Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yaprak Öz ile Röportaj

Diğer Yazılar

Onur Okan
Onur Okan
Bilgi güvenliği uzmanı olarak çalışan Onur Okan, İstanbul’da yaşıyor, evli ve bir çocuğu var.

Bu sayımızda polisiyeseverlerin yakından tanıdığı Yaprak Öz ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sözü uzatmadan sahneyi Onur Okan ve Yaprak Öz’e bırakalım bakalım neler konuşmuşlar:

Yaprak hanım yazmaya nasıl başladınız? Sizi yazma konusunda heveslendiren kişi, olay ya da bir his var mıydı?

 

Yazmaya 1986 yılında başladım. Henüz ortaokul öğrencisiydim ve o zamanki Türkçe öğretmenim Ercan Çelik, ödev olarak sunduğum kompozisyonlarımı çok beğenmeye, benimle özel olarak ilgilenmeye başladıktan sonra ilk olarak korku hikâyeleri yazdım. Yani beni heveslendiren kişi kıymetli öğretmenimdir. His olarak ise, yine aynı zamanlarda bulabildiğim tüm çocuk kitaplarını okumuş, yeni arayışlara girmiş, evimize hediye gelen bir set klasik kitabı okumaya başlamış ve büyülenmiştim. Ergenlik dönemine girişim de sancılı olmuştu. İçime kapandığım bir dönemdi, sorunlu bir ergen olma yolunda ilerliyordum ve kitaplara sığındım. O dönem kendi hayal dünyamda yaşamak ve delice okumak beni çok geliştirdi sanıyorum. Ayrıca, küçük yaşlardan itibaren mahallemizin sinemasında ve TRT’de gösterilen türlü cinayet, korku, gerilim filmiyle büyümüştüm. Gizemli hikâyelere ve insanın karanlık yönüne büyük ilgim vardı. Tüm bunların sonucunda korku temalı şeyler yazmaya başladığımı düşünüyorum. Dolayısıyla, yazma ihtiyacıyla birleşen ilk hislerim hep karanlık tarafa aitti diyebilirim.

Polisiye ve gerilim üzerine konuşmadan önce şiirden bahsetmek isteriz, şiir de yazıyorsunuz ve ülkemizde şairlere verilen saygın ödüllerden biri olan Cemal Süreya ödülüne sahipsiniz. Bu ödülü kazandığınızda ne hissetmiştiniz?

 

O ödülün ilginç bir hikâyesi var. Ben yarışmaya katılmamıştım, haberim bile yoktu. Kardeşim benden habersiz o dönem son yayımlanan şiir kitabımı yarışmaya göndermiş. Beni ödül için aradıklarında, bir yanlışlık olduğunu, yarışmaya katılmadığımı açıklamaya çalıştım. Karşı taraf da ısrarla ödül aldığımı söyleyerek şaşkınlık yaşamıştı. Sonradan her şeyi öğrenince mutlu oldum elbette. Cemal Süreya adıyla anılan bir kitabımın olması büyük onur.

 

Romanlarınız polisiye ve gerilim olguları içeriyor, siz kendinizi hangi türe ait hissediyorsunuz ya da bir yazarın tür/alt tür gibi ayrımlara uygun hareket etmesi gerekli mi sizce?

 

Romanlarımın bazıları yalnızca polisiye ve gerilim değil, korku ögeleri de içeriyor. Ben de kendimi belli bir türe ait hissetmiyorum açıkçası. İçimden ne gelirse öyle yazıyorum. Her yazarın kendi tarzı vardır, o yüzden başka yazarlar adına konuşmam doğru olmaz. Fakat ben alt türler arasında ayrım yapmam, kendimi de asla kısıtlamam. Son iki romanım bir seri olarak devam ettiği için polisiye çizgisinde ilerledim. Ancak Yıldız Alatan serisine devam etmeyi istediğim kadar, psikolojik gerilim ve korku ögelerinin bulunduğu bağımsız hikâyelere de zaman zaman dönmek istiyorum.

 

Farahnaz’ın Çiçeğiyle polisiye yazarlar birliği tarafından verilen kristal kelepçe ödülünü kazandınız, öncelikle bunun için tebrik ederiz. Polisiye dalında ilk kez verilen bir ödülün sahibi olmak bundan sonra yazacağınız eserleriniz için bir baskı oluşturuyor mu? Bu ödülü kazanmak sizi nasıl hissettirdi?

 

Çok teşekkür ederim. Sorunuza gelince; hayır, herhangi bir baskı hissetmiyorum. Çok onur verici bir ödül elbette ama benim için ödüllerden daha önemli olan şey kaliteli, iyi bir okuyucunun ne düşündüğü, nasıl vakit geçirdiğidir. 2013 yılından itibaren romanlarımın okur kitlesi oluşmaya başladı ve bugüne dek gerek imza günlerinde ve türlü etkinliklerde, gerek sosyal medyada aldığım tepkilerden de, okurlarımın romanlarımla keyifli ve heyecanlı vakit geçirdiğini, olumlu tepkilerin de eleştirilere göre fazla olduğunu gözlemliyorum. Bence en büyük ödül bu. Kristal Kelepçe’ye layık görüldüğümde ise mutlu oldum elbette. Türk polisiye edebiyatını desteklemek, değerli kılmak adına gerçekleştirilen bir girişimin parçası olmak, anılan ilk isim olmak çok onur verici.

 

Farahnaz’ın Çiçeği isimli romanınızda terzi bir kadın dedektifle tanışıyoruz, Yıldız Alatan. Böyle bir karakter oluşturma fikri nasıl oluştu?

 

Bunu bana çok soruyorlar; inanın hiç hatırlamıyorum. Bazı karakterler bana bir tür vahiy gibi mi geliyor, hâlâ çözemediğim bir şey ama bir sabah uyandığımda Yıldız Alatan karakteri kafamda oturmuştu, bir tek bunu hatırlıyorum. İsmi, cismi yoktu ama karakterinin genel hatları vardı. Tuhaf olduğunu biliyorum. Fakat Şeytan Disko romanımdaki Levent, Tilki, Baykuş, Bakire’deki Suat, Villa Şakayık’taki Yağmur ve Yıldız Alatan kendiliğinden ortaya çıkıp beni ele geçirmiş baskın karakterler diyebilirim. Kurgu aşamasına bile geçmeden önce sanki onları hep tanıyor gibiydim.

 

Kitabın içindeki bölümlerin başlıkları kumaş ve kıyafet türleriyle beraber bazı terzi terimlerinden oluşuyor. Dikiş konusunda bir merakınız ya da beceriniz var mıdır? Bölüm başlıklarını böyle ilgi çekici hale getirecek bu yöntemi kullanma fikrini nasıl keşfettiniz?

 

Dikiş konusunda özel bir merakım yoktu. Vintage bebek koleksiyonu yapan biriyim ve bir dönem elde oyuncak bebek kıyafetleri dikmişliğim var hobi olarak. Bazen evim için de basit şeyler dikerim, bazı giysilerimi yeniden tasarlarım, o kadar. Fakat annemin dikiş makinesi vardı ve büyürken çoğu kıyafetimi o dikti. Annemin teyzesi de terziydi. O zamanlarda çoğu kadının evinde dikiş makinesi vardı zaten. Yani dikişe, dikişle ilgili konuşmalara yabancı değildim. Sanıyorum bunlar çocuk aklıma kazındı ve yıllar sonra ortaya çıktı. Giyinmeye, süslenmeye, defile izlemeye çok meraklıyım ve günümüz modasından ziyade retro modaya hayranlık duyuyorum. Dolayısıyla, Yıldız Alatan’ın bir terzi olarak varlık bulmasını tüm bunlar etkilemiştir diye düşünüyorum. Bölüm başlıklarını hazırlarken ise çok araştırma yaptım ve dikiş jargonuna çalıştım. Yazmaya başlamadan önce yaklaşık dört ay kadar bir süre boyunca dikiş dikmeden dikiş çalıştım aslında. Tüm romanlarımda başlık kullanmayı çok sevdiğim için de, her bölümün bir kıyafet betimlemesiyle başlamasına karar verdim çünkü önceki romanlarımdan farklı, daha özgün bir şey denemek istiyordum. Yayınevim ve okur da bu tarzı çok sevince, sürdürmeye karar verdim.

 

Farahnaz’ın Çiçeği bizi yetmişli yılların sonunda Zonguldak’ta lojman hayatı süren bir grup insanla tanıştırıyor ve biz olay örgüsünün yanında aralarındaki ilişkiye de tanık oluyoruz. Berlinli Apartmanında da böyle bir atmosfer oluşturmuştunuz, o apartmanda Kadıköy’deydi. Bu iki fikre de katılırsanız kendi hayatınızdan biriktirdiğiniz anılardan ve mekanlardan beslendiğinizi söyleyebilir miyiz?

 

Yalnızca Berlinli Apartmanı’nda ve Farahnaz’ın Çiçeği’nde değil, Sobe Siyah Orkide ve Villa Şakayık’ta da benzer atmosferler yarattım. Sobe Siyah Orkide yine bir apartmanda, Villa Şakayık ise yazlık bir sitede geçiyor. Böyle atmosferler yaratmayı seviyorum. Nispeten kısıtlı ortamlarda birbirine giren karakterlerle, uçları bir şekilde diğer komşuya bağlanan karmaşık iplerle oynamak bana zevk veriyor. Ve elbette ki kendi hayatımda biriktirdiğim anılar ile mekânlardan beslendiğimi söyleyebilirim; kendi hayatından yazdıklarına bir şey katmayan yazar yoktur sanıyorum. Ben bunu en çok Farahnaz’ın Çiçeği’nde yaptım elbette; romanda sözü geçen mahalle, çocukluğumun geçtiği yerdir. Hayatımın en mutlu zamanlarını geçirdiğim için biraz da anısını yaşatmak için ve karmaşık insan ilişkilerine çok uygun bir mekân olması sebebiyle seçtim orayı. Ve o mahalleden pek çok anımı da romanda biraz değiştirerek kullandım; piknikler, büyüklerin konken oynayıp sohbet ettiği kulüp geceleri, türlü toplantılar, plaj sefaları vs. gibi. Ben bunların tümüne büyürken şahit oldum.

 

Kitaplarınızda olay örgüsü kadar ilgi uyandıracak atmosferleri de oluşturma konusunda bir özeniniz var sanırım. Buna katılıyor musunuz?

 

Evet, elbette. Bir romanı yazmaya başlamadan önceki birkaç ay boyunca defter tutarak, bahsi geçecek tüm mekânları, evleri vs, sayfalara çiziyor, hatta odaları dekore ediyorum. Bu çok eğlenceli bir uğraş ve yazmaya başladığımda da rahat etmemi sağlıyor çünkü haftalarca o yerlerde gerçekten bulunmuş gibi hissediyorum ve bu da öyküye bir hakikilik duygusu katıyor benim açımdan. Ondan sonra da anlatıcının benliğine tamamen bürünerek, her şeyi gerçekten olmuş gibi yazabiliyorum.

 

Bir şair ve yazar olarak nelerden besleniyorsunuz? Yazma ritüelinizi nedir? En sevdiğiniz yazarlar ve şairler kimlerdir? En sevdiğiniz filmler ve sizi en çok etkileyen filmler nelerdir?

 

Çok okuyorum. Bazı gözlemlerimden ve bulunduğum kimi sohbetlerde işittiklerimden edindiğim izlenime göre, çoğu yazar ve şair yeterli okumuyor, hatta bazıları hiç okumuyor. Bu tarz konuşmalara ilk şahit olduğumda çok şaşırmıştım ama zamanla ne yazık ki alıştım. Bence bir yazarın yahut şairin “okumaması” yahut az okuması/ sadece belli bir türde okuması kadar tehlikeli bir şey yoktur. Kendi kendisini bloklar yazar eninde sonunda. Yazamaz, üretemez yahut kötü şeyler üretir. Ben buna inanıyorum. Sadece şiir okuyan şairleri yahut sadece polisiye okuyan yazarları da asla anlayamadım çünkü daha sonra yazamadıklarından şikayetçi olduklarını gözlemledim ve onlara da aynısını söyledim: Bir yazar okumazsa yahut okumada kendisini kısıtlarsa gelişemez, istediğiniz kadar yetenekli olun, yeteneğiniz varsa beslemek, büyütmek, bakmak zorundasınız hayat boyu. Yazma uğraşı tembelliğe gelemez, en tehlikelisi de okuma tembelliği. Dolayısıyla ben hem gündelik hayatımın zevk veren bir parçası olarak hem de kendimi sürekli geliştirmek, körelmemek adına çok okuyorum. Dolayısıyla da bu okumalardan besleniyorum. Roman yazdığım zamanlarda ayrıca polisiye yahut gerilim türünde film ve dizi çok izlerim. Hem yazmaktan yorulmuş zihnimi dinlendirir hem de beyin jimnastiği yaparım bu vesileyle. Roman yazma ritüelimin bir parçası aynı türde eserler izlemek. Diğer bir parçası da, mutlaka her romanıma özel olarak seçtiğim, hazırladığım playlist’leri dinlemeden yazamıyorum. Muhakkak müzik olmalı yazarken. Çalıştığım saatler içinde telefonu sessize alıp her türlü sohbetten ve sosyal medyadan uzak dururum çünkü telefon müthiş dikkat dağıtan bir şey ve bir kere elinize aldınız mı çok vakit kaybettirebiliyor. Çoğunlukla sabahları yazmayı tercih ederim. Eğer romanda heyecanlı olayların gerçekleştiği bölümlerdeysem ve kendimi kaptırmışsam, gece de yazmaya devam ederim. Gündüz yazdığımda çay içmeden yazamam. Eğer romanda bir tıkanma yaşıyorsam, günlük hayatımda olumsuz bir şeyler yaşayıp etkilendiysem ve bu da yazmamı olumsuz etkiliyorsa yahut kısa süreli bloklanma yaşıyorsam bir yahut iki kadeh şarap içerek yazarım. Romana başlamadan önceki birkaç ay boyunca kurgu üzerinde çalışırım; bazen çok ayrıntılı bir şekilde, bazen ise genel hatlarıyla. Bunu yapmadığım tek romanım ilki; Berlinli Apartmanı. O romanı tamamen doğaçlama yazmıştım. Yazmaya başlarken kendime tahmini başlangıç ve bitiş tarihleri belirlerim ve mümkün olduğunca bu tarihlere uyarım. Mesela, yazmaya üç ay, tekrar okumalar ve son düzeltmeler için iki ay gibi… Bunlar romanın kendi kendini şekillendirmesiyle uzayabilir yahut kısalabilir. Bazen romanın kurgusu şekil değiştirir ve kısmen doğaçlama gidecek şekilde karakterlerin yahut anlık fikirlerin beni ele geçirmesine izin veririm. Yazdığım dönemlerde sosyal hayatımı en aza indiririm, sadece ailemle ve en yakın arkadaşlarımla buluşurum ve bunların dışında bir yere çıkmamaya çalışır, kendimi eve kapatır, eğer mümkünse her gün yazarım.

 

Şiire gelince; şiirde hiçbir ritüelim yok, zaten şiir yazmada bir ritüel olamaz bence. Şiir otomatik yazıdır bir nevi, vahiy gibi gelir, transa girmiş gibi yazarsınız, daha sonra demlenir. Ardından biraz göz atar, biraz üzerinde çalışırsınız belki, o kadar. Şiir ne zaman gelir, ne zaman yazılır belli olmaz. Romandan çok farklı yani.

 

Çok fazla sevdiğim yazar ve şair var, dolayısıyla ben ilk üçe girebilecek isimleri vereceğim sadece: En sevdiğim üç şair Emily Dickinson, Sylvia Plath, Behçet Necatigil. En sevdiğim üç yazar Sait Faik, Jose Saramago, Enid Blyton. Polisiye yazarlardan hayatım boyunca en çok okuduğum ve en sevdiğim isim Georges Simenon oldu. Türk polisiye yazarlardan ise özgün tarzı, müthiş bir tarihi dokuyla harmanladığı Sokratis serisiyle Suphi Varım’ı çok kaliteli ve başarılı buluyorum.

En sevdiğim film isimlerini vermeyeyim de (çünkü çok fazlalar ve ayırım yapmam mümkün değil), en sevdiğim yönetmenlerin isimlerini yazayım çünkü bu isimlerin hemen hemen tüm filmlerini çok severim: Andrey Tarkovski, Yasujiro Ozu, Alfred Hitchcock, Michael Haneke, Quentin Tarantino, Pedro Almodovar. Ayrıca giallo filmlerini çok severim ve türe özel bir hayranlığım vardır.

 

Türk polisiye edebiyatının şu anki durumu ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

 

Pek çok isim pek çok çabada bulunuyor gelişmesi için. Bu takdire şayan bir şey. Türk polisiye okurunun da bu duruma ilgi göstermesi ve çoğunlukla yabancı polisiye yazarlarını tercih etmektense Türk yazarlara en azından bir kere şans vermesi gerektiğini düşünüyorum. Okur desteği önemli. Türk polisiyesi yalnızca polisiyeye gönül vermiş kıymetli isimlerin ve yazarların, dergilerin vs. kişisel çabalarıyla değil, okurun bilinen belli başlı yabancı isimlerin dışına çıkmasıyla da gelişecektir. Bugün hâlâ polisiye denince çoğu insanın aklına Agatha Christie ve Sherlock Holmes geliyor. Türk yazarlardan ise Ahmet Ümit. Ahmet Bey başarısıyla ve türe yaptığı müthiş katkılarla yoğun ilgiye en çok layık olan yazar bence, sözlerim yanlış anlaşılmasın. Fakat polisiye okurunun belki de yarısı Agatha Christie yahut yazarıyla bile anmadıkları “Sherlock” okumayı salt bu türle haşır neşir olmak sanıyor, kalıpların dışına çıkmıyor. Çıkabilen, araştıran ve farklı yabancı yazarlarla, Ahmet Ümit gibi kıymetli bir ismin yanında diğer Türk yazarlara da vakit ayıran gerçek polisiye okuruna ise büyük saygı duyuyorum.

 

Sizce günümüz polisiye eserlerinden katil kim sorusunun modası geçiyor mu?

 

Ben hiç öyle bir hisse kapılmadım. Modası da geçecek bir olgu değildir bence. O soruyu farklı açılardan ele alan yazarlar olabilir sadece. Katili başta biraz belli eder, ki ben de yaptım bunu bazı romanlarımda, okuyucuyu katilin kimliğinden ziyade muammaya, twist’lere daha çok yönlendirir mesela. Bu da zevklidir. Hep yoğun bir “katil kim?” sorusu sorulmaz da okunurken, “neler oldu da bu noktaya gelindi” gibi bir merak duygusu ön plana çıkabilir. Yazarın tarzına göre değişir elbette. Fakat katili bulmaya çalışmanın modasının  geçeceğini hiç sanmıyorum.

 

Dedektif dergi hakkında düşünceleriniz nelerdir? Dijital platformda yürütülen polisiye kültür ve edebiyatı hakkındaki çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Sizi de bir gün yazılarınızla Dedektif dergi de görebilir miyiz?

 

Dedektif Dergi Türk polisiyesine katkıda bulunmaya çalıştığı, çeşitli isimleri tanıttığı için elbette kıymetli. Bu alanda varlık gösteren her türlü oluşumu, gerek dijital olsun, gerek basılı olsun, çok takdir ediyorum.

Ben iki sene kadar önce Dedektif Dergi’ye, Gencoy Sümer’in ricasıyla katkıda bulunmuştum zaten. Yaklaşık bir sene boyunca türlü yazılar yazdım dergi için. Fakat daha sonra yoğun bir çalışma dönemine girince, vakit ayıramayacağımı hissederek yazılarıma ara vermek durumunda kaldım. Şu anda da mümkün değil çünkü yeni bir çeviri şiir projesi içinde bulunuyorum ve şiir çevirisi çok vakit isteyen bir şey, ayrıca sürekli üzerinde çalıştığım yeni romanlarla beraber çok fazla uğraşa veremiyorum kendimi. Belki ileride olabilir, kesin bir şey söylemem şu an için mümkün değil maalesef.

 

Bir öğretmensiniz ve yazarlık yönünüzle öğrencilere örnek olduğunuzu düşünüyor musunuz? Yazma hevesli olan öğrencilerinize ne gibi tavsiyelerde bulunuyorsunuz?

 

Örnek olduğumu hissettiğim çok zaman oldu. Yazma hevesi olan öğrencilerime öncelikle çok okumalarını tavsiye ediyorum elbette. Ve kesinlikle acele etmemelerini. Belki çok hızlı bir tüketim çağında yaşadığımızdan kaynaklanıyor olabilir; gençler hemen ünlü olmak istiyor, yazdığı ilk kitaplarının hemen çok satması gerektiği aldatmacasına kapılıp boş hayaller kurabiliyorlar. Onları bu konuda uyarıyorum. Ünlü ve başarılı olmak için değil, öncelikle hayatlarını anlamlandırmak, ilk başta kendilerini mutlu etmek için yazmalarını tavsiye ediyorum. Ne olursa olsun yazmayı bırakmamalarını ama iyi yazamadıklarını, gelişemediklerini fark ettiklerinde de sadece bir hobi olarak yazmalarını öğütlüyorum. Bunu anlamak için de uzun zamana ihtiyaç var. Ne yazık ki, günümüzde tek bir kitap çıkaran, hatta parasıyla bastıran herkes “yazar”. Ben sadece birkaç sene önce kendimi “yazar” olarak görmeye başladım, o da okurların beni böyle anmasıyla gerçekleşti, ondan önce utanıyordum ve bazı şeylerden emin değildim. Dolayısıyla, yazan gençlere hemen havalara girmemelerini, bu işin müthiş sabır gerektirdiğini söylüyorum mutlaka. Edebiyatla uğraşmak uzun yıllara yayılan bir şey. Pop müzik yahut Netflix dizisi değil ki bu, hemen ünlenesiniz. Başka nahoş yollarla ve kendinize saygınız yoksa çıkar sağlayacağınız bir network oluşturarak, türlü önemli şahıslara yanaşarak da ünlenebilirsiniz elbette ama yeteri kadar iyi yazmıyor, kendinizi geliştirmiyorsanız eninde sonunda söner gidersiniz. Bu tarz şeylere çok şahit oldum ve uzaktan hayretle izledim hep. Sanıyorum gençlerden bazıları bu gerçeği algılamada zorlanıyor.

 

Yetmişli, seksenli yıllara ve country tarzına ait eşyalara olan tutkunuz nereden geliyor?

 

Ben yetmişli yıllarda çocuk, seksenli yıllarda hem çocuk hem ergendim. O dönemleri bizzat yaşadım ve sanıyorum çok tatlı anılar biriktirdim. Dolayısıyla benim için nostaljik bir güzellik ifade ediyor o zamanlar. Ayrıca, altmışlı yılları da dâhil edersek, o dönemler tasarımda, mimaride, modada, bilimde, müzikte ve sanatın hemen hemen her dalında müthiş yeniliklerin, renkliliğin, harika buluşların olduğu dönemler. Bu yüzden de o yıllara ayrı bir ilgim var.

Country ‘e olan ilgim ise, çocukluğumu o tarzda bir evde geçirmemden kaynaklanıyor muhtemelen. Memleketim Zonguldak’ta, büyüdüğüm lojman mahallesindeki evler, kömür ocağı işletmeye ilk gelen İngiliz ve Amerikalı mühendisler için o tarzda inşa edilmiş evlerdendi ve kırların ortasında, orman kıyısında konumlanmışlardı.

 

Bundan sonraki çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

 

Yıldız Alatan serisine devam etmek arzusundayım elbette. Arada Yıldız’a kısa süreli molalar verip ilk romanlarımın tarzında bir şeyler yazmak da istiyorum. Şiire devam ediyorum, o ayrılmaz bir parçam. Ayrıca, son birkaç aydır dâhil olduğum bir çeviri şiir projesi üzerinde çalışıyorum. Şiirden Dergisi için de düzenli olarak şiir çevirisi yapıyorum.

En Son Yazılar