Ağustos ayının bilindik sıcak günlerinden biriydi. Yaz tatili denildiğinde daha henüz memlekete gitmenin yerini tatil köylerine gitmenin almadığı sıcacık günlerdeydik. Aylak aylak dedemin köydeki evinin avlusunda hiçbir işe yaramamanın verdiği can sıkıntısıyla oyalanacak bir şeyler arıyordum. Henüz öğle ezanı okunmamış, öğle sıcağı tam manasıyla ortalığı kavurmamış olmasına karşın sessizlik havanın daha da sıcak hissedilmesine sebep oluyordu. Erik ağacının altına oturup elime aldığım bağ bıçağı ile kırılıp yere düşüp kurumuş olan bir dalın kabuğunu yavaş yavaş sıyırmaya çalışıyordum. Şekil vermekten çok dalı çıplak bırakmaya çalışan amaçsız bir kazımaydı yaptığım.
Dedemin evi köyün içinden geçen karayoluna cephe olduğu için arada arabalar, insanlar ve kimi zaman da inekler, köpekler geçip gidiyordu. Şimdi kimselerin geçmediği bu yol bazen bir kentin sokakları gibi kalabalık olurdu. Böyle yazdığıma bakıp aklınıza İstiklal Caddesi’ni getirmeyin hemen. Eski zamanlarda şehrin kenarındaki caddeler kadar bir kalabalık olurdu.
Dedem kendi merakını besleyip köyde kimsenin sahip olmadığı bir bahçeye sahip olmuştu. Evin önündeki avlu ve hemen ardındaki damı geçince bir dönümlük bir bahçe içinde bulurdunuz kendinizi. Bahçe her ağaçtan iki tane olmak üzere elma, nar, armut, erik, dut, fındık, zerdali, badem, zeytin, kiraz, şeftali ve adını bilmediğim meyve ağaçları ile doluydu. Fakat kim her dakika meyve yemeyi ister? Bir süre sonra Cennetten sıkılıyor insan.
Erik ağacının altında elimi kesmemeye dikkat ederek kabuklarını sıyırdığım kuru ağaç dalını evirip çeviriyor can sıkıntımı geçirecek bir sürpriz bekliyordum. Bağ bıçağı başı ve sonu teneke ile kaplanmış, kaplanan teneke kısımlar hafifçe paslı, yuvarlak eğri bir odun parçası gibi duran, avuç içinden taşan bir kabzadan ibaretti. Bu kabzanın orta yerinde derin ve boydan boya bir yarık vardı. Bu yarığa paslanmaya yüz tutan eğri bıçak yüzeyi tam olarak girdiği için görünüşü ilgi çekiciydi. Bu kaba, kalın bir dal parçasını andıran bağ bıçağının yayı gevşemişti. Açıldığında tam olarak sabit durmuyor, elimle hem sapı hem de bıçağı tutmak zorunda kalıyordum. İçimin sıkıntısı bu iğretilikle daha da çekilmez hale geliyordu. Başımı dala eğmiş, tüm dikkatimi vermiş, yavaş yavaş kabukları sıyırıp dış dünyayı unutmaya çabalıyor, elimi kesmemek için gösterdiğim dikkatten dolayı da çevremi gözlemleyemiyordum.
Ayaklarımın ucunda dikilen Hilmi’yi görünce bir an şaşırdım. Bıçak, dal parçasının içine derinlemesine girmiş benim hassasiyetle ileri itip dalı kırmadan kabuğu almamı bekliyordu. Hiç zorlamadan ellerimi gevşetip başımı kaldırdım. Gülümseyen kavruk yüzüyle bakan Hilmi’ye ben de gülümsedim. Hilmi, dedemin yan komşusunun büyük oğluydu. İkimiz de on beş yaşındaydık. Bir de kardeşi vardı, Ahmet. O da abisinden sadece bir yaş küçüktü ve üçümüz iyi anlaşırdık.
Hilmi hınzırca “Ne yapıyorsun?” dedi.
Elimde eğreti tuttuğum bıçağı işaret ederek “Can sıkıntısı,” dedim. Hilmi’nin yüzüme bakarken aklından bir şey geçirdiğini anlamıştım. Elimi uzattım, tuttu. Okula gittiği için elleri diğer köylü çocukları gibi kalın ve nasırlaşmış değildi. Yer yer derisi kurumuş olsa da henüz hoyratça kaba olmayan elleri diğer çocukların elleri kadar güçlüydü. Elimden tuttuğu gibi kalkmam için kuvvetle çekti.
“Biz inekleri tarlaya salacağız, işin yoksa sen de gel,” dedi.
“Ahmet’te geliyor mu?” dedim.
Başını salladı.
“Ne zaman?” dedim heyecanla.
Yarım saate çıkarlarmış. Yarım saate sözleştik.
Anneme gideceğimi haber verdim. Anneannem yanıma bir çıkın yapmamız gerektiğini söyledi. Elime boyu bir metre civarında bir değnek verdiler. Ucuna naylon poşet içine konulmuş kuru ekmek, domates, kendi yaptığı köy peyniri, birkaç parça bahçeden kopardıkları biberlerden koymuşlardı. Kendimi Keloğlan gibi hissettim.
Utana sıkıla avludan yola çıktığımda Hilmi ile Ahmet’i gördüm. Bana el sallıyorlardı. Ahmet’in de yanında küçük bir çıkın vardı. Onların da yanlarına yemek için bir şeyler aldığını anlayınca rahatladım.
Yirmi kadar ineği önümüze katıp köyün bitimindeki şoseye doğru ağır ağır ilerlemeye başladık. Değneğimin ucuna bağladığım poşetimi omzumun arkasında sallaya sallaya son ineğin peşi sıra ilerliyordum. Ahmet ineklerin sağında Hilmi ise ineklerin solunda hayvanların dağılmamasını sağlayacak şekilde yürüyorlardı. Bir süre sonra inekleri, biçileli bir kaç hafta olmuş buğday tarlalarına doğru sürdüler. Sırasıyla çaprazlamasına tatlı bir eğimi olan birçok tarlayı geçtik. Karşıda dört tarlanın kavuştuğu bir köşede bir çeşme olduğunu gördüm. Kimi dürterek kimi bağırarak inekleri çeşmeye doğru sürdük.
Çeşmeye varınca inekleri başıboş bıraktık. Hayvanlar dört tarlaya dağıldılar. Ahmet bize gölgelik hazırlarken, Hilmi’yle ben de yalaklardan birinin taşına oturduk. Tarihi bir çeşmeydi bu. Beş yalağı vardı ama kavurucu yaz sıcağından nasibini almış, son iki tanesi tamamen kurumuştu.
Derken, karşıdaki tarlanın ucunda, yerde yatan, hayvana benzer bir şey gözümüze çarptı. Ne olduğunu anlamak için, Hilmi’yle birlikte oturduğumuz yerden kalkıp merakla yanına gittik.
Yaklaşınca onun bir koyun olduğunu anladık. Güneşin yakıcı sıcağı altında öylece yatıyordu. Ölü gibiydi ama belli belirsiz inip çıkan karnı henüz yaşadığını gösteriyordu.
Hilmi hayvanın etrafında dolaştı, sonra ellerini iki yana açarak “yapacak bir şey yok” dercesine yüzüme baktı.
“Yalağa götürelim,” dedim. “Hayvan ölecek, yazık.”
Hilmi şaşkınlıkla yüzüme baktı.
“Bırak karışma, sayacılarındır” dedi.
“Olmaz,” dedim. “Ölecekse bile hayvanı böyle terk edemeyiz. Biz elimizden geleni yapalım o ölecekse yine ölsün.”
Oldukça zayıflamış olan hayvanı ikimiz güç bela kucakladık. Sarsak adımlarla sendeleye sendeleye çeşmenin son yalağının başına kadar taşıdık. Yere bırakıp önce yalağın içini çevreden topladığımız otlarla doldurduk. Sonra, hayvanı tekrar kucaklayıp yalağın içinde hazırladığımız yumuşak yatağa yatırdık.
Ahmet bizim için hazırladığı gölgeliği koyunun üzerine getirdi. Hayvancağızı biraz olsun güneşten korumuş olduk böylece. Sonra çeşmeden avcumuzla aldığımız suyu ağzına dayadık. Başlarda hiç kıpırdamadı ama sonra suyun her gelişinde dilini oynatmaya başladı. Hilmi’nin yanında getirdiği şişedeki suyu toprağa döktüğünü görünce şaşırdım. Ne yaptığına bir anlam veremedim.
Elinde su şişesi ile yürüdü gitti. İneklerin arasına varınca birinin altına bağdaş kurdu. İnek sakince otlamaya devam ederken yavaş yavaş memelerini büze çeke süt sağmaya başladı. Geri geldiğinde akıllıca bir iş yapmış olmanın gururuyla şişeyi bana uzattı. Ben de aldım. Şişe, içindeki sütün sıcaklığı ile ısınmıştı. Merakla ağzıma götürüp bir yudum içtim. Beklediğim gibi değildi. Ağır yağ kokuyordu. Belki de ineğin kokusunu duymuştum sütte.
Ahmet, koyuna ot yedirmeye çalışıyor fakat hayvan yemek istemiyordu. Hilmi, süt şişesini elimden kapıp hayvanın üzerine eğildi. Başını şefkatle kaldırdı, elleriyle çenesini aralayıp azar azar içeri süt dökmeye çalıştı.
Bu besleme işi öyle yavaş oluyordu ki ağustos sıcağında koyununun canlanmasını beklerken biz kendi terimizde eriyip gidecektik. Yine de sabırla Hilmi’nin koyuna sütü olabildiğince yavaş içirmesini izledik. Bu manzarayı izlerken bir yandan üzülüyor bir yandan da koyunun hayatta kalabileceği umudum arttığı için heyecanlanıyordum. Hiç kıpırdmadan sütün bitmesini bekliyorduk. Bir canlıyı kurtarıyorduk. Hayata tutunmasını sağlıyorduk. Bu, şehirde pek yaşayacağım türden bir olay değildi. İçim kabarıyor, sevinçten ağlayacakmışım gibi hissediyordum. Yine de kendime hakim olmaya çalışıyordum.
Aradan üç saat geçmişti. Koyun artık boynunu kaldırıp etrafına bakabiliyordu. Yalağın içinde yaşam belirtileri her dakika artıyordu. Biz de yemeklerimizi yemiş keyifle koyunun her yeni hamlesini bir zafer gibi izliyorduk.
Hilmi kolundaki saatine bakıp, “Artık yavaş yavaş dönmemiz gerekiyor,” dedi.
Ahmet hemen ayaklandı.
“Durun!” dedim. “Koyunu ne yapacağız?”
Koyunu önce burada bırakmak istediler. Yanımıza alamazmışız. Zaten yaşlı bir hayvanmış. Dişleri döküldüğü, artık yürüyemez hale geldiği için ölmeye terk edilmiş olabileceğini söylediler. Ben de onlara sırtımızda taşıyabileceğimizi söyledim. O da bir candı. Böyle ölüme terk edemezdik. Hangi sayacınınsa ona verirdik. O ne yapacaksa yapardı ama biz onu burada bu şekilde ölüme terk edemezdik. Sonunda ikisini de ikna ettim.
Gelirken tatlı bir eğimle indiğimiz tarlalar dönüşte sarp dağlar gibi duruyorlardı önümüzde. Halbuki gene hafif bir eğimden başka bir yükseklik yoktu. Ama sıra ile sırtımızda taşıdığımız koyun, eğimi bir yokuş gibi algılamamıza neden oluyor, gelirken çarçabuk biten yollar uzadıkça uzuyordu. Hayvancağız ise, hiç sesini çıkartmıyor, biz yorulunca kendisini yere indirdiğimizde dizlerini kıvırıp olduğu yere çöküyor bizi bekliyordu.
Hilmi ve Ahmet öyle yorulmuş gözükmüyorlardı. Ben ise gerçekten zor adım atıyordum. Bu halimi görüp artık bana koyunu taşıtmamaya karar verdiler. Köyün içindeki asfalt yola çıktığımızda artık Hilmi’nin de yorulmuş olduğunu anladım. Öylesine bir bakışı vardı ki ona bu koyunu taşıttığıma pişman olmuştum. Yine de son kalan enerjisiyle koyunu sabah yola çıkmadan önce oturduğum erik ağacının altına bırakmayı becerdi. Tam o sırada dedem köyün kahvesinden geliyordu, koyunu görünce önce bana sonra Hilmi’ye soru dolu gözlerle baktı.
Olup biteni dedeme anlattığımda kaşları çatıldı. Kimsenin hayvanını alamazmış. Hırsız gibi ağılına başkasının koyununu mu sokacakmış?
Daha da söylenecekti ama hiç sesimi çıkartmadığımı görünce, biraz yumuşadı.
“Sen dur bakalım neyin nesiymiş bir öğrenelim,” dedi ve gerisin geriye kahveye gitti.
Neredeyse yarım saat geçmişti ki geri döndü. Sayacıların hayvanı ölmeye bıraktığını o da doğruladı. Hayvan çok yaşlıymış. Dişleri kırıldığı için hiçbir şey yiyemiyormuş. Zaten bir yerde çöküp ölecekmiş. “Torununa hediyemiz olsun,” demişler.
Dedem yine de memnun değildi. Başkasının hayvanını ölse de almamalıymışız. Daha bir sürü şey söyledi. Onu beklerken başını okşayıp rahatlattığım koyun, sakince erik ağacının gölgesi altında yatıyordu.
Dedem sözlerini bitirince dut ağacının dibini gösterip “Git şimdi ağacın şu kalın dalının altına büyükçe bir çukur kaz,” dedi. Sonra da eliyle avlu duvarının dibinde uzanan kazmayı gösterdi.
Ne olacağını anlayamadım. Bana ceza veriyordu. Dedem böyleydi. Hiçbir suç cezasız kalmazdı onun nezdinde. Bu yorgunlukla neye yarayacağı belli olmayan bu çukuru kazmak kadar ağır bir ceza olamazdı. Çaresiz kazmayı aldım ve ağacın altında usul usul kurumuş toprağı kazmaya başladım. Ne annem ne ananem bir şey demediler. Annem uzaktan uzağa beni izliyordu. Ben ise bir gözümle koyuna bakıyor ve onun için bu acıya katlanarak çukuru kazmaya devam ediyordum. On beş dakika sonra dedem geldi. Sağ omzu üzerinde bir peşkir vardı. Mintanının kolları dirseklerine kadar sıvanmıştı. Sanki abdest almış gibiydi. Çukura baktı, ayağıyla kenardaki toprakları bir tarafta toplanmaları için yeri sıyırdı. Yeterince derin kazdığıma inanmış olacak ki, “Yeter,” dedi. Ben kazmayı yine duvarın dibine bırakırken dedem çevik hareketlerle koyunu bir seferde kucaklayıp kazdığım çukurun başına bıraktı.
Anlamıştım. Anlamıştım… Ama ben o koyunun hayatını kurtarmıştım…. Ama o koyunun canını kurtarmıştım ben…
İçim daraldı, kalbim sıkıştı. Ağlamaya başladım…
O yaşasın diye sırtımda taşımıştım… Onu celladına teslim etmek için mi getirmiştim buraya?
Annem halime dayanamayıp yanıma geldi. Gözyaşlarımı silerken, dedem koyunu kıbleye doğru çevirmiş, gözüne omzundaki peşkiri bağlamış, boynunu okşuyordu.
Sonra anneme döndü, “Çocuğu götür,” dedi.
Şehir çocuğu alışkın değilmiş, korkarmış falan filan. Yapacak hiçbir şey yoktu. Gözlerimi tekrar gözlerine dikemeden kendimi evin serinliğine bıraktım. Yorgunluktan mı moralsizlikten mi kıvrıldığım sedirin üzerinde uyumuşum. Uyandığımda üzerimde ince bir örtü vardı. Sıyırdım attım. Avludan neşeli insan sesleri geliyordu. Ne olduğunu anlayamadım. Kendimi dışarı attığımda birbirinden iğreti iki masanın birleştirildiğini etrafına bir sürü sandalyenin dizildiğini gördüm. Kimileri dolu kimileri daha dolmamıştı.
Sonra anneannem geldi yanıma. Elimden tuttu.
“Bak kızanım,” dedi. “Zamanı geldiğinde herkes ölmeli. Öldüğünde herkesi birleştiriyorsan iyi bir ölüm olur. Sen öldün diye herkes sırtını dönerse birbirine hayırlı bir ölüm değildir. Şimdi senin taşıyıp getirdiğin koyun sayesinde komşularımız dahası sıyacılar ve hısımlarımız bu sofrada bir araya geleceğiz. Bu güzel bir ölüm değil mi? Zaten hayvan ölecekmiş. Madem ölecekmiş, en iyisi böyle ölmeli.”