Kimine göre Kızıl Sultan, kimine göreyse Ulu Hakan olan II. Abdülhamid, imparatorluğun en karmaşık döneminde padişahlık yaptı ve deyim yerindeyse “kazasız-belasız” ülkeyi yönetti. Ne bir tarafın iddia ettiği gibi Osmanlı’nın en muhteşem devirlerinden biriydi bu ne de diğer tarafın iddia ettiği gibi halkın inim inim inlediği bir dönemdi.
II. Abdülhamid devrinde toprak da kaybedilmiştir, ekonomi de iflas etmiştir, Batı’daki sanayi ve teknoloji devriminin yansımaları da olmuştur, bireysel hak ve özgürlükler üzerine geniş kısıtlamalar da getirilmiştir, basına sansür de uygulanmıştır. Ancak, önceki çalkantılı yıllara oranla daha istikrarlı bir devir olduğu da gerçektir. Zaten bu nedenle batmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünü otuz beş- kırk yıl uzatma imkanını bulabilmiştir.
II. Abdülhamid, iktidara geldikten bir yıl sonra, meclisi feshetti ve ülkenin tüm yönetimine el koydu. Bu baskıcı rejimin işleyişini sağlayan teşkilatsa bizzat Abdülhamid tarafından kurulan hafiye örgütüydü. İstibdat Dönemi olarak bilinen bu yıllarda faaliyet gösteren örgütün amacı siyasi rakipler ve muhalefet hakkında bilgi toplamak, Abdülhamid‘e karşı düzenlenen darbe ve ayaklanmalardan önceden haberdar olmak ve engellemekti. Padişah, 1880’de Yıldız İstihbarat Teşkilatı‘nı kurarak çok sayıda hafiyeyi örgüte dahil etti. Bu hafiyelerin İstanbul başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanında jurnalci denen ajanları vardı. Neredeyse her mahallede birkaç jurnalci bulunur hale gelmişti. Jurnalcilerin verdiği bilgiye de jurnal denirdi.
Böylece otuz üç yıl boyunca Osmanlı Devleti, Yıldız Sarayı’ndan, koyu bir istibdat ve mutlak bir rejimle yönetildi. Sansür ve baskı o boyuttaydı ki, bazen en makul davranışlar ve sözler bile Padişah’a karşı bir ihanetin kanıtı olarak sunulabiliyordu. Bu da elbette kimi zaman oldukça gülünç sonuçlar yaratabiliyordu.
Kendinden önceki padişahların başına neler geldiğini iyi bilen Abdülhamid, sürekli bir güvenlik bunalımındaydı. Amcası Abdülaziz kuşkulu biçimde ölmüş, yerine geçen ağabeyi V. Orhan daha üç ay olmadan ruhsal bunalım geçirdiği gerekçesiyle Çırağan Sarayı’na hapsedilmişti. Bu güven krizini aşması, Yıldız Sarayı’nın duvarları arkasına kapanıp istihbarat teşkilatını kurmasıyla mümkün olabildi. Daha yirmi beş yaşındayken amcası Abdülaziz’le Avrupa’ya gitmiş, Batı’nın kültür ve sanatını yakından gözlemleme imkanı olmuştu. Padişah olduktan ve meclisi kapattıktan sonra, tüm ülkeyi Yıldız Sarayı’ndan yönetmeye başladı.
Büyük ihtimalle, hafiyelerinden her gün gelen jurnaller ve bunlara karşı ne yapması gerektiğini düşünmek, onun en büyük eğlencelerinden biriydi. Ülkenin en çalkantılı döneminde başa geçmesine rağmen, Yıldız Sarayı’nın loş salonlarında dolanıp melankoliyle penceresinden denize baktığı zamanlar az değildi. Sarayın kalın ve yüksek duvarları arkasında güvenliğini sağladıktan ve uçan kuştan bile haberi olacak biçimde işleyen bir casusluk ağıyla İstanbul’u sardıktan sonra, sıkıntıdan patlamak yerine marangozlukla oyalanması herhalde bundandı. Özel atölyesinde devrin en usta marangozlarına taş çıkartacak bir maharetle çalışır, bugün örneklerini, İstanbul Üniversitesi vb. yerlerde gördüğümüz çalışma masası, kitaplık gibi mobilyalar üretirdi.
Kuruntulu bir mizaca sahip olduğu söylenen padişahın bu illetten kurtulmak için denediği yollardan biri de toprak malzemelerle uğraşmak, seramik, porselen gibi eşyalar üretmekti. Bu amaçla sarayın bahçesinde bir ocak kurdurmuş, ileride Yıldız Porselen Fabrikası’na dönüşecek olan bu tesiste zamanının bir kısmını çanak çömlek üreterek geçirmeye başlamıştı.
Yapacak iş olmayınca, adeta bir emekli yaşamı sürmek zorunda kalan Abdülhamid‘in bir başka eğlencesi de fotoğraf çekmekti. Saray’ın dışına pek çıkmasa da İstanbul’un güzel fotoğraflarını çektiği bilinmektedir. Herhalde fotoğraf çekmekten çok, onu tab etmek epey vaktini alıyor, böylece can sıkıntısından bir nebze daha kurtulmayı beceriyordu.
Gene de sarayda geçirilecek zaman çoktu. Ne bahçe, ne deniz, ne marangoz atölyesi, ne saramik insanı sürgit oyalayamıyor, hafiyeler de gittikten sonra Şale Köşkü’nün avizeleri insanın üstüne üstüne gelmeye başlıyordu. İşte bu dakikalarda Abdülhamid‘in imdadına kitaplar yetişiyordu. O iflah olmaz bir edebiyat fanatiğiydi. Avrupa’da basılan bütün romanları neredeyse herkesten önce o okurdu. 19. yüzyılın bütün Avrupalı yazarlarını elden geçirmişti. En çok da Jules Verne’in hayranıydı. Kütüphanesinde yirmi bin kitap olduğu söyleniyor ki, bu gerçekten büyük bir rakamdır.
Ama şimdi sıkı durun, bu kitaplardan 600 kadar el yazması hangi edebi türe aitti biliyor musunuz? Polisiye. Evet, yanlış okumadınız, Abdülhamid, koyu bir polisiye meraklısıydı. Bazen bizzat kendisinin okuduğu, bazan da süt kardeşinden dinlediği bu öyküleri ona sekiz kişiden oluşan ve aralarında Halide Edib Adıvar’ın da bulunduğu bir tercüme heyeti çevirirdi. Heyettekiler aynı zamanda diğer kitapları da tercüme ederler, dolgun bir ücret alırlardı.
Abdülhamid‘in en sevdiği öyküler A.Conan Doyle’ün Sherlock Holmes’üydü. Padişah hazretleri, Holmes’ün bir macerasını tesadüfen okuduktan sonra, çok beğenmiş, derhal sefarethaneye emir verilerek, o güne dek hikâyeleri yayınlayan bütün gazete ve dergiler bulunmuş ve İstanbul’a gönderilmişti. Aynı uygulama her yeni öykü yayınlandıkça tekrar edildi ve böylece Holmes’ün bütün maceralarını kapsayan muhteşem bir el yazması koleksiyonu saray kütüphanesindeki yerini aldı.
Abdülhamid, Sherlock Holmes’e öyle hayrandı ki, yazarı Doyle’ü İstanbul’a davet etti. Arthur Donan Coyle ve eşi, 1907 yılında ünlü Şark Ekspresi treniyle İstanbul’a geldiler. Padişah onları huzurunda kabul etti ve her ikisine birer nişan taktı. Kabul sırasında yazara bir de eleştiri de bulundu ve ondan sadece Serlock Holmes hikâyeleri yazmasını istedi. Çünkü romanlarını hikâyeler kadar başarılı bulmamıştı. Bu tenkit, doğal olarak Doyle’ü pek kızdırdı. Bu yüzden hatıralarında saraya kabullerinden bahsetmedi. Güya padişah, aldığı bir jurnal üzerine, yazar ve eşinin Yıldız’a gelmelerini sakıncalı bulmuştu.
Arsen Lupin de tıpkı Sherlock Holmes gibi Padişah’ın gözdelerinden biriydi. O güne kadar yayınlanan gazete tefrikalarını 1905’de bir kitap haline getiren Yıldız Sarayı, böylece Fransa’dan iki yıl önce ilk Arsen Lupin macerasını yayınlamış oldu. Çünkü, bir gazetede tefrika edilen ilk Lupin macerası 1907’de sona erdi ve o yıl kitap olarak basıldı. Diğer bir deyişle, Türkiye Arsen Lupin’i okumaya başladığında, saray ve dolayısıyla Abdülhamid, o işi çoktan yapmıştı. Benzer durum Nat Pinkerton ve Nick Carter için de geçerliydi. Bu ünlü romanlar, Türkiye’de basılmadan çok daha önceki yıllarda Yıldız Sarayında tercüme edilip Abdülhamid‘in kütüphanesine konmuştu.
Ne yazık ki, içinde bütün Avrupa külliyatının neredeyse tamamını ve özellikle polisiye adına yazılmış ne varsa hepsini bir arada barındıran bu değerli kütüphane 31 Mart Ayaklanması esnasında büyük zarar gördü. AVM yapılarak yeniden ihya edilmek istenen ve bu nedenle Gezi Olaylarına sebep olan Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburları, ayaklanarak 31 Mart 1909’da Yıldız Sarayı’nı yağmaladılar. Abdülhamid‘in padişahlıktan indirilmesine yol açan bu gerici isyan sırasında kütüphanedeki kitaplar talan edildi, yakıldı. Sarayı savunanlar, yine de kitapların bir kısmını kurtarabildiler. Bunların da büyük kısmı İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne devredildi.
Oh ne güzel, şimdi emin ellerde diye düşünüyorsunuz değil mi? Ne yazık ki, öyle değil. Çok kısa bir süre önce, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin “Nadide Eserler” bölümünde olması gereken bu kitapların, Rektör Prof. Kemal Alemdaroğlu tarafından kütüphane dışına çıkartıldığı, bir kısmının çöpe atılırken bir kısmının da sahaf ve koleksiyoncular tarafından satın alındığı ortaya çıktı. Yani şu anda bu eserler kayıp. Gerçi 4.500 tanesi bulunmuş ve İstanbul Belediyesi’nin desteğiyle satın alınarak Atatürk Kitaplığı’na yerleştirilmiş. On binlerce kitaptan sadece 4500’ü!..
Abdülhamid‘in kitaplarının dönüp dolaşıp Atatürk Kitaplığı’na sığınmaları da talihin garip bir cilvesi olsa gerek.