Saate bakmayalı kaç hafta oldu bilmiyorum. Karımla göz göze gelmeyeli kaç gün oldu. Evde uzun süre oturunca burnum, sırtım, avuç içlerim kaşınmaya başladı. Artık umutsuz gözlerim salonda, mutfakta, antrede sessizlik arar oldu. Bir cesaret etseydim de başımı alıp gitseydim. İhtimaller paslandı otobüs duraklarında, istasyonlarda, limanlarda. Hem evde oturdukça kalbimin güzelliğine rehavet çöküverdi. Koltuğa iyice gömüldüm. Karıma yaptığım kahvenin telvesi gibi pişmanlığım da içime çöreklendi.
Bizim evde kahveleri ben yaparım, karım bakar. Lakin önce, “Ay, ben bakamam bu fala,” der. Eve gelen kişiler, “Abla o kadar yoldan geldik, bakıver,” derler. O sırada benimki fincanı ittirir. “Yok, olmaz. Vallahi olmaz ayol,” der. Karşıdaki bir kez daha ısrar edince başlar ezberine: “ Göz var sende kızım, bak koca koca kem gözler.” Karşıdaki gaza gelip, “Gözü olanın gözü çıksın abla,” der. İçlerin yanardağ gibi kabarması, laflar, dedikodular, gidilen gelinen uzunlu kısalı yollar… Fal baktıranın gazını almak ister gibi en sonunda yüzüne kocaman bir gülümseme kondurur Çağla. Üç vakte kadar hayırlı haberler, mutluluk gözyaşları, pirüpak yürekler, kısmetler, nasipler… Kahvenin karası gibi kararıp kalmaz gelenler, gidenler…
İşsiz kaldığımdan beri hanemize ayın doğmadığı kesin. Önceleri sadece arkadaşlarına fal bakan karım, ben bir iş tutturamayınca falcılığı gelir kapısı yaptı. Ayda yılda bir çalınan kapımız her saat başı tak tak, tık tık, tik tok, taka tuklarla inledi. İlk günler diğer odada zamanı sabır zembereğinden geçiren ben, sonraları nasıl olduysa kendimi gelen konuklara bol köpüklü, dumanı üstünde Türk kahvesi yaparken buldum.
SALI SABAH 11.20
Sonunda kendimi dışarı atmayı başardım. Kuvvetlice esen rüzgâr beni insanların arasına attı sanki. Nereye gideceğimi bilmeden bir süre yürüdüm. Her şeyin dönüşü vardı, benim yoktu. Sanki kimse kimseye kızgın değildi, kimsenin derdi yoktu, her şey güllük gülistanlıktı da bir ben sıkıntıdaydım. İnsanların çıkardığı hengâmede birileri bana çarpıyor, sürtünüyor, geçiyordu. Bedenimin buna aldırdığı yoktu. Uyuşuk olan ayaklarımın dibinde bir kart belirdi. Kartı düşüren ben değildim fakat benimmiş gibi eğilip aldım. Tramvay metrosundan basıp geçtim. Tramvay beni taşıyordu, ben başımda dünyayı taşıyordum. Tramvayın camından dışarıyı izlemeye koyuldum: Gökdelenler arasında uçuşan cılız kuşlar, mağazaların camekânlarındaki cansız mankenler, boy boy afişler… Kulağımın pasını silen bir frenle tramvay durdu. Öfkeden kirpiye dönmüş iki görevli hışımla içeri daldı. Yüksek sesle, “Kart basmayan bir kişi var. O, kimse çabuk dışarı çıksın!” diyerek ilk oklarını attılar. Kuru kalabalıktaki herkes birbirine bakıyordu. Elimdeki kartı sıktığımı fark ettim. Sorarlarsa karttaki kişi bendim.
“Amca, bu başkasının kartı. Üstelik de bir öğrencinin.”
“Gençliğim bu benim. Çok çok eski gençliğim.”
Zaten herkes bir yığın soru soruyor. İnanmazlarsa onların sorunu olur, benim değil.
Kirpilerin yüksek sesiyle irkildim. “O kişi çıkmazsa biz indireceğiz!” diyerek ikinci oklarını da attılar.
İnsanlığa faydalı olmak için “Ben basmadım, kaçak girdim, alın beni ne yapacaksanız yapın. Bin okunuzu saplayın yine de ölmem ben. Çünkü gerçek kahramanlar ölmez,” demek istedim. Kıpırdayamadım. Görevliler konuşuyordu. Ağızlarının oynadığını görüyordum ama duymuyordum artık. Her şey çabucak oldu. Birisini kolundan tutup yaka paça çıkardılar. Şeytanla flört böyle olurdu. Zihnimi tatmin etmeye çalışırken hiçbir şey yapmaz, etrafa samimi, sıcak bakışlar fırlatırdım.
SALI SABAH 10.30
Evden nasıl çıktım, hatırlamıyorum. Sanki günlerce körle yatıp şaşı kalkmıştım. En sonunda o şaşı gözlerimle körü öldürmüştüm. Evet, öldürmüştüm. Tüm iç karartıcı fallar adına, tüm boş lakırdılar adına, az buçuk ömrüm adına. Şerham şerham kan görünce insan evden nasıl çıktığını da hatırlayamıyor. Pinekleyen ömrüm ivme kazandı belki de. Kaç bıçak darbesinde yere yığılmıştı Çağla?
Ağzıma keskin bir acılık gelince atıverdim kendimi dışarı. Tramvaydan indim. Kilometrelerce uzanan kaldırımlarda yürümek midemi bulandırmaya yetti. Bastım kayıp kartı, bindim otobüse. Gördüğüm manzaranın inanılır tarafını yokluyordu zihnim. Ne yapmıştı Çağla? Fincanı tutan elini değil de diğer kolunu kaldırmıştı. Acımasız bir bakışla, “Bu bıçakla seni deşmek isterdim,” demişti. Evet, böyle demişti. Ben ne yapmıştım? Bu kez kendime acımak yerine o kör bıçağı ona indirmiştim. Üstelik bıçak kör de değildi. Ekmek kesemediğimiz kör bıçak kasatura olup çıkmıştı. Sonra ne mi oldu? Mutfağın fayansları kandan görünmez oldu. Gözlerimin akına al oturdu. Kendini gerçekleştiren kehanet, gerçek oldu.
Tüm kadınlar Çağla’ya benziyor şimdi. Hepsinde hayat var, dolu dolu. Çağla ise öldü. Öldü mü gerçekten? Ben karımı mı öldürdüm şimdi? Eve gidip tekrar bol köpüklü kahve yapmak için sabırsızlanıyorum ama Çağla olmayınca neye yarar? Gidip kendi gözlerimle görmeliyim karımı. Otobüsten inip yine tramvaya binmek için kuş olup uçuyorum.
SALI SABAH 10.30 / BAŞKA BİR EV
Babası otobüs kartını sorduğunda başını önüne eğdi çocuk. Ne diyebilirdi ki? Kartını yine kaybettiğini o anda anlamıştı.
Antrenör, “Senin çocuğun yeteneği var, bunu özel dersle destekleyelim,” demişti. Tam özel derse gideceği sırada kartı bulamadılar. Aramalar, taramalar, bir telaş, bir panik… İşe mi yetişsin, çocuğu özel derse mi yetiştirsin? Allah’tan bu devredeki arkadaşları anlayışlıydı da birbirlerini idare ediyorlardı. Kartı kaybetmesi bir yana, iti var, uğursuzu var, hırlısı var, hırsızı var.
İşi buydu: Hakikatin peşinden koşup suçluyu yakalamak, adalete teslim etmek. İsim, soy isim, kimlik numarasının ilk üç ile son üç hanesini kullanılarak nelerin yapılabileceğini tahmin bile edemezdiniz. Kartı iptal etmek için uygulamaya girdi. Kartın 11.20’de kullanıldığını görünce canı sıkıldı. Alnına düşen saçlarını eliyle arkaya attı Polis Memuru Orçun. Bu kez oğlunun kaybolan kartını kullananın kim olduğunu bulacaktı. Rahat nefes alamamak neymiş öğretecekti ona, kafaya koymuştu.
SALI ÖĞLEN 13.00
Çalıştığı bölgeye yakın yerlerde dolanıyordu bu fare. Daha önce de hayatındaki tekdüzeliği kırmak için böyle küçük şeylerin peşinden gittiği olmuştu genç polisin. Bu kayıp kart işinin altından tuhaf bir durum bile çıkabilirdi. Şarap parası bulamayan ayyaş, kartı kullanıp başka yerlerde para dilenecekti. Zengin bir iş insanı sırf macera olsun diye beyaz, lüks cipini park edip kartı kullanmak da isteyebilirdi. Belki de fal bakan çingene kadın kartı bulduktan sonra memelerinin arasına sıkıştıracaktı. Ya da yeni işlediği cinayetin ardından ne yapacağını bilemeyen bir katil, kartı bulur bulmaz yavşak yavşak gezinen bir tipe dönüşecekti. Orçun bunları düşünürken uygulamaya tekrar baktı. Otobüsten inip geldiği istikamette geri döndüğünü gördü kartı kullananın. Geldiği yere dönüyorsa tramvay durağında beklemeliydi. Neye çatacağız bakalım, diye düşündü Orçun. Tramvay durağına ondan önce varıp yolunu gözlemeye başladı. İnsanları göz hapsine almıştı. Kart basanlardan gözünü ayırmıyor, onları didik didik inceliyordu. Önünden geçen orta yaşlı, kır saçlı, kahverengi ceketli adamın kart bastığı anda uygulamadaki hareketliliği fark etti.
Korkutmak istemeyecek kadar alçak, fakat bir o kadar da tehditkâr bir ses tonuyla kimlik kartını istedi adamdan. Adamda garip bir heyecanın kokusu vardı. Kimliğini evde unutmuştu. O zaman biraz daha yanına sokularak ulaşım kartını sordu. Önce boğazı düğümlendi adamın, sonra ona ait olmayan kartı uzattı. Oğlunun kartını eline alan Orçun, çıldırmış gibi konuşmaya başlayan adamın söylediklerinden bir şey anlayamadı. Onun için cümleler cinayet kelimesinden sonra anlam kazandı. Ekiplere haber verip söylenen adrese doğru yola çıktılar.
Karısını bıçaklamış. Göreceği manzarayı düşünmeye başladı Polis Memuru. Yerde kanlar içerisinde yatan bir kadıncağızın hayali gözünün önünden gitmiyordu. Şimdi bu nasıl bir yazgıydı? Nasıl sorgu, sual edilirdi? Gidene kadar aklı da izanı da sığmamıştı ekip aracına.
Önce kapıya vuruldu: Küt küt küt. Kapı beklenmedik bir şekilde açıldı. İki parmağının arasına kıstırdığı sigarayla kapıyı açan Çağla’ydı. Gelen ekip şaşkınlık içinde birbirine bakıyordu. Bir kahkaha koptu kadından. “Ayy, beni mi öldürmüş o cevval(!) Öldüm mü yani şimdi ben?” Tekrar şuh kahkahasını savurdu pervasızca. “İçeri geçin, falınıza bakayım.”
***
Kullanma tarihi geçmiş otobüslerden birine atladım. Tedavülden kalkacaktı bu kart, iyi oldu kullanmam. Üstüme basıp geçme, diyecek hâli yoktu ya! Gürültülü bir kamyonun yanımızdan geçmesiyle şaha kalktı birkaç saat önce yaşananlar. En son mutfağın kartonpiyerine bakmıştım, bembeyazdı. Kırmızı bir şey yoktu bizim evde. Yüzlerce kez el değen mutfak raflarındaki renk seçimi de bize aitti. Kırmızıya sorsak o da bizim evi tercih etmezdi. Benimki, öğrenilmiş çaresizlik. Zaten ben bıçakla sarımsak da temizleyemem, hep elimle yaparım. Ekmeği elimle bölerim, portakalı elimle soyarım, enginarı elimle parçalarım. Değil ki karıma bıçak saplayacağım? Aklımı kaçırmış olmalıyım? Nerden çıkarıyorum bunları? Ah, o kahve fallarından! Bu sabah Çağla benim falıma baktı, dondu kaldı, konuşamadı. “Ben bu fala bakamayacağım,” dedi. Israr ettim, yalvardım, yakardım. Bir cenaze gördüğünü söyledi. İşte o andan itibaren kehanet kafamda kendini gerçekleştirdi. Her fal çıkacak diye bir şey yok ki canım! Yoksa size kimse söylemedi mi falcıların yalancı olduğunu?