Ceset gölün kıyısındaki parkın içinde, çalılıkların arasında yüzükoyun yatıyor. Başının arkası ezilip yassılaşmış. Ensesindeki gür siyah saçları, kurumuş kan ve et parçalarından kemre tutmuş. Deve tüyü trençkotu yana doğru hafifçe sıyrılmış. Uçuk mavi gömleğinin yakası, koyu kırmızıyla siyah arası bir renge bürünmüş.
Görüntü midemi bulandırıyor. Dönüp, kıyıya doğru yürüyorum. Birkaç adım ötede işlenmiş korkunç cinayete inat, Mogan Gölü huzurlu bir kartpostal gibi sere serpe uzanıyor önümde. Ortalık öyle sakin, öyle dingin ki. Yemyeşil suların üzeri pamuksu bir sis yorganıyla kaplı hâlâ. Havadaki kar ve yosun kokusu genzimi yakıyor. Yüzüme çarpan sabah ayazı, bıçak gibi kesiyor tenimi. Kot montumun yakalarını biraz daha kaldırıyorum. Cep telefonumun ekranına göz atıyorum. Saat neredeyse sekiz olmuş ama güneş bulutların arasından bir türlü göstermek bilmiyor o sevecen yüzünü.
Yolun kenarına park etmiş resmi polis araçlarının önüne yanaşan beyaz Hyundai’yi görünce, o tarafa yöneliyorum. Gelen bizim Başkomiser. Aracından inerken boş bulunup kapının kulpuna yapışıyorum. Tam o anda da yaptığım hatanın farkına varıyorum ama iş işten geçiyor. “Goygoyculuk yapma lan,” diye kükrüyor bizimki, “Benim elim kolum yok mu, ben açarım kendi kapımı. Sen kendi işine bak…”
İşgüzarlığım için kendime kızıyorum. Dakika bir, gol bir. Güne azar işiterek başlıyoruz.
Ağaçların arasına gerili sarı bantların altından geçip cesedin yanına gidiyoruz. Yine her zamanki hardal rengi fitilli kadife pantolon ve balıkçı yaka yün kazağı ile soluk kahverengi gocuğu var üzerinde -ne çirkin giyiniyor bu adam yahu.
Soğuk topraktaki cansız bedene hızlıca bir göz atıyor. Paltosunun fermuarlı yan cebinden bir sigara çıkartıp yakıyor. Bir-iki nefes çekiyor. Sonra yüzüme bakmadan soruyor, “Kimmiş?” Bir taraftan da, üst dudağından sarkan gümrah, kırçıllı bıyıklarının uçlarını ısırıyor -zaten varoluşsal bir meselesi var şu bıyıklarıyla. Her daim ya ısırır, ya da çekiştirip durur.
Ceketimin cebinden kareli, küçük defterimi çıkartıp çalakalem tuttuğum notlarımı okumaya çalışıyorum. “Fuat Tekin. Kırk sekiz yaşında. Şair. Şey, cinayet şiirleri yazıyormuş amirim…”
Birden donup kalıyor Başkomiserim. Geldiğinden beri ilk kez başını kaldırıyor, “Cinayet şiiri mi?” diye soruyor, “Kafa mı buluyon lan?”
“Yok amirim, ne kafası? Estağfurullah…”
“Ne şiiri be? Cinayetin şiiri mi olur?”
Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. Sanki aslında bütün şiirleri ben yazmışım gibi, suçlu gözlerle bakıyorum yüzüne -bu çekingen bakışta, öldürülen adamın geçmişte birkaç kitabını okumuş olmamın etkisi de var elbet. Ama bu ayrıntıyı şu anda amirime itiraf etmek yürek ister.
“Ne şiiri lan?” diye yineliyor Başkomiserim, bu kez bıyığının kenarında alaylı bir gülümseme ile, “Romanı, öyküsü filan neyse de, cinayetin şiirini de ilk kez duyuyorum yani. Cinayetin şiiri mi olur yahu? Tövbe tövbe, daha neler göreceğiz bakalım…” Sigarasından uzunca bir nefes daha çekip, bakışlarını indiriyor. Eski haline dönüyor. Yine ortaya soruyor, “Cesedi kim bulmuş?”
Diğer konudan uzaklaşmış olmaktan dolayı memnun, istekle cevaplıyorum sorusunu, “Şuradaki eşofmanlı teyzeler, amirim. Göl kenarında sabah yürüyüşü yapıyorlarmış.”
Gösterdiğim yöne bakmaya gerek bile duymuyor. Gelirken zaten görmüş olmalı onları. Tekrar not defterime dönüyorum, “Başının arkasına sert bir cisimle vurmuşlar. Muhtemelen birden fazla defa. Cinayet aleti bulunamadı. Olay Yeri İnceleme Ekibi yolda. Uzman doktorun söylediğine göre, dün saat yirmi bir ile yirmi üç arasında öldürülmüş gibi görünüyor. Çevredeki kamera kayıtlarında şimdilik bir şey bulamadık, amirim. Araştırıyoruz.”
Elindeki yarısı içilmiş sigarayı atıp üzerine basıyor. Aniden dönüp, arabaya doğru yürüyor, “Büroya geçelim biz.”
İkiletmeden peşine takılıyorum.
***
Saat ona doğru, Cinayet Büro’nun ortasındaki boşluğu dolduran, suntasının kenarları yer yer sıyrılmış, oval masanın etrafında toplanıyoruz. Ön araştırma görevini, altı kişilik ekibin çömez komiser yardımcıları olarak Anıl’la ikimiz yürütüyoruz. Ben telefon ve bilgisayar başında, öldürülen şair ve yakınları hakkında bilgi topluyorum. Anıl da olay yerinde detaylı inceleme yapıyor. Şimdi öğrendiklerimizi ekibe aktarma zamanı.
Herkes masadaki yerini alınca, anlatmaya başlıyorum. Hiçbir şey atlamamak için, küçük defterimin sayfalarına da göz atıyorum ara sıra. “Maktul Fuat Tekin. 1970 Ankara doğumlu. Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun. Bir süre öğretmenlik yapmış. Sabıkası yok. Teröre, siyasete, herhangi başka bir olaya bulaşmamış. İncek’te bir kooperatif sitesinde oturuyor. Evli değil, altı yıl önce boşanmış. Eski karısı Füsun Akay emekli coğrafya öğretmeni, İzmir’de yaşıyor. On dokuz yaşında bir de oğulları var; Ayhan Tekin. Annesiyle oturuyor. Liseden terk. Oğlanın GBT’si kabarık. Türk soluyla bağlantısı var. İzinsiz gösteri yürüyüşü, yasadışı bildiri, daha neler neler. Ara sıra babası ile görüşüyormuş. Çocuk, birkaç gündür Ankara’daymış. Dikmen’de, teyzesinin yanında kalıyor. Uğrayıp konuşabiliriz kendisiyle emrederseniz.”
Bizim Başkomiser, ela gözlerini Cinayet Büro’nun kirli yeşil duvarlarına dikmiş halde, bıyıklarını çekiştirip duruyor. Konuşulanları dinlemiyor gibi görünse de, ağzımızdan çıkan her sözcüğü hafızasına kazıdığını iyi biliyorum.
Bir saniyeliğine duraksayıp, başka bir konuya geçiyorum. “Fuat Tekin’in ana babası hayatta değil. Kendisinden iki yaş küçük bir kardeşi var; Suat Tekin. Evli, çocuksuz. Çankaya’da, orta halli bir turizm acentesinin sahibi. Sabıkası yok. TÜRSAB ve Mali Şube ile görüştüm, düzgün bir şirket gibi görünüyor. Yalnız, bu yaz turist sayısı azalınca rezervasyon iptallerinden dolayı ciddi mali kriz yaşamışlar. Suat Bey, söylediğine göre, dün iş için Antalya’daymış. Bu sabah dönmüş Ankara’ya. Otopsiden sonra cesedi teşhis için öğlen on ikide Adli Tıp Kurumu’nda olacak.”
Hafifçe yutkunuyorum. Şimdi Başkomiserimin hassas olduğu, tehlikeli sulara girmek üzereyim yine. “Amirim, geçtiğimiz beş yılda cinayet şiirlerinden oluşan toplam sekiz kitabı yayımlanmış maktulün. Satışları iyiymiş anlaşılan, çok sayıda yeni baskı yapmış.” Bunu söylerken, “Cinayet şiirlerini hangi manyak okur be,” diyerek beni azarlayacağından çekinerek, göz ucuyla amirime bakıyorum. Bu defa hiç istifini bozmuyor neyse ki. Belki de Fuat Tekin artık kibirli bir cinayet şairi değil amirimin gözünde, sadece zavallı bir cinayet kurbanı. Rahatlıyorum. “Kitapları Üstün Yayınevi’nden çıkıyor. Sahibi Ali Naci Koçak. Büroları Kızılay’da. Kendisiyle konuştum, ‘ne zaman isterseniz buyurun,’ dedi. Bendeki bilgiler bu kadar, amirim.”
Söz sırası Anıl’a geçiyor. Olay Yeri İnceleme Ekibi ile birlikte elde ettikleri bulguları aktarıyor. Benim aksime notlarına filan bakmadan, ezberden konuşuyor artist. “Sayın Amirim, olay akşamı maktul saat sekiz gibi aracını arka taraftaki otoparka bırakıp, Mogan Gölü’nün kıyısındaki kafe-barlardan birine girmiş. Garsonların ifadesine göre, yalnız başınaymış. İki bira içmiş, hesabı ödeyip kalkmış. Kasa fişinde kayıtlı saat, yirmi bir kırk sekiz. Demek ki, saat ona doğru mekândan ayrılmış. Kapıdaki vale ile konuştum. Adamı hemen hatırladı. ‘Aracınızı getirelim mi abi,’ diye sormuş çocuk, o da ‘Hayır, teşekkürler. Yürüyeceğim biraz,’ diye cevap vermiş. Yine de cebinden çıkarıp bir yirmilik vermiş valeye. Sonra caddenin karşısına geçip, gölün kıyısındaki parkta bir süre yürümüş. Yalnız, park şu anda tadilatta, her yer kazı alanı gibi. Etraf molozlar, kalaslar, kaldırım taşı yığınları ile dolu. Sokak lambaları ve MOBESE’ler de inşaat nedeniyle geçici olarak kaldırılmış. Caddenin diğer tarafındaki mekânların güvenlik kameraları ne yazık ki o bölgeyi görmüyor. O nedenle elimizde şimdilik ne bir görüntü kaydı var, ne de görgü tanığı…”
Birkaç saniye duruyor. Gırtlağını temizleyip kravatını düzeltiyor. Sonra devam ediyor. “Kriminal ile konuştum, parmak izi ve DNA bulgusu negatif. Katil cesede hiç temas etmemiş. Zaten adamın cüzdanı, cep telefonu, her şeyi yerli yerinde duruyor. Hırsızlık söz konusu değil gibi. Adli Tıp ile de görüştüm, ön otopsi raporuna göre ölüm sebebi art loba alınan şiddetli darbeye bağlı, fatal kafatası kırığı ve beyinde yaygın lezyon. Islak imzalı kesin rapor bu akşam çıkacakmış. Uygun görürseniz gidip alabilirim. Saygılarımla arz ederim, sayın amirim.”
Hepimiz gözlerimizi Başkomisere çeviriyoruz. Birkaç saniyelik bir sessizlikten sonra, duvara sabitlediği bakışlarını indirip, Nietzsche bıyıklarını azat ediyor. Sonra talimatlarını sıralıyor. İlk emir, kıdemli komiser abilerimize geliyor. “Tuğrul, Metehan, siz hemen Dikmen’e gidin. Fuat’ın eski karısı ile konuşun. Maddi durumlarına bakın. Adam kadına nafaka veriyor mu, öğrenin. Şu oğlanı da hele iyice bir sorgulayın. Babası ile arası nasılmış, iyi geçiniyorlar mı, adamdan harçlık alıyor mu, her şeyi sorun soruşturun…”
Sonra bana dönüyor, “Sen benimle gel. Önce yayınevine uğrayalım, oradan da Adli Tıp’a geçeriz. Anıl, sen büroda kal, olay yeri inceleme raporunu takip et. Bir de maktulün cep telefonu kayıtlarına ulaş. Bak bakalım cinayet gecesi kimlerle görüşmüş.” Büroya tıkılıp kalacağı için Anıl’ın yüzü düşüyor sanki. Amirim aldırmıyor.
Masada oturan son kişi olan Sultan Komiser’e de iş verecek mi diye bakıyorum. Yok. Vermiyor. Yine bilgisayar ekranının başına oturup, öğlene kadar iskambil falı açacak bizim Valide Sultan. Amirim kapıdan her girdiğinde, çalışmaktan bunalmış da az önce mola vermiş gibi rol kesecek. Bu arada devletin kesesinden bardak bardak ıhlamur, fincan fincan dibek kahvesi tüketecek. Yemekten sonra bahçeye çıkıp, beyaz filtreli, ince sigaralarından iki-üç tane tüttürecek. Öğleden sonra üç buçuk-dört gibi, “Ay, bizim oğlanı okuldan alacağım,” diyerek çıkıp gidecek. Günleri, haftaları, ayları böylece sayacak. Emekliliğinin dolmasını bekleyecek. Başkomiserim de, vali yardımcısı olan ağabeyine şikâyet etmesin de Büro’nun huzuru kaçmasın diye, durumu idare edecek…
Amirim hızla yerinden kalkıp, toplantının sona erdiğini ilan ediyor, “Öğlen saat bir gibi tekrar buradayız. Hadi bakalım, kolay gelsin herkese…”
Sandalyeler gıcırtıyla geriye çekiliyor. Verilen görevleri yerine getirmek üzere, çil yavrusu gibi dağılıyoruz.
***
Üstün Yayınevi’nin Konur Sokak’taki yazıhanesine ulaşmak için, eski bir apartmanın mozaik kaplı, rutubet kokan beton merdivenlerinden üçüncü kata tırmanıyoruz. Dairenin içi, apartmandan çok daha bakımlı. Şirketin sahibi Ali Naci Koçak bizi kapıda saygıyla karşılıyor. Akçaağaçtan lambriyle kaplı, modern stilde döşenmiş aydınlık odasında, jaluzili pencerenin hemen önündeki deri koltuklara gömülüp oturuyoruz. Adaçaylarımızı yudumlarken, hüzünlü bir sesle Fuat Tekin’den bahsediyor bize. Oldukça sarsılmış görünüyor.
“Amirim, nasıl böyle bir şey olabilir? Duyunca şok oldum, inanamadım. Kendisiyle birkaç yıldır birlikte çalışıyorduk. Yayınevimizin en gözde, en sevilen yazarıydı. Sadece yazar-yayıncı ilişkisi değildi bizimkisi, aynı zamanda bunca yıllık dostluğumuz da vardı. Karıncayı bile incitmeyen, entelektüel bir sanat ve edebiyat insanıydı Fuat Bey. Daha yıllarca birlikte çalışmayı planlıyorduk. Yazık oldu adama. Kim böyle bir şey yapmış olabilir, onun gibi bir değere nasıl kıyarlar, gerçekten aklım almıyor…”
Adam konuşmasına ara verip, porselen fincanındaki sıcak pembe sıvıdan höpürdeterek bir yudum alıyor. Keçi sakalında asılı kalan damlalar, pencereden vuran ışıkla yaprağa düşmüş çiğ taneleri gibi parlıyor. Ağzındakini yutunca gözlerini kırpıştırarak konuşmaya devam ediyor, “Katili yakalayabildiniz mi bari amirim? Şüpheli biri var mı?”
Bizim kurt Başkomiser, bir cinayet soruşturması sırasında polise sorulmayacakların en başında gelen bu aptalca soruyu duymazlıktan geliyor. “Fuat Tekin’i en son ne zaman görmüştünüz,” diyerek sorguya başlıyor.
Ali Naci Bey oturduğu koltukta hafifçe öne eğiliyor. Boynundan yayılan losyon kokusu burnuma çarpıyor. “Daha dün akşamüzeri bu ofiste beraberdik kendisiyle, amirim,” diyor, “Üzerinde çalıştığı yeni kitap projesini anlattı bana. Ayrıca, bugün İstanbul’da başlayacak olan kitap fuarına ilişkin detayları konuştuk. Fuarda şiir kitaplarını imzalayacaktı. Bu sabah erkenden İstanbul’a uçmayı planlamıştık.”
Merakla soruyorum, “Fuara katılacak mısınız yine de?” Neden merak ettiğimi bilmiyorum ama.
Geriye yaslanıp, ellerini iki yana açıyor. “Bu saatten sonra iptal de edemeyiz ki, “diyor gözlerini kırpıştırarak, “Okuyucular beklerler. Gideceğiz mecburen.” Kolundaki saate bakıyor, “Birazdan ben de geçerim havaalanına…”
Amirim klasik sorularla devam ediyor, “Peki kendisinin bir düşmanı, rakibi, sorun yaşadığı herhangi birisi var mıydı? Problemli bir gönül ilişkisi, alacak verecek davası, kumar borcu… Ne bileyim, adama kafayı takmış kaçık bir okur ve saire… Son zamanlarda dikkatinizi çeken, şüpheli bir durum oldu mu?”
Adam gözlüğünü düzeltiyor. Bir süre düşünüp, başını iki yana sallıyor, “Yok amirim, hiçbir şüpheli durum olmadı,” diyor kararlı bir ses tonuyla, “Zaten kendi halinde, melek gibi bir insandı rahmetli. Kitapları dışında bir işi, bir meselesi yoktu. Tüm dünyası kitaplarıydı…”
***
Kızılay’dan çıkarken, memur kentinin öğle arası trafiğine denk geliyoruz. Sıhhiye’deki, Ulus’taki, Dışkapı’daki bütün trafik ışıklarına takılıp, ancak üçüncü yeşilde geçebiliyoruz her bir kavşaktan. Geç kalacağımız belli olunca Başkomiserim Adli Tıp’ı arayıp, bizi beklemeden cesedin teşhisini yaptırtmalarını istiyor.
Keçiören’deki Adli Tıp Kurumu’nun bekleme odasında, üniformalı bir polis memurunun eşlik ettiği Suat Tekin karşılıyor bizi. Maktule olan benzerliği dikkatimi çekiyor. Aynı kemerli burun, iri siyah gözler, köşeli bir çene. Alnı daha açık, boyu da bir karış daha uzun sadece. Adamcağızın yüzüne bakınca üzülüyorum. Kan çanağı gözlerinden, soğuk, metal bir sedyede yatmakta olan öz ağabeyinin cansız bedenini teşhis etmenin ıstırap ve şaşkınlığı okunuyor.
“Başınız sağ olsun,” diyerek konuya giriyor amirim -sesindeki elemin tonunu, Adli Tıp’ın sevimsiz ortamına uygun olsun diye biraz arttırıyor sanki. Sorulara başlıyor. Ne yazık ki cinayete ışık tutacak önemde bir bilgi veremiyor bize Suat Bey. Acentenin yoğun işleri nedeniyle çok sık seyahat ediyormuş. Antalya ya da Bodrum’da değilse yurt dışında olurmuş. Ağabeyi ise zamanının büyük bir kısmını evinde, okuyarak ve yazarak geçirirmiş. Zaten Fuat’ın tüm dünyası kitaplarıymış. Bu nedenle pek fazla bir araya gelemiyorlarmış. Zaman zaman telefonla görüşüyorlarmış. En son bir ay kadar önce, bir Pazar sabahı Çayyolu’nda buluşup birlikte kahvaltı etmişlermiş. Eski günleri anmışlarmış. Mışmış da, mışmış… Dönüş yolunda, “Onca trafiği boşuna çekmişiz,” diye söyleniyorum kendi kendime.
Başkomiserin odasındaki elli bir ekran televizyonda on üç haber bülteninin tanıtım müziği girerken, bir kez daha oval masanın çevresine çekiyoruz sandalyelerimizi. Amirim, alışkın olduğumuz üzere, pek konuşmuyor. Eli bıyığında, bakışlarıyla duvarı delmekle meşgul yine. Gelişmeleri anlatma görevi bana kalıyor. Yayınevinin sahibi ve maktulün kardeşi ile yaptığımız görüşmeleri, defterimden de kopya çekerek özetliyorum ekibe. “Sonuç olarak, ikisinden de işimize yarayacak bir bilgi elde edemedik,” diye bitiriyorum sözlerimi. “Yani bir halta yaramadı o kadar yol gittiğimiz,” diye de eklemek istiyorum sonunda ama cesaret edemiyorum. Dilimin ucuna kadar geliyor. Söylemiyorum.
Sonra anlatma sırası Tuğrul Komisere geliyor. Yılgın bir sesle, maktulün eski eşi ve oğlu ile görüşmelerinden çıkanları aktarıyor. Rutin bilgilerin yanında, önemli olabilecek bir şey öğrendiklerini söylüyor. Çocuğun ifadesine göre amcası Suat Tekin, rahmetli annelerinden kalan Akçay’daki yazlık evi satmak için bir süredir ağabeyini ikna etmeye çalışıyormuş. Ancak Fuat Tekin, annesinin yadigârı olduğu gerekçesiyle evin satılmasına bir türlü ‘evet’ demiyormuş. Geçen ay bu işi konuşmak üzere Çayyolu’nda buluşmuşlar -bu bizim kahvaltı buluşması olmalı. Suat Tekin ağabeyine bir sürü dil dökmüş ama diğeri Nuh demiş, Peygamber dememiş. Sonuçta biraz gergin ayrılmışlar. Bunun üzerine amcası Ayhan’ı arayıp, babasını satışa razı etmesini istemiş.
Ardından sözü Anıl alıp, maktulün cep telefonundan yaptığı görüşmelerin dökümünden bahsediyor. Sabah saatlerinde oğlu Ayhan’la uzun bir konuşması olmuş. Akşamüzeri ise, önce oturduğu sitenin yöneticisiyle, ardından da üniversitede öğretim üyesi olan bir kadın arkadaşı ile telefonlaşmış. Ölmeden önceki son görüşmesini saat dokuz civarında, Türk Hava Yolları çağrı merkezi ile yapmış. Muhtemelen İstanbul uçuşunun onay işlemi için.
Son bilgilerin paylaşımı da tamamlanınca, gözlerimizi yeniden Başkomisere çeviriyoruz. Şahitleri dinlemeyi bitiren mahalle kadısının vereceği şer’i hükmü boynu bükük halde bekleyen ahali gibi, amirimizin yeni talimatlarını almak üzere sessizce bekleşiyoruz. Birkaç saniye sonra duvardaki bakışlar bir kez daha aşağıya, bizim üzerimize iniyor. Ardından emirler, memur ıslatan gibi yağmaya başlıyor, “Tuğrul, Metehan, resmi ekiple gidin, şu Suat Tekin denen herifi alıp büroya getirin. Analarının yazlık evi meselesini bize iyice bir anlatsın bakalım. Geçerken Dikmen’e uğrayın. Şu anarşist oğlanı da alın. İkisini bir yüzleştirelim hele.”
Sonra bana dönüyor, “Sen de hemen İstanbul’a uç. Şu kitap fuarına git. Kendini göstermeden ortalığı bir kolaçan et. Kuşkulu bir durum, ne bileyim, saplantılı bir okur filan var mı diye, iyice bir bak hele. Bu arada yayınevinin sahibini de gözden kaçırma. Herifi hiç tutmadı benim gözüm. Anıl, sen benimle gel. İncek’e geçip Fuat’ın komşularıyla bir konuşalım. Sitenin yöneticisine de uğrayalım. Hadi bakalım, marş marş…”
***
Balgat’taki bekâr evime uğruyorum. Gece İstanbul’da kalmam gerekirse diye, birkaç parça giysiyi yıpranmış bordo sırt çantama tıkıştırıyorum. Bir de çalışma masamın rafından Fuat Tekin’in kitaplarından birini alıp fermuarlı ön göze atıyorum. Beni eve getiren resmi polis aracı, şimdi de Esenboğa’dan saat üçü yirmi geçe kalkacak İstanbul uçağına yetiştirmeye çalışıyor. Şoför koltuğundaki on dokuz-yirmi yaşlarındaki esmer çocuk, Ulus-Sincan hattında dolmuş kullanır gibi sürüyor arabayı. Yakıyor tepe lambalarını, önündekilere makas ata ata, basıyor da basıyor. Yüreğim ağzımda, yan pencerenin üzerindeki kola sıkı sıkıya yapışıyorum. Bir taraftan da, beni akşam vakti apar topar İstanbul’a gönderdiği için bizim Başkomisere içimden okkalı sövüyorum.
Kabin ekibini kalkış için yerlerine çağıran anonsun yapılmasıyla, yanımdaki kasketli amcanın başının benim koltuğun kenarına düşmesi bir oluyor. Tıslaya kükreye, fosur fosur uyumaya başlıyor adam. Gıptayla bakıyorum yan koltuk komşuma. Ben bunu hiç yapamıyorum işte. Yorgunluktan ölsem de, yolculuklarda gözümü bile kırpamıyorum.
Tekerlekler yerden kesilince, geçenlerde Sakarya Caddesi’ndeki kaldırımdan ucuza aldığım, lakin işlerin yoğunluğundan dolayı kitaplığımda öylece unuttuğum kitabı çıkarıyorum çantamdan. Kapağında, beyaz bir mezar taşı üzerine kan kırmızı gotik harflerle “Bir Seri Şairin Güncesi” yazıyor. On üçüncü baskı. Arka kapağına bakıyorum. Bandrolsüz. Bir polis olarak, korsan kitap almaktan utanıyor muyum? Bilmem -komiser yardımcısının maaşı da belli sonuçta. Rastgele bir sayfasını açıp, önüme çıkan dizeleri okuyorum.
“Gitme bu gece,” dedim, kaldı.
Eli elime değdi sonra, zehirli şarabı aldı,
Yudum yudum içti keyifle -zehir değil sanki baldı.
Vadesi dolarken kadehi boşaldı,
Ağırlaştı hareketler, hülyalandı yeşil gözler,
Başı düştü yastığa, derin uykuya daldı.
Soyunup uzandım yanına sere serpe,
Yüzü öylesine güzeldi ki, ak bedeni körpe.
Sonra birden kesiliverdi o tatlı nefesi,
Oyuncak balon gibi söndü göğüs kafesi.
Bekledim, ölüm gelip onu alsın diye,
Öldürdüm, hep yanımda kalsın diye…
***
İstanbul’da uçaktan indiğimde ılık, kıpırtısız bir hava karşılıyor beni. Güneş yavaş yavaş batı ufkuna yaslanmaya başlamış. Neyse ki fuar merkezi havaalanına çok yakın. Taksiyle on beş dakikada ulaşıveriyorum. Kitap fuarı, rengârenk bir panayır alanı gibi. Her yaştan binlerce kitapsever, birkaç metre arayla kurulmuş küçüklü-büyüklü pek çok yayınevinin stantları arasında, coşkun bir nehrin kolları gibi dört bir yana akıyor. Yüksek asma tavandaki hoparlörlerden yayılan klasik müzik ara sıra, “Falanca yazarın imza etkinliği, şu saatte, filanca salonda başlamak üzere,” diyen davudi bir kadın sesiyle kesiliyor.
Fuar alanını gezmeye başlamadan önce Anıl’ı arayıp, İstanbul’a indiğimi haber veriyorum. “Bir gelişme var mı,” diye de soruyorum. Ağzını doldura doldura anlatıyor bizim briyantinli bebe, “Ohoo oğlum, neler kaçırdın neler… Bu Suat Tekin dün Antalya’da olduğunu söylemişti ya, biraz sıkıştırınca itiraf etti, aslında bütün gece Ankara’daymış. Meğer eşine Antalya’ya gidiyorum deyip, Eryaman’da bir hanım arkadaşının evinde kalmış zampara herif. Fuat’ın oğlu da dün telefonda babasıyla fena kapışmış. Adam siyasî işleri bırakmasını istemiş çocuktan. Aksi takdirde evlatlıktan reddetmekle tehdit etmiş. Her ikisi de sorguda şimdi…”
Cinayetle ilgili bütün gelişmelerin beş yüz kilometre uzağında kaldığım için canım sıkılıyor. Fuarın ortalarına doğru yürüyorum. Üstün Yayınevi’nin standını görüyorum. Yaklaşık onar metre uzunluğunda tezgâhlarla çevrilmiş, kare biçimli bir alan. Çaprazdaki bir başka yayınevinin fon tahtasının gölgesinde sotaya yatıp, gözetlemeye başlıyorum. Standın neredeyse tamamı sadece Fuat Tekin’in kitaplarıyla dolu. Üst üste dizili yüzlerce kitabın oluşturduğu yığın, sıra sıra devam ediyor. Fuat Tekin, arka duvarda asılı, kırmızı karanfillerle süslenmiş altuni bir çerçevenin içinden, gelen geçene bakıyor. Ama asıl kayda değer olay, standın çevresindeki inanılmaz kalabalık. Millet çıldırmış gibi. Kitaplardan ciltlerce, üçer beşer, kapış kapış alıyorlar. Havadaki sabırsız eller, sıkı sıkıya tuttukları kredi kartlarını ya da banknotları diğerlerinin başlarının üzerinden uzatıp, satış görevlilerinden birine ulaştırabilmek için zorlu bir mücadele içindeler. Tezgâhların arkasında durup bu aşırı talebi karşılamaya çalışan sekiz-on genç kızın alnında boncuk boncuk terler birikmiş. Ali Naci Bey ise, ortadaki bölüme yerleştirilen masaya oturmuş. Önündeki deftere bir şeyler karalıyor.
Bir süredir yanında dikildiğim Müşfik Yayınları’nın standından kravat iğneli, gözlüklü, yaşlıca bir bey nezaketle yanıma yaklaşıyor. Karşıdaki tuhaf manzarayı şaşkınlıkla izlediğim dikkatinden kaçmamış olmalı. “Herkesin bir gün ölecek olması ne korkunç, değil mi üstadım,” diyor.
Yıllar önce okuduğum bir kitaptan aklımda kalan felsefi cümleyle, kibarca yanıtlıyorum adamı, “Evet ama bazılarımız ölüp, bazılarımız ölümsüz olsaydı daha korkunç olmaz mıydı?”
Hemen cevap vermiyor. Kurduğum cümle şaşırtıyor onu sanırım. Birkaç saniye sonra, “Haklısınız, azizim,” diyor. İçini çekiyor. Kederli bir sesle devam ediyor, “Ama yine de ölüm kimilerine hiç yakışmıyor. Keşke sonsuz bir yaşam sunabilse böyle seçkin sanatçılara, bu acımasız dünya.” Bir an susuyor. “Hem beyefendi bir insan, hem de çok yetenekli bir şairdi Fuat Bey,” diyor, “Çok değerli bir kültür ve edebiyat adamıydı. Tüm dünyası kitaplarıydı…”
Kaşlarımı kaldırıyorum. Bu sözü son yirmi dört saatte üçüncü defadır duyduğumu fark ediyorum -tüm dünyası kitaplar olan birinin, ölümü de kitaplarla ilgili olursa şaşırmam yani. Adamın ağzından biraz daha laf almaya karar veriyorum, “Tanır mıydınız kendisini?”
“Tanışıklığımız vardı elbet,” diyor başını ağır ağır sallayarak, “Hatta biliyor musunuz, daha iki gün önce telefonla görüşmüştük. Kendisi yayınevimizden sitayişle bahsedip, artık bizimle çalışmak istediğini söylemişti. Kim bilir, hayatta olsaydı bir sonraki kitabını belki de birlikte çıkaracaktık…” Tekrar içini çekiyor, “Ömrü vefa etmedi maalesef, nasip olmadı. Nurlar içinde yatsın. Öleceğini sanki bilirmiş gibi, bana ‘Fuar için İstanbul’a gelemeyeceğim, sizinle daha sonra görüşürüz,’ dediydi. Takdir-i İlahi işte. Kısmetten öteye yol yok. Yarına sağ çıkacağımız bile belli değil şu üç günlük dünyada…”
Sesini alçaltıp, bilgece bir tavırla devam ediyor, “Üstadım, sanatçılar niye ölümsüzdür biliyor musunuz? Çünkü bedenleri bu âlemden göçüp gitse dahi, neşrettikleri şeyler hâlâ yaşamaya devam eder. İşte bakınız, adamcağız yakında toprak olacak. Fakat eserlerinden editörü de, yayıncısı da, efendime söyleyeyim, kitapçısı da, sahafı da ekmek yemeye devam edecek. Hatta belki korsancısı bile…”
Birden beynimde bir şimşek çakıyor. Sanki kafamın içindeki gizemli bir yapbozun, serseri gibi dönüp duran parçaları bir araya gelmeye başlıyor. Adama teşekkür edip, alelacele ayrılıyorum yanından. Üstün Yayınevi’nin standına yaklaşıyorum. Kalabalığın arasından güçlükle kolumu uzatıyorum. “Bir Seri Şairin Güncesi” kitabından bir tane alıyorum. Sırt çantamdaki kendi kitabımı çıkartıp, ikisini yan yana tutuyorum. Aralarındaki benzerlik çok açık. Boyutu, kâğıdın kalınlığı, baskı kalitesi, kapaktaki renklerin canlılığı, her şey ama her şey tıpatıp aynı. Tek farkları, birinin arka kapağındaki gümüş renkli fosforlu pul.
Kitabı tezgâha bırakıp, tuvaletlerin olduğu koridora doğru hızlı adımlarla yürüyorum. Cep telefonumdan bir kez daha bizim Anıl’a ulaşıp, iki konuda çok acil olarak bana bilgi vermesini istiyorum. Sonra beni geri aramasını bekliyorum. Bir türlü geçmek bilmeyen, upuzun bir yirmi dakikadan sonra telefonumun ekranında komiser yardımcısı arkadaşımın adı yanıp sönüyor. “Haklıymışsın oğlum,” diyor Anıl, “Organize Şube’nin kayıtlarına baktırdım. Ali Naci’nin kayınbiraderi korsandan dolayı birkaç defa gözaltı yemiş. Ayrıca Fuat Tekin’in ölmeden önce Türk Hava Yolları çağrı merkezi ile yaptığı son konuşma İstanbul uçuşunun rezervasyon onayı için değilmiş. Adam rezervasyonunu iptal ettirmek için aramış havayollarını. Fuara gitmekten vazgeçmiş yani…”
Resim artık az çok netleşiyor. Anıl’a teşekkür edip, hemen Başkomiserin numarasını tuşluyorum. Suat Tekin’in sorgusunda yakalıyorum onu. Yarım saat sonra İstanbul Asayiş Şube’den sivil giyimli bir komiser ve iki üniformalı polis ile fuarın girişinde buluşuyoruz. Birlikte Üstün Yayınevi’nin standına giderek, içeride oturmakta olan Ali Naci Koçak’ı, Fuat Tekin cinayetinin şüphelisi olarak gözaltına alıyoruz. Akşam sekizdeki Ankara uçağına yetişip, birlikte biniyoruz.
Ali Naci’nin sorgusu o gece geç saatlere kadar sürüyor. Önce bir süre direniyor. İnkâr ediyor. Sonra, yan odada çapraza aldığımız korsancı kayınbiraderi dayaktan korkup ötmeye başlıyor. Eniştesini ele veriyor. Her şeyi anlatıyor. Ali Naci köşeye sıkıştığını anlayınca yıkılıyor. Bağırıp çağırmaya başlıyor. Kayınbiraderine sövüyor da sövüyor. Keçi sakallı, şık giyimli, nazik, beyefendi yayıncının dudaklarından, hayatımda duymadığım, iğrenç küfürler dökülüyor. Sonra birden duruyor. Gözleri doluyor. Sonunda her şeyi itiraf ediyor.
Son bir yıldır Fuat Tekin’in kitaplarından fazla miktarda kayıt dışı basıp, kayınbiraderi aracılığıyla korsan satış yaptığını… Bu şekilde vergisiz ve telifsiz çok para kazandığını… Fuat’ın yakın zamanda bu durumu fark ettiğini… Dün Ali Naci’ye gelip, kitapların tüm satış haklarıyla birlikte başka bir yayınevine geçmek istediğini… Kendisine engel olmaya kalkarsa, polise giderek korsan olayını ihbar etmekle tehdit ettiğini… Fuat Tekin’i acilen ortadan kaldırma kararını işte o zaman verdiğini… Böylece bir taşla iki kuş vurmayı planladığını… Yazar gizemli bir cinayete kurban gidince, hem kitap satışlarının birden patlayacağını, hem de korsana güvenle devam edebileceğini düşündüğünü… Dün akşamki toplantıdan sonra adamı takip ettiğini… Bardan çıkıp, gölün kıyısındaki ıssız parkta dalgın dalgın yürüdüğünü görünce, beklediği fırsatın ayağına kadar geldiğini anladığını… Molozların arasından bulduğu bir kalasla, arkasından sessizce yaklaştığını… İşini bitirdikten sonra cinayet aletini uzak bir noktadan göle attığını… Hepsini tek tek anlatıyor.
Eve girdiğimde saat gecenin bir buçuğunu gösteriyor. Yatağıma uzanıyorum. Uykuya dalmadan önceki tek dileğim, Fuat Tekin’in o güzelim cinayet şiirlerinden birkaç dize okumak…