Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Göldeki Ceset

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Reha Avkıran
Reha Avkıran
Reha Avkıran, GIRGIR dergisinde mizah öyküleri yazdı. Yine aynı dergide karikatürleri yayınlandı. Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunu olan yazar, bir kamu kuruluşunda 25 yıl çalıştıktan sonra kendi deyimiyle özgürlüğüne kavuştu. Reha Avkıran 1962 doğumludur. Reha Avkıran'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

“Otopsi yapmadan kesin ölüm zamanını söyleyemem,” dedi Adli Tabip. “Hem hava soğuk hem de sıvı ortamda bulunan ceset, açık havada kalan bir cesede oranla daha çabuk soğur. Fakat parmak uçlarında oluşmuş çamaşırcı eli manzarasına bakarak en az üç-altı saat su içerisinde kaldığını söyleyebilirim.”

“Ölüm nedenini söyleyebilir misiniz?” diye sordu Amirim.

“Onu da söyleyemem. Maktulün kafasının arka tarafında darbe izi var. Ölümüne bu darbe mi neden oldu yoksa suda mı boğuldu otopside belli olur. Yarın sabahı bekleyeceksiniz.”

Göl kenarında, çift katlı on iki evden oluşan bir sitenin sınırları içindeki, göle uzanan iskelenin üzerindeydik.

“Bu mevsimde, inin cinin top oynadığı yerde ne işi varmış bu kadının?” diye sordu Amirim.

“Doçent mi olacakmış ne, tez hazırlamak için gelmiş,” dedi Olay Yeri İnceleme Şubesi’nden Oktay Komiser. “Üniversitede hocaymış.”

Amirim Oktay Komiserin uzattığı kimliği aldı.

“Eda Kortan… Otuz üç yaşında.”

“Sabahları koşuya çıkarmış kocasının dediğine göre. Bu sabah da adam kadını bırakıp işine gitmiş. Öğleden sonra aramış, telefon açılmayınca meraklanıp atlamış gelmiş. Karısını evde bulamayınca çevreyi aramış. Kadını gölün içinde bulmuş.”

“Siteden gören var mı kadını koşarken?”

“Kalan kimse yok ki. Birkaç aile hafta sonları gelip pazar akşamı gidiyormuş.”

İskelenin ucuna doğru ilerleyen Oktay Komiser, en uçtaki korkuluğu işaret etti.

“Korkulukta kan izi ve birkaç tel saç bulduk. Savcı, ayağı kayıp kafasını çarpmış olabileceğini düşünüyor.”

“Kocası nerede?”

“Evde. O da başka bir üniversitede hocaymış.”

***

“Doçentlik için hazırlanıyordu,” dedi Egemen Kortan. Uzun boylu, fit, eli yüzü düzgün bir adamdı. Şöminenin önündeki üçlü koltukta oturuyordu. Alt kat, büyükçe bir salon ve açık mutfaktan oluşuyordu. Şöminenin önündeki oturma grubunun haricinde küçük bir kitaplık, pencere kenarında da büyük, ahşap bir çalışma masası vardı. Masanın üzerinde dizüstü bilgisayar, notlar, defterler ve kitaplar duruyordu.

“Önümüzdeki hafta tezini teslim etmesi gerekiyordu. Üniversiteden izin almıştı. Sessiz, sakin bir yer olduğu için buraya gelmek istedi. Ben de sabah bıraktım kendisini. Akşam okuldan çıktıktan sonra ben de gelecektim. Akşamüzeri bir şey lazım mı diye sormak için aradım. Telefonu cevap vermeyince merak ettim. Soracak kimse de olmayınca atlayıp geldim.”

“Sizden başka kalan kimse yokmuş sitede. Yalnız başına böyle tenha bir yerde kalmaktan korkmuyor muydu?”

“Yalnız değildi,” dedi Egemen,”Kont vardı yanında.”

“Köpeğiniz mi?”

“Evet, Alman çoban köpeği. Eğitimlidir ve karıma çok bağlıdır.”

“Kont ha? Ne kadar da yaratıcısınız!” diye düşündüğüm sırada üst kattan havlama sesleri geldi.

“Memur beyler geldiği zaman saldırmasın diye odaya kapattım kendisini,” diye açıkladı Egemen Kortan.

Eda Kortan’ın üst katta bulunan odasına göz attık. İçinde birkaç giysi ve kitabın bulunduğu bir çanta, yatağının yanında duruyordu. Yatağın üstüne ise bir blucin ve kazak atılmıştı.

***

Dışarı çıktığımızda Oktay Komiser, “Gözüm hiç tutmadı bu herifi. Yalan söylüyor.” dedi.

Akademide öğrenciyken beden dili ve mikro mimikler hakkında bir şeyler öğrenmiştik. İnsanlar inandıklarını söylerken sağa, yarattıklarını söylerken sola bakarlar; yalan söyleyenlerde sağ omuz 1-2 saniye arasında kalkıp iner, gibi. Egemen konuşurken çok dikkat etmeme karşın bu tür bir ip ucu yakalamayı başaramamıştım. Oktay Komiser’in deneyiminden yararlanıp bilgi dağarcığıma yeni bir şeyler ekleyebilmek umuduyla sordum.

“Nereden anladınız yalan söylediğini Komiserim?”

“Tipinden belli pezevengin,” dedi.

Oktay Komiser’in bu hallerine alışık olan Amirim gülerek, “Ne varmış tipinde?” dedi. “Adam artist gibi.”

“Sorun da bu ya,” dedi Oktay Komiser, “herif lüzumundan fazla yakışıklı.”

Merakla baktığımızı görünce devam etti.

“Yakışıklı olmak o kadar özenilecek bir şey değildir. Hatta çoğu zaman bir lanettir. Adamın başını belaya sokar.”

“Sen nerden biliyorsun lan yakışıklı olmanın nasıl bir şey olduğunu?” dedi Amirim. “Yoksa bir zamanlar sen de yakışıklıydın da sonra kamyon mu çarptı?”

Amirime bir şey söyleyemeyen Oktay Komiser, güldüğümü görüp de hıncını benden çıkarmasın diye arkamı dönmek zorunda kaldım.

“Lan oğlum,” dedi, “hem bu kadar yakışıklı olacaksın hem üniversitede hoca olacaksın. Etrafın kanı kaynayan çıtırlarla dolu, evinde de seni bekleyen çirkin bir karın olacak. Alın size ipucu. Buradan yürüyün.”

“Aşk üçgeni diyorsun yani.”

“Artık üçgen mi, beşgen mi bilemem. Araştırın bakın, mutsuz bir evlilik çıkacak karşınıza. Daha nasıl yardımcı olayım ben size?”

“Adamın yakışıklı olmasından mı çıkardın bu kadar sonucu?”

“Ya arkadaş, bu kalın kafalılıkla bu kadar cinayeti nasıl çözdünüz bugüne kadar? Ben size hikayeyi anlatayım: Bu kadar yakışıklı bir adamın, bu kadar çirkin bir kadınla evlenmesinin nedeni ne olabilir? Birincisi; para. Kadının babası zengindir, adam paraya tav olmuştur. İkincisi; aşk. Aşk dediğin nedir? Hastalık. Beynin kimyasının değişmesi, hormonların cozutması. Bu aşk dediğin hastalık ne kadar sürer? Bilim adamlarına göre iki, hadi bilemedin, iki buçuk yıl. Bir sabah bizim yakışıklı uyanır, bir de bakar ki, yanındaki kadın beş okka balla bile yenecek gibi değil!”

***

Emniyet’e dönüp Kortan çifti hakkında araştırma yaptık. Yasalarla herhangi bir sorun yaşamamışlardı. Geçen yıl Egemen Kortan’ın, karısından boşanmak için dava açtığını öğrendik. Daha sonra davasını geri çekmişti.

***

Eda Kortan’ın öğretim üyeliği yaptığı okula gidip arkadaşlarıyla konuştuk. Hepsi de haber karşısında şoke olmuşlardı.

Oda arkadaşı, Yardımcı Doçent Sema Tomruk, “Yakın değildik, aynı odayı paylaşan iki meslektaş olarak kaldık hep,” dedi. “İş dışında görüşmezdik. Eda’nın pek fazla arkadaşı yoktu bildiğim kadarıyla. Bütün dünyası işi ve eşiydi.”

“Egemen bey geçen yıl boşanma davası açmış,” dedi Amirim.

“Eda benimle paylaşmadı bu durumu,” dedi Tomruk, “fakat aynı odada çalışınca ister istemez bir takım konuşmalara kulak misafiri oluyorsunuz.”

“Eda hanım nasıl karşılamıştı bu durumu?”

“Telefonda çok sık tartışırlardı. Ben de odayı terk ederdim bu durumlarda. Ama yan odalardan bile duyulurdu sesi. Kocasına, boşanmak istemediğini, bunu aklından çıkarması gerektiğini haykırdığı, buradaki hemen herkesin malumu.”

“Her zaman sorunlu muydu ilişkileri?”

“Hayır, evliliklerinin ilk başlarında çok iyiydiler. Sabahları Egemen bey getirirdi okula kendisini, akşamları da alırdı.”

“Egemen beyin çapkınlıkları mı sorun oluyordu ilişkilerinde?”

Kadın durakladı, ne diyeceğini düşündü bir süre.

“Ben… Bilemiyorum… Birkaç telefon konuşmasından anladığım kadarıyla, böyle bir şey vardı galiba… Ama kesin bir şey söyleyemem.”

***

Üniversitedeki gezimizin son durağı, Eda Kortan’ın almak istediği doçentlik kadrosunun diğer adayı Mücahit Mollaoğlu oldu.

“Ne yani,” diye terslendi herif, “rakip olduğumuz için Eda Hanımı benim öldürdüğümü mü düşünüyorsunuz?”

“Şimdilik bir şey düşünmüyoruz,” dedi Amirim. “Standart prosedür. Her türlü ihtimali değerlendirmek zorundayız.”

“Kaza sonucu öldüğünü duymuştum ben.”

“Ölüm nedeni henüz açıklığa kavuşmuş değil. Şu anda şüpheli ölüm kategorisinde.”

Adamın badem bıyıklarına uyuz olmuştum. Bunların cinsinden olanların devletin birçok kurumunda nasıl yuvalandıkları, terfilerde, sınavlarda, kendi ikballeri için başkalarının haklarını nasıl hiçe saydıkları herkes tarafından bilinen gerçeklerdi.

Adam perşembe gecesi ve cuma sabahı evinde olduğunu, bir yere çıkmadığını söyledi.

“Bakacağız,” dedi Amirim. “Mobese kayıtlarından çıkar evinde miydin yoksa başka bir yerde mi? Yarın sabah cinayet büroya uğra, yazılı ifadeni ver.”

Binadan çıkarken, “Mücahit’in katil olma ihtimali var mı sizce?” diye sordum.

“Yok canım,” dedi. “Bunun gibiler, yıllardır insanları her yerde huzursuz ediyorlar. Birkaç gün de bu pezevenk huzursuz olsun.”

***

Sabah otopsi raporu gelmişti: “… paryeto-temporal bölgelere yapılan tazyik sonucu kafa kaidesinde horizontal tarzda kırıklar… ağızda ve burunda mantar köpüğü… ciltte ve göz konjuktievasında ufak kanamalar… nefes yollarında boğulma mayi… akciğerlerin çok büyümüş ve kalp üzerini tamamen örtmüş olduğu… akciğer içinde, midede, on iki parmak bağırsağı ve ince bağırsakta boğulma mayi… mayinin içerisinde bulunan planktonların, örneği alınan göl suyu ile uyuştuğunun görülmesi…”

Uzun lafın kısası; Eda Kortan’ın gölde boğulduğu kesinleşmişti. Cinayete kurban gittiğini gösterecek herhangi bir kanıt bulamamıştık.

Amirim, polis memuru Hacer’e, tahtadaki olay yeri fotoğraflarını toplayıp dosyasına kaldırmasını söyledi. “Savcıyı arayıp şüpheli bir durum olmadığını söyleyelim.”

Dosyayı eline alan Hacer, “Bir dakika Amirim, bir dakika,” dedi, “aramayın.”

Elinde, dosyanın içinden aldığı bir fotoğraf vardı.

“Bu fotoğrafı neden tahtaya asmadınız Amirim?” diye sordu.

Amirim, Hacer’in elinden aldığı fotoğrafa baktı, “Ha, bu mu? Gölden yansıyan ışık görüntüyü bozuyordu.”

Hacer, parmağını fotoğrafın üzerinde bir noktaya koydu. “Bence bu ışık gölden yansımıyor Amirim.”

Yakın gözlüklerini taktıktan sonra fotoğrafa tekrar bakan Amirim, “Sahi ya,” dedi, “ben nasıl oldu da bunu fark edemedim.”

***

Gölbaşı’nda, Eda Kortan’ın cesedinin bulunduğu iskeledeydik. İskelenin sonundaki, kadının başını çarptığını varsaydığımız korkuluğa bakıyorduk.

“Fotoğraftaki ışık gölden değil, bu çividen yansıyordu,” dedi Amirim.

Korkuluğu iskeleye sabitleyen çivilerin bir tanesi diğerlerinden farklıydı.

“Diğer çivilerdeki pas bunda yok,” dedi Amirim, “gıcır gıcır.”

Yakından bakıldığında, paslı çivilerden birkaçının da sökülüp yeniden çakıldığı belli oluyordu.

“Birisi korkuluğu yerinden sökmüş,” dedim.

“Kadının kafasını kırıp göle yuvarladıktan sonra da tekrar yerine çakmış,” dedi Amirim. “Site yöneticisini ara ve yakın zamanda iskelede herhangi bir tadilat yapılıp yapılmadığını öğren.”

Yapılmamıştı. Adam kimsenin düzenli aidat ödemediğini, yapılması gereken tadilatlar olduğunu fakat parasızlık yüzünden yapamadıklarını söyleyip gevezelik etmeye başlayınca kapadım telefonu.

Hacer’i arayan Amirim, hem burası hem de Kortan’ların Beysukent’teki evleri için arama izni çıkartmasını istedi.

Nasıl olsa arama izni gelecekti. Evin kapısındaki mührü söküp içeri girdik. Merdiven altında bulduğumuz alet çantasından aldığımız keseri kullanarak korkuluktaki çiviyi söktük. Çantanın içindeki çivilerden bir bölümüyle aynı boy ve kalınlıktaydı.

Eda Kortan’ın çalışma masasına tekrar göz atarken, bir şeylerin eksik olduğu hissi uyandı bende. Masanın etrafında birkaç tur atmama karşın bu şekilde hissetmeme neden olan şey hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir anda gözüm bilgisayarın usb portuna takılı kablosuz mouse alıcısına takıldı. Alıcı takılı olmasına takılıydı da ortada mouse yoktu. Kadının üniversitedeki masasında duran dizüstü bilgisayarın mouse’u olduğunu hatırladım. Emindim bundan. Yukarı çıkıp çantasının bütün ceplerini aradım. Mouse yoktu

“Çok mu önemli bu mouse?” diye sordu, teknolojiyle arası epey açık olan Amirim.

“Olmaz mı Amirim?” dedim, “kendimden biliyorum. Mouse kullanmaya alışkın bir insan için işkencedir touch pad ile çalışmak. Touch pad ile çalışıyor olsaydı, bilgisayarının usb portunda alıcı olmazdı zaten.

“Yani?” dedi Amirim, “Türkçe meali ne bu söylediklerinin?”

“Yani,” dedim, “çantayı hazırlayan, eşyalarını buraya getiren kadın değildi bence.”

***

Hacer’in arama izniyle gelmesinden on dakika sonra Olay Yeri İnceleme Ekibi de damladı. Silinmiş, temizlenmiş kan lekesi bulabilmek için bütün eve baştan aşağı luminol uygulandı. Sonuç sıfırdı. Tek bir damla kan izine bile rastlayamadık.

“Beysukent’e gidiyoruz,” dedi Amirim.

***

Biz kapıyı kırarken, bahçedeki kulübesine zincirle bağlı olan Kont ortalığı yıktı, bütün mahalleyi ayağa kaldırdı.

“Bize mi lan kabadayılığın?” diye söylendi Amirim. “Sahibin öldürülürken nerelerdeydin?”

Belki kanlı giysi bulabilirim diye banyodaki kirli sepetine, çöplere bakıyordum ki, Oktay Komiser’in davudi sesi evi çınlattı. “Buraya gelin, mutfağa.”

Perdeleri kapatılmış mutfağın luminol sıkılmış zemininde, kocaman, solgun mavi bir leke parlıyordu.

“Çok kan kaybetmiş,” dedi Amirim. “Kadının kafasına burada vurmuş olmalı.”

“İyi de,” dedi Oktay Komiser, “bu kadar kan kaybettiyse, Gölbaşı’na gidene kadar yaşaması mümkün değil. Çoktan kan kaybından ölmüş olurdu. Siz demediniz mi, otopside gölde boğulduğu çıktı diye.”

“Evet,” dedi Amirim. “Haklısın. Bir gariplik var.”

“İzler devam ediyor Amirim,” dedi ışığı tutan olay yeri elemanı.

Kan lekeleri damlalar halinde mutfaktan dışarı doğru gidiyordu.

“Burada lekeler yıldız şeklinde,” dedi Amirim izleri takip ederken, “damlalar yüksekten düşmüş.”

“Kucağında taşımış kadını,” diye ekledi Oktay Komiser.

Mutfak kapısının solundaki bir kapıya götürdü izler bizi. Kapı açılınca evin yan tarafına yapılmış, iki araba sığacak büyüklükteki garajın içinde bulduk kendimizi. Açık mavi renkte bir araç duruyordu garajda.

“Egemen’in arabası jeep,” dedi Amirim, “bu, Eda’nınki olmalı.”

Olay Yeri İnceleme’nin elemanları zemine luminol sıkarken etrafa göz attık. Duvardaki panoya asılmış alet edevat, bir köşeye atılmış bahçe hortumu ve iki bisiklet dışında, bir tane de varil duruyordu bir köşede.

“Benim aklım hala almıyor,” diye söylendi Oktay Komiser, “bu kadar yolu bu kan kaybıyla çıkarması mümkün değil kadının.”

Kimyasal işlem tamamlanınca, kapıdan itibaren yıldız şeklindeki kan lekelerini takip etmeye başladık. Kan izleri duvar dibinde duran varilin önünde son buluyordu.

“Allah Allah! Arabaya koymamış kadını,” dedi Oktay Komiser.

Amirim varili yan yatırarak kafasını içine soktu, kokladı. Parmağını, varilin dibinde bir parmak kalmış suya soktuktan sonra diline değdirdi.

“Ne yapıyorsun oğlum sen? Zehirli olabilir,” şeklinde kendisini uyaran Oktay Komiser’e uzattı parmağını.

“Tatsana şunu.”

Dilini Amirimin parmağına değdiren Oktay Komiser,”Musluk suyu değil bu,” dedi, “içme suyu hiç değil.”

“Göl suyu,” dedi Amirim. “Egemen, Eda’nın kafasına vurduktan sonra, göl suyuyla doldurduğu varilin içinde boğmuş kadını.”

***

Kont’un yaptığı şamatayı duyan yan komşusu Egemen’e telefon etmiş, evine birilerinin girdiğini haber vermiş. Bir telaşla atladı geldi de, bizi kendisini almak için üniversiteye kadar gitme zahmetinden kurtardı.

***

“Severek evlendim Eda’yla. Üniversitede aynı sınıftaydık. Okul bitince hemen evlendik. İlk birkaç yıl gayet iyi geçti. Sonra sorunlar başladı. Hata yaptığımı anladım. Eda’nın ısrarlarıyla evlilik danışmanına filan gittik. Yok, olmuyordu, boşanmak istiyordum. Eda’ysa ısrarla evliliği sürdürmek istiyordu. Bu arada birkaç geçici ilişki yaşadım. Üniversite çevresinde dedikodu bol. Bir yaptıysam bin katarak anlattılar orada burada. Eda’nın haberi oldu tabii. Evliliğimizin ilk günlerinden beri var olan kıskançlığın dozunu artırdıkça artırdı. Artık nefes alamaz oldum. Bir de üstüne çocuk yapalım diye başımın etini yemeye başladı. Bu evliliğin süreceğine aklım kesmediğinden yanaşmadım.

Geçen sene öğrencilerimden biriyle ilişki yaşamaya başladım. Gizli tutuyor, ortaya çıkmaması için çok tedbirli davranıyorduk. Hayatımı geçirmek istediğim kadın oydu. Boşanmak için dava açtım. Evden ayrılmaya karar vermiştim. Kendime bir ev tutup orada yaşamaya başladım. Sinir krizleri geçirdi, ortalığı yıktı. Birkaç gün sonra kalan kişisel eşyalarımı almak için eve gittim. Çalışma odamda eşyalarımı toparlarken portmantoya astığım ceketimin cebindeki telefonumu karıştırmış ve birlikte olduğum kadının bana göndermiş olduğu özel fotoğrafları bulmuş. Fotoğrafları ve yazışmalarımızı kendi telefonuna göndermiş ve bilgisayarına kaydetmiş. Beni başkasına yar etmeyeceğini, boşanma davasını geri çekmez ve ilişkimi bitirmezsem fotoğraf ve yazışmaları üniversite yönetimine göndereceğini, sonra da internete yükleyeceğini söyledi. Bu, bunca yıl emek verdiğim kariyerimin son bulması demekti.”

“Sen de onun hayatına son vermenin yolunu aramaya başladın.”

“Eda dengesizdi. Eve dönsem ve onun yanında olsam da önünde sonunda bir neden bulup dediğini yapacaktı. Kendimi onun insafına bırakamazdım.”

“Planı sevgilinle birlikte mi yaptınız?”

“Hayır, hayır! Onun bu işle hiçbir ilgisi yok. Böyle bir şey yapacağımı söylesem beni anında terk ederdi.”

“Göreceğiz… Gerçekten ilgisi yoksa, çıkar ortaya. Evet… Gölbaşı’ndaki evinizin rıhtımından söktüğün tahtayla kadının kafasını kırdın mutfakta…”

“Garaja götürdüm…”

“Garaja evin içinden girildiği için komşuların görme ihtimali yoktu.”

” Daha önceden gölden bidonlarda getirdiğim suyu koyduğum varilin içinde boğdum.”

“Sonra Gölbaşı’na götürüp kadını göle attın, tahtayı yerine çaktın. Okuluna geri döndün. Öğleden sonra da arayıp telefonu cevap vermeyince merak etmiş gibi gidip cesedi buldun.”

“Gençliğimde yaptığım bir hatanın bedelini ömür boyu çekmek istemiyordum. Bunu bir türlü anlamak istemedi.”

“Yaptığın bu hatanın bedelini ömür boyu çekeceksin ama.”

En Son Yazılar