi?” diye tekrarladı.
“Cavit Bey, burada kaç kişi çalışıyor?”
“Yaklaşık seksen kişi ekmek yiyor buradan.”
“Bütün çalışanlarınızın kaydı kuydu, ne bileyim hepsi mevcuttur değil mi sizde?”
Konunun nereye geleceğini bilmeden merakla baktı. “Tabii ki.”
“Songül Pınar adlı bir bayan burada çalışıyormuş.”
İsmi duyunca afallar gibi oldu. “İsmen bilemem. Parttaym çalışan personelimiz de olabilir. Ama Kemal ustaya sorabiliriz isterseniz.
“Kimseye bir şey sorma, kadın öldü daha doğrusu öldürüldü.”
“Neee! Nasıl, Ne zaman?”
“Niye bu kadar şaşırdınız? Tanıyor muydunuz personelinizi?” diye sordu Bülent
“Şaşırırım tabii. Personelimden birinin öldüğünü söylüyorsunuz.”
“Neyse. Songül Pınar hakkında soruşturma yapıyoruz, bilgi almaya geldik.”
“İnanın çalışanlarım hakkında fazla bilgi sahibi değilim. Ben burada maddi konularla ilgilenirim. Personel ve iş ile ilgili sorumlu Kemal Bey olduğu için…”
“Ben paraya bakarım diyorsun yani,” diyerek sözünü kestim. “Bülent sen Kemal Bey’le bir konuş bakalım.”
Bülent lafımı ikiletmeden kalktı. Ben de karşımdaki patrona, Cavit denen adama döndüm.
“Birincisi buraya gelmiş birine bir şey ikram etmek nezaketen de olsa bir sorulur.”
“Çok çok özür dilerim. Heyecandan unuttum. Ne alırsınız?”
Onu hiç sallamadan devam ettim. “İkincisi, tüm çalışanlarından haberin olsun. Bak bugün kim gelmiş, kim gitmiş, haberin yok; kim ölmüş, kim kalmış, haberin yok. Üçüncüsü, çalışanlarına yarım, tam fark etmez hepsine sigorta yap. Canını yakarım, ona göre.”
Oturduğum yerden kalktım ve odadan çıktım.
- BÖLÜM
Şu Elit Tekstil denilen ucubede ne ustabaşı Kemal’i ne de patron bozuntusu Cavit denen adamı gözüm tutmuştu. Ne biçim bir yerdi burası? Kimsenin kimseden haberi yoktu. Ucuz işçilik için insanları köle gibi çalıştıran bu zihniyetten tiksindiğim kadar, bir şey elde edememek de sinirime dokunuyordu. Neyse ki o arada Bülent boş durmamış, Meryem adlı kadını bulup getirmişti. Kemal’e, bize rahat konuşabileceğimiz yer ayarlamasını söyledim, ikiletmedi. O bize yaranmaya çalışırken, diğer çalışanlar işlerinin arasında bir gözleriyle bizi izliyorlardı. Kemal, depoya benzeyen bir odaya götürdü bizi. İçerisi boş kumaş ve elbise parçalarıyla doluydu. Kemal’in elinde iki de tabure vardı.
“Sağ ol Kemal usta,” dedim.
“Siz sağ olun Başkomiserim. Var mı başka emriniz?”
Cevap vermedim. Bülent adamın omzuna dokunup başıyla çıkabilirsin işareti yaptı. Ustabaşı Kemal gene ikiletmedi, kapıyı kapatıp çıktı ama adamın kapının hemen dibinde olduğuna bahse girerdim. Bülent tam kapının önünde bedenini siper eder gibi durmuştu. Ben de Meryem’e döndüm. Soluk benizli, kısa boylu, minyon tipli güzel desen güzel değil, çirkin desen çirkin olmayan bir kızdı Meryem. Bizim polis olduğumuzu duyunca soluk benzi iyice solmuştu. Lafı hiç uzatmayacaktım. Tabureyi gösterip “Otur,” dedim. Hemen oturdu.
“Songül Pınar,” dedim damdan düşercesine.
Yüzü bulutlandı. Önce bana sonra arkamda duran Bülent’e baktı. Sonra bakışları yeniden bana kilitlendi.
“Ne oldu Songül’e?” diye sordu.
“Öldü,” dedim.
“Ne?” diyerek irkildi. “Ne… ne… ne zaman?” diye kekelemeye başladı.
“Senin haberin yok muydu?” diyerek Bülent’e döndüm.
“Ben bir şey söylemedim,” dedi Bülent.
“Bak Meryem, Songül’ün en yakın arkadaşı senmişsin, hatta beraber kalıyormuşsunuz. Bana Songül ile ilgili ne varsa anlat. Kimdir bu Songül Pınar? Kimi, kimsesi var mıdır? Bir tehdit edeni, ne bileyim belki bir erkek arkadaşı falan, bize anlat,” dedim.
Titreyen elleriyle yüzünü kapattı. Ağlayacak zannettim ama ağlamadı.
“Songül’ü yirmi gündür görmüyorum. Fazla değil, birkaç gün kaldı benim yanımda ama yirmi gündür görmüyorum yemin ederim.”
“İş yerinden ne zaman ayrıldı?”
“Bir ay falan oldu.”
“Kimi, kimsesi yok mu? Nerede kalır, nerede yatar, nereye gider, hiç haberin yok mu Meryem.
Dudağını büktü. “Bilmiyorum,” dedi.
“İşten ve senin yanından niye ayrıldı?” diye sordum.
Yüzü gölgelendi. “Bilmem, bilmiyorum,” diye geçiştirmeye çalıştı.
“Meryem, Songül’ün bir erkek arkadaşı var mıydı?”
“Bilmiyorum,” dedi ama yalan söylüyordu.
“Meryem yalan söylüyorsun. “Korkma. Bize her şeyi anlat, anlat ki ne varsa ortaya çıksın.”
“Başındaki herif onu rahat bırakmıyordu, o yüzden işten de benim yanımdan da ayrıldı.”
“Kim kızım bu herif? Bize isim ver,” dedim.
Bir şey söyleyecek gibi oldu ama sustu.
“Korkma, söyle ismini. Sana bir şey yapamaz,” diye cesaretlendirdim.
“Serkeş Murat diye biri. Çok tanımıyorum. Ben de bir iki defa gördüm. Pisliğini yılışığın teki.”
Rahatlamışçasına derin bir nefes alıp verdi.
“Sana da salça oldu, değil mi?”
Evet anlamında kafasını salladı.
“Peki, nerede buluruz bu herifi?”
“Maltepe sahilinde İskele Kafe var. Orada takılır genellikle ama benden bahsetmeyin lütfen.”
“Merak etme,” dedim. “Peki Songül’le sorunu olan başka biri ya da sorun yaşadığı bir olay var mıydı senin bildiğin?”
“İnanın başka bir şey bilmiyorum gerçekten.”
“Burada onu sıkıştıran, canını sıkan biri var mıydı?”
“Benim bildiğim yoktu. Zaten olsa da anlatmazdı bana.”
“Neden?” diye sordu Bülent.
“Çok yakın arkadaşı olarak görmezdi beni.”
“Cebinden senin numaran çıktı ama,” dedim.
“Beni sevdiğinden değil güveneceği kimse olmadığındandır.”
“Nasıl biriydi Songül? Böyle, neydi ismi, Serkeş Murat gibi arkadaşları olduğuna göre rahat mı yaşardı?”
Soru benden gelmişti.
“Kimseyi sallamayan biriydi, umursamazdı pek. Evet, rahat yaşardı.”
“Peşinde çok erkek var mıydı?”
“Evet.”
“Senin bildiğin var mı? Onu burada sıkıştıran veya zorla arkadaş olmaya çalışan?”
“Gerçekten bilmiyorum; olsa da benim haberim olmaz zaten.”
“Peki,” dedim.
Ceplerime bakıp boş bir kâğıt aradım. Bulamayınca, “Bülent boş kâğıt var mı?” diye sordum.
“Tabi amirim, diyen Bülent montundan küçük bir not defteri çıkardı. Bir sayfasını yırtıp bana uzattı.
Kâğıda benim ve Bülent’in cep telefonu numaralarımızı yazıp Meryem’e uzattım.
“Seni biri rahatsız ederse ara, hemen gelirim. Haa, aklına bir şey gelirse de ara.”
“Tamam ağabey,” diyerek kâğıdı aldı.
“Tamamdır,” deyip ayağa kalktım. Çıkarken dışarıda çalışanların meraklı bakışlarıyla ustabaşı Kemal ve patron Cavit’in kapının önündeki bekleyişleri karşıladı bizi.
İşçilere dönüp “Kolay gelsin!” diye seslendim. Kemal ile Cavit’e baktım sadece. Onlara bir şey söylemeden Elit Tekstil’den ayrıldım.
Yağmurun İstanbul’da bıraktığı trafik çekilmez bir hal almıştı. On dakikalık yolda kilitlenip kalmıştık. Maltepe Köprüsü’nün altında su baskını olmuştu. Köprünün altında ve üstünde trafik kilitti. Camı azıcık aralayıp içeriye biraz temiz hava girmesini sağladım. İçtiğim sigaranın dumanından Bülent boğulacaktı.
“Benim bu Cavit denen adamı hiç gözüm tutmadı Bülent,” diye sessizliği bozdum.
“Ustabaşı Kemal de cabası amirim.”
“İkisinin de a……. Koyayım, al birine vur ötekine. Patronu ne ki ustabaşı ne olsun?”
“İkisi de yalancının teki.”
“Ne anlattı Kemal sana?”
“Bildiğimiz şeyler dışında hiçbir şey. Songül hakkında bildiği bir şey yokmuş. Seksen kişi çalışıyormuş, hepsinin şeceresini bilemezmiş.”
“Bak bak… Bak sen.”
“Zaten Songül’ü gözü pek tutmazmış.”
“Nesini görmüş beyefendimiz?”
“Oynakmış biraz Songül. Öyle diyor.”
“Kendisi kıza sulanmadıysa ben de bir şey bilmiyorum. Siktiri yiyince tabii oynak olur.”
“Aynen öyle amirim.”
Az da olsa önümüzdeki arabalar ilerledi. Bülent sektirmeden attı kendini öne ama bu gidişimiz uzun sürmedi, gene durduk.
“Bu Songül için iyi şeyler söylemiyor kimse. Orasını da atlamamak lazım.”
“Zaten yoldan geçen adamın evine kendine atan birine normal demek de kolay değil Başkomiserim.”
“Peki yoldan geçen her karıyı evine alana ne demeli?”
Bülent, diyecek bir şey bulamadı. Dudağını büzdü.
“Bu serkeş mi ne Murat denen herif yapmış olabilir mi amirim?”
“Hele bir herifi bulalım göreceğiz. Kimdir, ne boktur bu herif? Eminim bak altından bir sürü pislik çıkacak. Çünkü böyle herifleri bilirsin, her bok vardır bunlarda. Para için her şeyi yaparlar. Ayrıca Kemal’e kızıyoruz belki ama Songül, takıldığı herifle kendisinin ne olduğunu belli ediyor. Olan bizim salak Feyyaz’a oldu. Eee, ne demişler?… Her kuşun eti yenmez. Atalar boşa laf söylemez. Benim kardeşim salak, hem de salağın önde gideni. Hırsımı alamıyorum Bülent, ne desem boş.”
“Amirim size gerçek bir şey söyleyeyim. Belki benim öyle düşündüğümü biliyorsunuz ama kardeşiniz Feyyaz öldürmedi Songül’ü bundan adım gibi eminim.”
Bakışlarımı Bülent’in üzerinde kilitledim. “Oğlum biz boşuna mı buralarda dolanıyoruz? O zaman kapatırız dosyayı gider.”
Öndeki araç biraz ilerledi, hareket ettik.
“Ne demek istediğimi anladığınızı biliyorum amirim. Ben Feyyaz’ın masum olduğuna inanıyorum.”
“Öyle Bülent ama hâkim, savcı buna bakmaz. Deliller ne der, ona bakar. İt kardeşimi ben de sevmem ama bilirim ki tavuk kesemeyecek bir adam insan doğrayacak. Var bu işin içinde bir iş ama bulacağız. Ayrıca unutmadan, Mali Şube’ye şu Elit Tekstil’i bir pas geç bakayım, bir kontrol etsinler. Kaçak kuçakları var mı?”
“Emredersiniz amirim.”
- BÖLÜM
İstanbul öyle bir şehir ki yaşaması da dert yaşatması da. On dakikada alacağımız yolu bir buçuk saatte aşarak zorlu Maltepe Köprüsü parkurunu geçmiştik. Kendimizi sahil yoluna atınca hızla gideceğimiz adresin önünde bitttik. İskele Kafe’nin önünde park yeri bulamayınca az ileriye arabayı park etti Bülent. Kafe, sahil yolunun hemen bitişiğinde canlı müzik yaptığını kapıdaki isimsiz müzisyenin resmiyle belirten, girişi iskele gibi yaparak vizyonsuzluk akan ama yaz kış para basan bir mekân olarak karşımızda duruyordu.
“Bülent açamadık şöyle bir yer seninle,” diyerek gülümsedim.
“Emekli olunca neden olmasın Başkomiserim,” diyerek gülümsedi o da.
“Ne emeklisi oğlum? Biz yaşamayı bile marifet sayıyoruz. Sen emekli olmanı bekle hâlâ.”
“Bakın orası doğru işte. Başımıza ne geleceği belli değil. Bir gün manyak bir kurşun gelir isabet eder, toptan emekli oluruz.”
“Yavaş oğlum, öldük dediysek o kadar da ölmedik daha.”
Kafenin girişindeki iskeleden damlayan sular üstümüzü ıslatmasın diye şekilden şekle girerek içeri girdik. İçerisi günün bu saatinde tenhaydı. Tek tük oturanlar vardı masalarda. Onlar da genellikle cam kenarındaki masalardı. Kimi çayını yudumluyor, kimi önündeki kahvaltıdan bir lokma daha ağzına atıyordu. O arada poğaça ile doymamış midem guruldadı. Elimle ovup dur hele oğlum iş üzerindeyiz dedim içimden.
Kafenin içi sakin döşenmişti. Girer girmez sizi büyük bir televizyon karşılıyordu, hemen arkasında boş orkestra ve sahne gece ekibini bekliyordu. Sağ köşe bar diye tabir edilen çay ve kahve servisine ayrılmıştı. Üzeri çeşitli bardaklar, meşrubat dolabı ve çeşitli bu yeni süslü kahveler için rengarenk kahve şuruplarıyla doluydu. Oraya doğru yürürken yirmili yaşların başında güzel bir garson kızcağız önümüzü kesip “Buyurun hoş geldiniz,” dedi. Bize yer göstermek istiyordu.
“Hoş bulduk,” diyerek gülümsedim ve yürümeye devam ettim. Hedefim barın hemen yanında, önünde kasa yazan bölümün arkasında oturan kirli sakallı, gençti. Yürüyüp tepesinde durduk. Dibinde bitmiş iki herifi görünce gömüldüğü telefondan kafasını kaldırıp ayağa kalktı.
“Buyurun,” dedi dik dik.
Elimi cüzdanıma atıp çıkardım. Rozeti suratına tuttum. “Polis.”
“Buyurun memur bey. Nasıl yardımcı olabilirim?” diyerek yumuşadı hemen.
“Birini arıyoruz; bu kafenin müdavimiymiş. Dediklerine göre buradan hiç çıkmazmış. Buranın sorumlusu sizsiniz galiba. Tanırsınız…”
“Evet, amcamın yeri burası. Ben ilgileniyorum. Kime bakmıştınız?”
“Serkeş Murat adında bir herif arıyoruz. Demin söylediğim gibi buranın müdavimiymiş kendisi.”
Karşımdaki herifin rengi attı ama bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Bardaki eleman, bizi karşılayan garson kız, müşteriler herkes göz ucuyla bizi izliyordu. Bülent’e başımla bardaki çocuğu gösterdim. Leb demeden leblebiyi anlayan adamım bara doğru hareketlendi.
“Bahsettiğiniz isimde birini tanımıyorum. Buraya gün içinde üç yüz, dört yüz kişi gelir. Herkesi isim isim tanımam mümkün değil.”
“Onu ben de biliyorum,” diye üsteledim. “Ama dediğim gibi, adam buradan çıkmıyormuş. Belli ki hatırı sayılır bir müşteriniz. Sürekli gelen bir müşterinizi bilirsiniz yani…”
Yeğenden bozma müdür, “Yooo, hayır tanımıyorum,” derken yan gözle Bülent’le konuşan bardaki çocuğa bakmaya çalışıyordu.
“Hayırdır?” diyerek göz kırptım.
“Yooo, yok bir şey,” diyerek kafasını salladı.
Tam o esnada kafenin kapısı açıldı. Üstü başı ıslanmış şekilde söylene söylene giren kişi bizleri görünce aynı sakinlikle dışarı çıkmaya çalıştı ama yemezlerdi. Bu kadar yıllık tecrübe, gelenin Serkeş Murat olduğunu bilirdi ve iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirdi. Ya da gökte ararken yerde bulmak diyelim.
“Bülent koş!” diye bağırdım.
Murat uyanık olduğunu sanan geri zekalının tekiydi. Kokumuzu almamıştı ama kapıdan girer girmez polis olduğumuzu anlamıştı ve topuklamıştı. Bülent hızla atıldı, peşinden ben ıslak mıslak demeden koşmaya başladık. Ulan herif tazı gibiydi ama Bülent ve ben de ondan aşağı kalır değildik. Fakat herif bayağı hızlıydı. Sahil tarafına değil de üst tarafa, tren yolu tarafına doğru kaçıyordu. Girdiği sokağın başına geldiğimizde o sonunda oluyordu. Fare gibi hemen farklı bir sokağa atıyordu kendini. Önümüzdeki sokaktan sağa sapıp koşmaya devam etti. O sokağa paralel diğer sokağa saptım ben de önüne çıkmak için. Nefes nefeseydim. Nabzım, beynimden atma noktasına gelmişti ama bu herifi elimden kaçıramazdım. Var gücümle sokağın başına geldim. Tam Murat’ı enseleyecekken Bülent nefes nefese dibimde bitti.
“Nerde lan bu herif?” diye bağırdım.
Nefesini götünden ala ala cevap verdi. “Bilmiyorum amirim, tam önümdeydi. Bir anda buraya döndü, sonrası yok.”
Benim de ondan farklı bir halim yoktu ama sinirim tavan yapmıştı.
“Hay a… koyayım böyle işin ben!” diye bağırdım.
Etraftaki binaların birine ya da yer yarılıp içine girmişti. Tam oturup ağlayacak bir haldeydim. Üstüm başım çamur içindeydi. İkimizin de pantolonu sırılsıklam olmuştu. Bülent nefes nefese bana bakıyor, bir şey demiyordu. Elimi omzuna koydum, nefesim normale dönsün diye biraz daha bekledim. Sonra paltomdan sigaramı çıkardım, yaktım. Koşmaktan pert olmuş ciğerlerime bir fırt duman çekip üfledim.
Benim sakinleştiğimi anlayan Bülent, “Ne yapacağız Başkomiserim?” diye sordu. “Gidip etraftaki binalara mı bakayım yoksa o kafedeki herifi alıp bir güzel öttüreyim mi? Hangisi?”
O da Serkeş Murat’ı kaçırdığımız için sinirliydi.
“S…r et. Bir şey çıkmaz o heriften,” dedim.
“E, ne yapacağız o zaman?”
“Gel benimle, önce beni eve bırak. Sonra git üstünü başını temizle.”
Şaşırdı ne diyeceğini bilemedi.
“Bakma öyle bön bön. Herif uçmadı ya, illa ki konacak bir yer bulacak. Ama şu halimize bak. Bir temizlenelim hele,” dedim.
“Peki,” dedi.
Elimde ki sigarayı fırlattım. Yürümeye başladık.
Beynimin içi zonklarken onun ağrısına mı yoksa çalan telefon alarmına mı uyandım bilmiyordum. Gelişine güzel bir s…r çektim. Ben böyle b.k gibi uyanmaktan artık nefret eder hale gelmiştim ama doğru bir hayat süremediğimiz için böyle yaşayıp böyle ölüp gidecektik. Serkeş Murat’ın peşinden koşarken kaslarımı nasıl zorlamışsam ayak bağlarım kopacak gibi ağrıyordu. Bedenimin her bir yeri ayrı ayrı kopacak gibiydi. Beynim tüm uzuvlarıma emretmeyi bırakmıştı. Son bir gayretle uzandığım yerden acıyla doğruldum. En son Bülent’e beni eve bırakmasını söylemiştim. Eve gelince, ıslanmış çamurlu elbiselerimi kirli sepetine atıp sıcak bir duş aldım sonra bir telefon görüşmesi yapıp akabinde Bülent’i aradım. Beni 21:00’de almasını söyledim ve biraz uzandım. Uyuyacağımı bildiğimden uzanmandan önce alarmı kurmuştum. Ne de olsa ne mal olduğumu biliyordum. Alarmı da bir saat erkene kurdum ki kendime gelmem anca bir saati bulurdu. Ayaklanıp mutfağa giderken evin temiz olması gözüme çarptı. Bugün temizlikçi kadın gelmiş olmalı ki etraf derli topluydu. Dolabı açtığımda bir tencere çorba gördüm. Ah be Aysel abla! Sana kızardım falan ama gene bana kıyamamış çorba yapmışsın! Aç midem usulca guruldadı, küçük bir parça ısıtmak için tencereyi dışarı çıkardım. Çorbayı ısıtırken daralan zaman, elimde hiçbir ipucunun olmayışı ve Songül Pınar cinayetinin belki de en önemli ipucunu elimden kaçırmam aklıma düştü. Feyyaz için umurumda olmayacak bir çıkmazın içinde debelenip duruyordum. Murat denen herif Songül’ün katili olabilirdi ama avucumun içinden uçup gitmişti. Nasıl da fare gibi kaçıyordu şerefsiz! Bir anda yok olmuştu önümüzde. Ama bir şeyler yapacaktım, yoksa Feyyaz’ın işi zordu. Çorba ısınırken kendimi camın önüne attım. Sabah yağan yağmur durmuş, akşam karanlığı ve soğuk kendini ayaza çekmişti. Camı açtığımda yüzüme vuran soğuk havadan derin derin nefes aldım. Canım sigara çekiyordu ama ocaktaki çorbayı düşündüm sonra. Karbon monoksit çekmekten bitap düşmüş ciğer temiz havaya tahammül edemeyişinden isyan etti. Başıma saplanan ağrıyı çorba gidermezdi. O da haklıydı, sigara istiyordu. Hemen geri dönüp ocakta ısınan çorbanın altını kapattım, komodinin üstünde duran paketten bir sigara çekip yaktım. Dertlerim içimden uçup gitsin der gibi üfledim dumanı. Feyyaz’ın katil olduğuna inanmıyordum. O zaman gerçek katili bulmam gerekiyordu. Her şey bu kadar basitti ama her şey bu kadar basit olduğu kadar basit miydi? Ah ulan Feyyaz! Beni nasıl bir çıkmaza soktun? Ne yapmam lazımdı, ne yapacaktım? Her şey sarpa sarıyor gibiydi. Sigaradan bir nefes daha çekip üfledim. Bir tane daha çekip üfledim, sonra derin bir nefes daha çekip izmariti fırlattım. Belki temiz dünyayı ufacık da olsa kirletmiştim ama umurumda değildi. Camı kapatıp koltuğa oturdum, Bülent’in gelmesini bekledim.
- BÖLÜM
Dışarıdaki ayaz, arabanın camını buğuluyordu ama arabanın sıcak kaloriferi içimizi ısıttığı gibi camın tamamen buğulanmasını engelliyordu. Soğuktan donmuş ellerimi küçük peteklerden gelen sıcak havayla ısıtırken buğulu camın ardından gözüken yola odaklanmıştım. Kafamın içi uğulduyordu. Her türlü ses kendi kendine konuşuyor, kendi kendine cevap veriyordu. Onlar konuşmaya devam ederken yol boyunca ağzımı açmadım. Bülent, ben suskun olunca bana bulaşmamak için konuşmazdı. Yol, akşamın bu saatlerinde biraz sakin olduğu için hızlı gidiyorduk. Bu iyiye işaretti. Kağıthane deresini geçince Belgrad Ormanı’nı önümüze alıp Ayazağa’ya doğru yönümüzü çevirdik.
Galatasaray’ın stadını üst tarafta bırakıp alt yoldan yolumuza devam ederken, bir zamanlar bomboş olan arsaya İstanbul’da sanki çok eksikmiş gibi dikilmiş kocaman bir AVM’yi selamlayıp üst mahallere doğru sürdü arabayı Bülent. Gideceğimiz yeri ona söylemiştim. Telefonundan açtığı navigasyon ile o adrese doğru gidiyorduk. Ana yolları bitirip mahalle aralarına girmiştik artık. Hava soğuk, mevsimlerden kış, dışarıda kimseler yoktu. Büyük bir meydan ve meydana paralel camiyi geçtikten sonra, o bilindik ses bize sola dönmemiz gerektiğini söyledi. Sola dönüp yolu bitirdiğimizde büyükçe bir apartmanın alt katında lokal gibi gözüken, hemen bir kat üstünde yazıhane gibi bir yer olan, kıraathane bozması bir mekânın önünde durduk.
Bülent, geldiğimizi belirten bir ifade ile bana baktı.
“Hadi, arabayı park etsene oğlum,” dedim.
“Tabii Başkomiserim,” diyerek yanlış park etmiş, eski püskü bir pikabın arkasına park etti.
Arabadan indik. Sert ayaz buralarda daha sertti. Adı üzerinde Ayazağa! Soğuk, yüzümü yalayıp boğazımdan içime süzüldü, olduğum yerde titredim. Hemen montumun yakasını kaldırdım. Bülent de aynı şekilde yaptı. Arabanın sıcağında iyice mayışmıştık. Soğuğu yiyince kendimize geldik. Birkaç basamaklı merdiveni çıkıp camında Dostlar Lokali yazan kapıdan içeri girdik. Ağır bir tütün kokusu ve yanan sobanın sıcaklığı yüzümüze vurdu bu sefer. Sıcak, soğuk, şimdi tekrar sıcak, hasta olmazsak iyiydi. Beyaz ışıklı, camları buğulanmış kıraathanede, iki masa ve her masada oturan dört kişi ile ocağın başındaki çaycı dışında kimse yoktu. Boyası dökülmüş duvarları, türlü türlü şehir resimleriyle doluydu. Masaların birinde orta yaşlı bir grup okey oynarken diğer masada gençler kâğıt oynuyordu. Okey taş sesleri arasında içeri girip kapıyı kapattık çünkü arkamızdan müthiş bir soğuk vurmaktaydı. Çaycı, kapıda dikilen iki yabancı görünce, ocaktan çıkıp kim bunlar diye bize doğru geldi. Orta yaşlı, çirkince bir surata dikilmiş kaşlar, yakası kirli ve üstüne dökülmüş çay lekelerini omzundaki havlu ile kapatmaya çalışan biriydi.
Karşımıza dikilip aksanı bozuk bir Türkçe ile “Buyurun, kime bakmıştınız?” dedi.
Öne doğru bir adım daha attım. “Resul’ü arıyorum. Burada mı kendisi?” dedim.
Bana karşı dikilmiş kaşlar Resul ismini duyunca daha da çatıldı. Oyun oynayan masadaki gençler bir anda ayağa kalkıp yanımıza geldi.
İçlerinden otuz yaşlarında, çirkince bir oğlan, “De bakim kimsin, neye arıyorsun Resul’ü?” diye efelenmeye başladı.
Bülent yanıma doğru sokuldu, her an benden işaret bekler pozisyona geçti.
Tam bir şey söyleyecektim, arkadan bir kapı açılma sesi ve “Kimdir beni arayan?” diyen Resul’ün sesini duydum.
“Benim Resul Cüneyt Başkomiser,” dedim Başkomiser kısmını vurgulayarak. “Uzun zaman oldu, böyle önümüz kesildiğine göre unutmuşsun beni dedim.”
“Cüneyt Başkomiser,” diyerek gülümsedi kaçak sigaradan sararmış dişleriyle bana bakıp.
Yanıma doğru gelmeye başladı.
“Çekilin lan!” diye gürledi. “Yolunu açın Cüneyt Başkomiserin.”
Karşıma gelince sevgi ile sarıldı, kucaklaştık. Hiç değişmemişti aynı saçlar, aynı surat, aynı sakal, aynı burun. Koca surata nokta gibi konmuş küçücük bir burun… Değişmemişti ama gene de kocamıştı tabii.
“Ne o seni görmeye geldiğimizde önümüzü kestirir olmuşsun,” diye takıldım.
“Olur mu öyle şey? Gel hele,” diyerek buyur etti bizi içeri.
Bana efelenen genci gösterdi. “Bu benim oğlan Mesut.”
“Kusura bakma amirim, bilemedim kim olduğunu,” dedi mahcup bir tavırla Mesut.
“Estağfurullah,” diyerek geçiştirdim. Benim işim Resul ileydi oğlu olacak serseri ile uğraşamazdım.
“Gelin hele, oturun şöyle. Ayakta kaldınız,” dedi Resul.
“Bura olmaz. Yok mu tenha bir yer?” dedim.
“Gel Cüneyt Başkomiser, benim yazıhaneme geçelim,” dedi.
Lokalin dışındaki girişte bulunan demir merdivenlerden bir kat yukarı çıktık. Resul kapıyı açıp ışığı yaktı. Buz gibi bir oda ve ağır tütün kokusu bizi karşıladı. Tahta bir masa önünde iki kişilik bir kanepe, duvarda Şanlıurfa kalesini gösteren büyükçe bir tablo ve hemen yanında antika kocaman bir saat duruyordu.
“Oturun hele. Ayakta kalmayın, rahatınıza bakın,” diyen Resul, kendi koltuğuna geçti. Bülent ve ben de postu iki kişilik kanepeye serdik.
“Cüneyt Başkomiser, karnınız açsa yiyecek bir şeyler söyleyeyim he,” diyerek telefona uzandı.
“Yok Resul, karnımız tok. Varsa bir acı kahveni içerim ama,” dedim.
“Emrin başım gözüm üstüne. Sen ne içersin kardeşim?” diye Bülent’e döndü.
“Türk kahvesi. Sade olsun,” dedi Bülent.
Resul kafasını hay hay anlamında salladı, masanın önündeki telefondan numara çevirdi, bekledi. “Hakkı, bize iki tane mırra bir tane Türk kahvesi sade olsun, hadi sağlam olsun kahveler. Beni mahcup etme,” deyip telefonu kapattı. Sonra, öne doğru eğilerek “Kaç yıl oldu seni görmeyeli Cüneyt Başkomiserim he?” diye sordu.
“Olmuştur bir on sene,” dedim.
“Seni buralara normal rüzgarlar göndermez de hele nasıl bir fırtına koptu, nedir benden istediğin?” diyerek konuya atladı Resul.
Biliyorum, meraklanmıştı.
“Hele bir şey demeden önce dur,” diyerek masanın çekmecesini açıp tütün tabakasını çıkardı. “Benim taş kafa şunu içmeden açılmaz. İznin olursa yakacağım bir tane.”
“Estağfurullah, izin senin Resul. İç, ne demek?” dedim.
“Sarayım sana da bir tane,” dedi misafirperverliğini göstermek için.
Cebimden kendi paketimi çıkardım. Havaya salladım.
“Şimdi ağır gelir o Resul. Bana benim ki yeter.”
Usul usul güldü. Tütünden sararmış dişler tekrardan kendini gösterdi.
“Nasıl istersen Cüneyt Başkomiser.”
Tabakasından çıkardığı sarı kâğıdın içine tütünü koydu. İnce bir işçilik çıkarıyormuşçasına ustaca kâğıdı sardı ve yaladı. O sırada ben de sigaramı yakıp üfledim.
“Eski yanlışlara bulaşmıyorsun umarım,” diyerek ufaktan bir uyarımı yaptım.
“Olur mu Cüneyt Başkomiserim? Onlar geçmişte kaldı. Bizim ağzımız yandı o işlerden. Aha bu kaçak tütün tek yanlışım, o da olmazsa ölürüm ben. Bu zamane tütünleri boğazımı yakıyor, içemiyorum öbürlerini.”
Güldüm.
“Tadı yok bunların,” dedim sigaramı yakarken
“Aynen Başkomiserim. Bizim defterimiz yıllar önce dürüldü geçti bitti o işler, tövbe etmişem. Aha da görmüyon mu? Akşamın bu saatinde iki tane masa için bekliyoruz.”
“İyi ettin. Hayır yok o işlerde. Bugün varsın yarın yoksun zaten.”
“Aynen öyle amirim. Benim oğlan niyetlendi ama ona da izin vermedim.”
Sigarasını yaktı, keyifle dumanı çekip üfledi.
“Bizi buralara kan davası getirdi. Biz öyle veya böyle, bata çıka kendimizi kurtardık. Onun pislik içinde yok olmasına izin vermedim.”
“İyi yapmışsın. Akıllanmışsın Resul,” dedim.
“Devletin sayesinde, sizlerin sayesinde. Sen olmasan bugün hayatta olmazdım Cüneyt Başkomiserim. Sizler sağ olun.”
“Yok yok, olur mu öyle şey? Neyse, konuya geleyim.”
Resul’un iltifatlarını sonunda kesmiştim ama tam o sırada kapı çaldı, elinde tepsi ile aşağıda bizi karşılayan çaycı Hakkı içeri girdi. Kahveleri bırakırken pek uysaldı. Usulca servisini yaptı ve çıktı. Küçük bakır kahve bardağını alıp bir yudum içtim. Acı kahve boğazımdan kayarken, sigaranın katranıyla ağzım kömür çiğnemişim gibi oldu ama bu tadı özlemedim desem yalan olurdu.
“Resul, birini arıyorum. Elimden kaçırdım desem inanmazsın bana ama uçtu gitti sanki. Bana gerçekten lazım biri. Onu bulmam lazım.”
Sigarasının külünü önündeki tablaya döktü, kahvesinden bir yudum içti.
“Sana canım feda. Bilirsin. Seni bana getirdiğine göre baya önemli olmalı.”
“Hikâye uzun, adam önemli,” dedim.
“İsim ver hele, kimi arıyorsun?”
“Senin için sorun olacağını düşünmüyorum. Sokaklarda torba tutan bir hergele. Adı Murat. Soyadı neydi?” Bülent’e döndüm
Bülent, “Ömürlük,” dedi.
“Lakabı Serkeş. Maltepe sahilinde takılıyor. Mekânı oralar. Onu bulmam lazım.”
“Bu yeni yetmeler kendilerine aptalca isim takıyor. Serkeş nedir hele?”
“Sen onu boş ver, bana kendisi lazım. Fazla zamanım yok. O yüzden sana geldim.”
Kahvesinden bir yudum daha alıp sigarasından bir nefes daha çekti.
“Tamamdır Cüneyt Başkomiser. Olmuş bil. Istersen kulağından tutup getireyim sana.”
“Yok, gerek yok. Sen kendini hiç bulaştırma. Bana adamı bul, gerisini ben hallederim.”
“Nasıl istersen. Sana canım feda bilirsin.”
“Bilirim tabii Resul. Yoksa burada ne işim var?”
“Emrin başım gözüm üstüne.”
“Estağfurullah. Emir değil, dostumdan bir rica. Peki, ne zaman haber alırım senden?”
“En kısa sürede. Üç beş tane torba tutan bir zibidiyi bulmak sorun olmaz Başkomiserim.
Elimdeki fincandan kahvemin son yudumunu içtim. Sigaramı tablaya bastırıp söndürdüm.
“O zaman bize müsaade,” diyerek ayağa kalktım.
Resul de hemen ayağa kalktı.
“Sana dur otur diyeceğim, sen dursan bu şehir durmaz. Ama bu sefer böyle olmadı. Müsait olunca gelin sizi misafir edeyim amirim.”
Bunu dedikten sonra bana tekrar sarıldı.
“İnşallah, inşallah,” diyerek Resul’dan sıyrıldım. “Kahve için çok teşekkür ederim. Çok güzeldi. Özlemişim valla…”
“Afiyet bal şeker olsun. Özlenmez mi Cüneyt Başkomiserim? Ne zaman istersen gel, içelim.”
Gülümsedim
Bülent ile aşağıya indik. Resul, arabaya kadar peşimizi bırakmadı, bizi uğurladı. Soğukta dışarıda duracak mecalim yoktu, hemen arabaya bindim. Bülent direksiyona geçip arabayı çalıştırdı.
Resul hala dışarıdaydı. Arabanın camını açıp “Haber bekliyorum,” dedim.
“Başım, gözüm üstüne. Merak etme sen,” dedi.
“Sağlıcakla kal. Hadi üşütme,” dedim.
Bir şey demedi Resul. Elini kaldırdı sadece. Bülent de aynı anda gazladı.
Ayazağa’dan, Resul’ün yanından ayrıldık.
-Devamı Gelecek Sayıda-