Sayın Hasan Bulut, öncelikle Dedektif Dergi’ye röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bize kendinizden söz edebilir misiniz?
Vakit ayırdığınız için asıl ben teşekkür ederim. Son dönemde polisiye edebiyatı görünür kıldığınız için ayrıca minnettarım.
Ben Hasan Bulut, okumaya, yazmaya ve üretmeye tutkun sıradan biriyim. Mayıs 1994, Giresun doğumluyum, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi mezunuyum ve mezun olduğumdan bu yana öğretmenlik yapıyorum. Yazarlığa mesleğim diyebilirim miyim bilmiyorum, hobim de değil, sanırım bu benim sanatım.
Her zaman hayalperest biri olmuşumdur, çocukluğumda kafamın içinde bir hikâye kurgulayıp bir süre o evrende yaşamayı severdim. Özellikle de yürürken bir şeyler düşünmeye bayılırdım. İlerleyen süreçte bu sıkıldığım ortamlardan kaçma şeklim oldu. Kendimi bazen bu hikayelere o kadar kaptırırdım ki bir an önce yalnız kalsam da hikayemin sonunu yine kafamın içinde yazıp rahatlasam, dediğim zamanlar bile olurdu. Anlayacağınız, başlarda anlatmayı seçmesem de bir hikâye kurgulamak kendimi bildim bileli içimde taşıdığım bir şeydi.
Çocukluğum teknolojinin hayatımıza bu denli girmeye yeni yeni başladığı zamana denk geldiğinden olsa gerek kitapların hayatımda her zaman yeri vardı. Bir noktadan sonra ben de kafamda dönüp duran hikayeleri yazmayı denedim, yazarlık serüvenim de böylece başlamış oldu. Yazdıklarımı sadece kendim dahi okusam yine de yazmaya devam ederim diye düşünüyorum, hayatımdaki hiçbir şey kafamdaki bir hikâyenin iki kapak arasına girmesi kadar bana mutluluk vermemiştir herhalde. Bir hikâyeye son noktayı koyma hissini hiçbir şeye değişmem.

2017 yılında İntikam Polisiyesi ve 2021 yılında Paranoya adlı iki polisiye romanınızın yayınlandığını biliyoruz. Fakat yayınlanmış ilk eseriniz 2015 tarihli Beklediğim Kadar Varsın adlı şiir kitabınız. Şiirden polisiyeye geçiş serüveninizden bahseder misiniz?
İlk kez bir kurgu yazmayı denemem lise çağlarıma denk geliyor, o yıllarda polisiye, bilimkurgu ve fantastik edebiyat ağırlıklı olmak üzere bir sürü kitap okuyordum. Bunlardan biri olan ve o dönemde hayli popüler olan Orkun Uçar’ın Metal Fırtına’sını okuduktan sonra ben de ilk kez, biraz da ona öykünerek yazmayı denedim. İlk denemem çok başarılı oldu diyemem, yarım bıraktığımı hatırlıyorum. Bu deneme her şey bir yana bana bir şeyler üretmenin verdiği hazzı tattırmış oldu sanırım, o noktadan sonra yazmadan durmak benim için imkansızdı. Şiir okumayı da çok severdim, belki de bir şiiri yazmaya başlayıp bitirmek daha kolay gördüğünden olsa gerek, ki şiir yazmanın kolay olmadığını daha sonra anladım, bir dönem kendimi şiire vermiştim.
Şiir serüvenim çok uzun sürmese de ilk kitap heyecanını şiirlerimle yaşamış oldum, sonraları pek az şiir yazmışımdır, açık konuşmak gerekirse pek de iyi değilim. Yine de yazım hayatıma katkısı olduğu kanaatindeyim, betimlemelerimin zaman zaman şiirsel bir yöne doğru kaydığı oluyor. Şimdi bulunduğum yerden bakınca aslında şiirlerimin devrik cümlelerden oluşan kısa hikayeler olduğunu görüyorum, yani şiir yazmak benim için romancılığımın emeklemesiydi herhalde.
Siz aynı zamanda bir polisiye öykü yazarısınız. Yazmış olduğunuz öykülerle 2021 ve 2022 yıllarında Dedektif Dergi Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda dereceye girdiniz. Hem öykü hem de roman yazarı olarak kendinizi hangi türe daha yakın hissediyorsunuz? Polisiye öykü yazmanın roman yazmaktan daha zor olduğu yolunda görüşler var, buna katılıyor musunuz?
Ben kendimi daha çok roman yazarı olarak tanımlıyorum. Öykü yazmayı da seviyorum ama beni haddinden fazla zorluyor. Daha geniş bir alanda hareket etmek sanırım biraz daha kolay geliyor bana. Özellikle de polisiye bir öykü yazmak gerçekten çok zor, çünkü polisiyenin belli bir dinamiği var ve tüm bunları daha az sayfada anlatabilmek, bir yandan katile dair küçük detaylar verip bir yandan onu okurla birlikte aramak ve vurucu, hatta ters köşe bir son yazabilmek öykü sınırları içerisinde hayli zor. Bu yıl düzenlenen Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda kelime sınırı üç bine düştüğü için katılamadım mesela, üç bin kelimeyle bir polisiye hikaye anlatmak sanırım benim yeteneğimi aşıyor, o yüzden öykücülere derin bir saygı duyuyorum. Yani buna katılıyorum diyebilirim.
Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) 2023 Yılı En İyi Roman Ödülü’nü kazandığınız Aynadaki Düşman adlı eserinizde 1970’li yıllarda geçen bir olayı anlatıyorsunuz. Sizi bir dönem romanı yazmaya iten etkenler nelerdi? Bu dönemi anlamak için ne gibi araştırmalar yaptınız?
Dönem romanları okumayı hep sevmişimdir, hatta büyük bir Necati Cumalı hayranı olduğumu söyleyebilirim. Onun Tütün Zaman’ı üçlemesini ara sıra açıp tekrar tekrar okumak beni mutlu ediyor. Dönem romanı okurken sanırım günümüz karmaşasından biraz sıyrılmış olmak iyi geliyor. Hâlâ depresif hissediyorsam TRT’nin seksenlerde çektiği ve Osman Seden’in yönettiği Çalıkuşu’nu açıp izlerim mesela.

Aynadaki Düşman’ın bir dönem romanı olması ise tüm bunlarla birlikte biraz da romanın baş kahramanıyla alakalı. Sıhhiye İhsan, dedemden yola çıkarak yazdığım bir karakter, dedem pek çok yönüyle Sıhhiye İhsan’dan farklıydı ama o da askerlik sonrasında yaşadığı yerde gerçekten de insanların hastalıklarıyla ilgilenmiş biriydi. Bu da benim onun üzerinden bir karakter çıkarmamı kolaylaştırdı. Çünkü garip bir tutkuydu onunkisi, birçok şeye zemin hazırlıyordu benim açımdan. “Hastayla ilgilenmek için gittiği köyde bu kez bir cinayeti araştırsa ne olabilir?” diye aklımdan geçirmem pek de zor olmadı yani. Durum böyle olunca doğal olarak yazdığım roman da birden dönem romanı oldu. Hikâyenin kurgu dışında kalan tarafını pek belirtmek istemedim, şu sıralar her şeyin üzerinde “Gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır” yazıyor malumunuz.
Araştırma konusuna gelince, aslında tüm bunlar benim çocukluğum boyunca çevremden dinlediğim hikayelerin bir bulamacı oldu, inanması güç gelse de bu insanlar benzer olayları çok da eski olmayan bir tarihte yaşamışlar. Özellikle dedem gençlik anılarını biraz da abartarak anlatmaya bayılırdı, haliyle elimde böyle geniş bir kaynak ve ilginç bir karakter olunca Aynadaki Düşman’ı yazarken dönemsel uygunlukları sağlamak beni çok zorlamadı. Yine de baş kahramanımız sağlıkla ilgilendiği için o konuda, yörede o dönem kullanılan yapı malzemeleri ve kıyafetler gibi konularda biraz araştırma yapmam gerekti. İyi bildiğim değil de sadece araştırarak yazmam gerekecek bir coğrafyayı ve zamanı yazmak istesem çok zorlanabilirdim.
Yerli polisiye hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Ben yerli polisiyenin bu kadar güçlü olduğunu Polisiye Yazarları Birliği’ni tanıdıktan sonra öğrendim. Kristal Kelepçe’yle, Dedektif Dergi’yle ve Zehirli Kalem’le tanışınca anladım ki Türkiye’de gerçekten bir polisiye kültürü var ama kimse bizi şimdiye kadar bir araya getirmemiş. Bugün bir okura sorulduğu zaman yerli polisiyeden birkaç isim dışında yazar tanıyanı az çıkar, aslında o kadar fazla yazar ve eser var ki, bunların büyük çoğunluğu da gerçekten nitelikli eserler. Polisiye yazarları olarak birbirimizi bulduk, sanırım şimdi sırada yerli polisiyeye karşı olan haksız ön yargıyı kırmak var.
Polisiyede tercihiniz yerli yazarlar mı, yoksa yabancılar mı? Okumaktan en çok zevk aldığınız yerli ve yabancı polisiye yazarları kimlerdir?
Okuma alışkanlığıma bakınca hiçbir zaman yerli ve yabancı diye çok keskin bir çizgim olmadı. Ama bazı insanlardan hâlâ daha “Türkler polisiye yazamıyor, yerli bilimkurgu kitabı mı olur vb.” içi çok da dolu olmayan sözler duymak mümkün. Oysa ben POYABİR’den bir yazarın kitabını okuduğumda durumun hiç de böyle olmadığını rahatça anlayabiliyorum. Örneğin geçen yıl Kristal Kelepçe’den ödülle dönen Aras Gençtürk’ün Kâbus adlı romanının bestseller eserlerden aşağı kalır bir yanı yok. Osman Aysu, Algan Sezgintüredi, Gencoy Sümer, Ercan Akbay gibi büyüklerimi okuduğum zaman her defasında hayran kalıyorum. Ya da yazdıklarıyla benim ilk yazma girişimimi tetikleyen Orkun Uçar’ın Opus’u bir bilimkurgu harikası. Yeni bazı türlere karşı hâlâ bir ön yargı var, ama yavaş yavaş yıkılacağına eminim. Yukarda saydıklarım dışında yerli polisiyede Günay Gafur, Armağan Tunaboylu, Elçin Poyrazlar, Ahmet Ümit’in özelikle Patasana‘sı, Emrah Serbes’in Her Temas İz Bırakır‘ı ilk aklıma gelenlerden oluyor.
Yabancılardan ise Altın Çağ yazarlarının yanı sıra Henning Mankell, Tami Hoag, Jean-Christophe Grangé kitaplarını severim. Bazen hiç duymadığım yazarlardan da okumak hoşuma gider, örneğin Nobel ödüllü de olsa sağdan soldan pek az duyduğum Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adlı kitabını rastgele okumuş ve sevmiştim.
Yazma ritüelleriniz var mı? Bir romana başlamadan önce tüm ayrıntıları içeren bir taslak hazırlar mısınız yoksa fikre dayanarak taslak olmaksızın mı yazmaya başlarsınız?
Yazma ritüelim var mı emin değilim, sessiz bir ortam benim için yeterli oluyor. Onun dışında bir şey aramıyorum sanırım. Bir de kendimi fikren yazmaya hazırlamam gerekiyor, hayatımda her şeyin bir plan dahilinde olmasını severim, o yüzden bir romanın ilk cümlesini yazmadan önce ne zaman başlayacağıma dair karar alıp kendimi motive etmem gerekiyor.
Bende yazma süreci bir fikir bulmamla birlikte başlıyor. Sonra bu fikri sadece zihnimde evirip çevirdiğim, karakterleri, olayları oluşturduğum bir süreç yaşıyorum, bu şimdiye kadarki yazdıklarımı göz önüne alırsak bazen birkaç ayı bazense bir yılı bulabiliyor. Kafamda bir kurgu iyice netleştiyse işi notlara dökmeye başlıyorum, tüm kurgunun gidişatı baştan sona belli oluyor bu notlarda. Bu bahsettiğim kısım benim için en zevkli ve en rahat kısım oluyor, dediğim gibi çocukluğumdan beri bunun bir bölümünü yapıyorum zaten.
Tüm bu taslak çıkarma aşaması bitip her şey hazır olunca başta bahsettiğim sürece giriyorum, kendimi ilk cümleyi yazmaya motive etme aşaması. İşte bu kısım hayli uzun sürebiliyor, hayatımdaki en ufak bir sıkıntı bu konuda beni aksatabiliyor çünkü. Eğer şanslıysam ilk cümleyi yazıveriyorum ve gerisi geliyor. Çünkü başladığım zaman da bir an önce bitirmek istiyorum. Hazırladığım taslağın dışına kurguyu fazla etkilemeyen küçük ayrıntılar haricinde pek çıktığım olmuyor.
Özellikle polisiyenin gelişigüzel yazılabileceğini pek sanmıyorum, ya da en azından ben yapamam. Polisiye ciddi dinamikleri olan bir tür, hata kabul etmiyor çünkü inandırıcılığını yitirmemeli, hayatın gerçekleriyle örtüşmesi gerekli diye düşünüyorum, tüm bunları da plansız sağlamak biraz olanak dışı gibi geliyor bana.
Polisiye dışında bilimkurgu ve fantastik edebiyatla da ilgiliyimdir, hatta yakında bir bilimkurgu romanım da yayımlanacak, bana göre aralarında kalem oynatması en güç olanı polisiye yazmak, ama iyi yazıldığı zaman okuru en çok etkileyenlerden biri kesinlikle.
Bundan sonraki çalışmanız için hazırlığınız var mı? Öykü kitabı çıkarmayı düşünüyor musunuz?
Şimdilik ilk sırada bahsettiğim bilimkurgu romanım var, bir aksilik olmazsa birkaç ay içerisinde çıkacaktır diye düşünüyorum. Ayrıca onun devamını da yazmaya başlamıştım ama bahsettiğim gibi motivasyonumu çok çabuk kaybedebiliyorum, geçtiğimiz şubat ayında yaşanan depremden etkilenenlerden biriyim, o süreç beni oldukça yıprattı, en kısa zamanda yarım kalan romanımı tamamlamayı planlıyorum. Ayrıca Aynadaki Düşman romanındaki karakterim Sıhhiye İhsan sanırım biraz sevildi, ona dair birkaç hikâye daha anlatma niyetindeyim. Aynadaki Düşman yaz aylarında geçiyor, ben o coğrafyanın dört mevsimini anlatmak istiyorum. İlk iki romanımı düzenleyip acemice yazdığım kısımları düzeltmek gibi bir planım var, oradaki karakterimi de severim ama bu haliyle ona haksızlık etmişim gibi hissediyorum. Zehirli Kalem Öykü Yarışması’ında dereceye giren öyküm Ölüm Lekesi‘ndeki isimsiz karaktere de bir kurgu hazırladım, ona da başlamak istiyorum.
Öykü yazmak dediğim gibi beni biraz zorluyor ama yine de seviyorum, bir kitap olacak kadar öyküm biriktiğinde sanırım bir de polisiye öykü kitabım olsun isterim.