Abide’nin karşısındaki kulübenin camını taşlarcasına vuran yağmura bakarak; “sanki gök yarıldı da bütün suyunu yarımadaya döküyor,” dedi Necmi.
“Yağmur dinene kadar kapıdan dışarıya adımımı bile atmam, kontrole de yağmur durunca çıkarız,” dedi Selin.
Sabah beşe kadar yağmur hiç durmadı. Ne dalgalar kıyıya vurmaktan ne de rüzgâr ağaç dallarını dövmekten bıktı. Güneş ilk ışıklarını utangaç bir eda ile gösterirken, yağmurun da dinmesiyle Selin, Abide ve çevresini kontrole çıktı. Necmi de yeni gelecek ekiple değişim için hazırlık yapmaya başladı, ta ki Selin’in çığlığını duyana kadar. Necmi sesin geldiği yöne, Abide’ye doğru koşmaya başladı. Merdivenlere geldiğinde Selin’i dizleri üstünde şoka girmiş halde gördü. Hızla merdivenlerden çıktı ve gördükleri karşısında dehşete düştü.
“Yaşıyor mu?” diyebildi sadece.
Telefonun o iğrenç melodisi yine çalmaya başlamıştı. Soner yataktan doğrulup “Bir gün seni duvara fırlatacağım,” diye kükredi. “Sabahın köründe kim bu?”
Söylenerek telefonunu açtı. Arayan Uzman çavuştu.
“Komutanım, Abide’de bir cinayet olayı var, hemen gelmeniz emredildi.”
“İyi de güzel kardeşim, ben görevli değilim bugün.”
“Komutanım, İl Jandarma Komutanı bizzat olay yerine geliyor, İlçe Jandarma Komutanı da sizin gelmenizi emretti. Sizi almaya araç yolladık,” dedi.
Soner kendisini almaya gelen araçla olay yerine giderken telefonu çaldı. Arayan İlçe Jandarma Komutanı’ydı. Cinayet hakkında yüzeysel bilgi vererek çok hızlı Abide’ye gelmesini emretti. Bu işte bir gariplik var da hadi hayırlısı diye içinden geçirdi Soner. Araç, ‘Jandarma Girilmez’ şeritlerine yakın durdu. Soner araçtan inerken yardımcısı Kerem Astsubay’ın kendisine doğru koştuğunu gördü.
“Hayrola çömez, senin ne işin var burada?”
“Komutanım, İlçe Jandarma Komutanı arayıp Soner Astsubay’ın timini topla acil Abide’ye gel dedi. Şimdi İl Jandarma Komutanı ile İlçe Jandarma Komutanı olay yerinde sizi bekliyorlar.”
Soner İl Jandarma Komutanın yanına geldiğinde selam verdi ve “Astsubay Kıdemli Çavuş Soner Hatcı” diye kendini tanıttı.
İl Jandarma Komutanı, “Gel Soner Astsubayım, bu cinayet olayı senin ve timinin sorumluluğunda.”
Soner kekeleyerek “Anlaşılmadı Komutanım,” diyebildi.
İl Jandarma Komutanı, “Soner, sen suçlu profilleme üzerine yüksek lisans yapmışsın. Genel Komutanlık, olayın bu şekilde çözülmesini istiyor. Yani iş beni de aşıyor. Tabii bu süreçte olayın çözülmesine yönelik her türlü talebin yerine getirilecek, hadi kolay gelsin,” dedi ve gözden kayboldu.
“Patlamaya hazır bombayı kucağıma bıraktı, kaçtı” dedi Soner kendi kendine.
İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra olaya odaklanmaya çalıştı. Abide’nin merdiven çevresiyle sınırlandırılan emniyet şeridini giriş meydanındaki Türk bayrağına kadar genişletmelerini emretti. Yardımcısı Kerem Astsubay’ı yanına çağırdı, emniyet şeridine kimseyi sokmaması için uzman çavuşlara talimat vermesini söyledi. Katilin halen buralarda olabileceğini hesaba katarak Şehitlik turu için gelip emniyet şeridine yaklaşanları kameraya aldırmasını istedi. Ardından cesedi incelmek için tekrar Abide’ye yöneldi.
Olay Yeri İnceleme Tim Komutanı Serdar Başçavuş, Soner’e “İşin zor kardeşim,” dedi. “Gece, şiddetli yağmurluydu. Varsa bile, delil falan kalmamıştır.”
“Çok moral verdiniz komutanım sağ olun.”
“Şaka bir yana, üzerinden kimlik çıkmadı. Boynunda morluklar var. Ölüm sebebi kalın bir iple boğulma olabilir.”
“Ya eli? Elini nasıl bu şekle sokabilmişler? Baksanıza adeta asker selamı veriyor. Bulunduğu yerde verdiği selam için manidar doğrusu.”
“Muhtemelen kuvvetli bir yapıştırıcı kullanılmış. Ayrıca ceset daha yeni, tabii kaç günlük olduğu otopsi sonrası netleşir.”
Soner’in aklına takılan “Ceset nasıl buraya geldi?” sorusuydu. Yarımadanın her yeri kameralarla çevriliydi. Her yerde güvenlik görevlisi vardı ve Jandarma devriyeleri de cabasıydı. Çanakkale’de en riskli yer burası. İyi de neden burada ceset? Ve neden selam veriyor?
“Ahh kafam çatlayacak,” dedi.
Öğleden sonra ancak bitmişti Abide’deki incelemeler. Ceset otopsi için morga kaldırılmış, Olay Yeri İnceleme’den de bir şey çıkmamıştı. Soner, karakolda masasına oturmuş, aklındaki bin bir soruyla cebelleşirken yardımcısı Kerem Astsubay girdi içeriye. Telaşla Soner’e baktı ve “Kimliği tespit edildi komutanım” dedi.
Soner Kerem’deki telaşı görünce “Sakın maktul yabancı deme bana çömez.”
“Maalesef komutanım, İngiliz’miş. Adı John Brooks. 34 yaşında. Bundan yaklaşık iki ay önce Türkiye’ye turistlik amaçlı giriş yapmış. Elimizdeki bilgiler şimdilik bunlarla sınırlı. Hakkında araştırmalar devam ediyor komutanım.”
“Olay zaten medyatikti, şimdi bir de diplomatik sıkıntılar çıkacak. Abide’ye gidelim, tekrar görmek istiyorum olay yerini. Belki gözden kaçırdığımız bir şeyler vardır.”
Soner, Saroz Körfezi ile Boğaz arasında kalan bölgeye dalmış bakıyordu.
Kerem, “Komutanım ne olacak şimdi?” dedi.
“Bak çömez, hemen şu sağımız Morto Koyu. 25 Nisan’da İngiliz’ler Alçıtepe Köyü’nü almak için beş çıkarma noktası belirlediler. Onlardan birisi de Morto Koyu’ydu. İlerleme, kahraman askerlerimiz tarafından durdurularak başarısızlığa uğratıldıktan iki gün sonra koy, İngilizlerden Fransızlara devredildi. Topçularımızın attığı üç torpido Fransız gemisi Goliath’ı 570 denizcisiyle sulara gömdü. Fransızlar o günden sonra buraya Morto Koyu dediler. Çömez, Morto ne demek biliyor musun?”
“Hayır Komutanım.”
“Ölüm kardeşim, ölüm demek. Abide’ye yani 59.408 şehidimize ve bayrağımıza asker selamı veren bir İngiliz. Evet, görünürde ırkçı bir saldırı.”
“Desenize komutanım, başımız fena ağrıyacak.”
“Evet, ağrıyacak çömez. Genel Komutanlık olayı biran önce çözmemiz için baskı yapacak. Diplomatik sıkıntılar baş gösterecek ve olay seri cinayete dönerse işte o zaman işin içinden çıkamayacağız.”
Kerem’in telefonu çaldı, müsaade isteyerek ayrıldı Soner’in yanından. Az sonra döndüğünde kamera incelemelerinin bittiğini ama kayda değer bir şey çıkmadığını söyledi.
Soner, “Kayda değer bir şey çıkmadı,” diye mırıldandı kendi kendine.
“Çömez, karadan değil de ya denizden geldiyse?”
“Olabilir Komutanım. Ama aşırı yağış ve rüzgârla denizden gelmesi bayağı zor olmamış mıdır? Geldiyse bile geldiğini belli eden bir iz kaldığını sanmıyorum.”
“Evet, ama bakmaya değer,” dedi Soner.
Karış karış, sahile inen tüm yamacı kontrole başladılar. Soner özellikle yanaşması kolay olduğundan Morto Koyu yani Ölüm Koyu’na inen yamaçla ilgileniyordu. Hava kararmak üzereydi. Neredeyse her yere bakmışlardı. Ümitsizce geri dönerlerken bir iz fark etti. Çalılığın dibinde bozulmamış ancak numarası okunmayan bir ayakkabı izi. Önce kendi ayakkabısıyla sonra da Kerem’in ayakkabısıyla karşılaştırdı. Tahmin ettiği gibi farklı bir ayakkabı iziydi.
Kerem’e, “Hemen Olay Yeri İnceleme’yi çağır, alçı ile ayakkabı numarasını öğrenelim,” dedi.
Olay Yeri İnceleme ayakkabı numarasını kırk beş olarak tespit etti.
“Çömez, eğer bu ayakkabı numarası gerçekten katile ait ise katil iri yarı birisi olmalı. Ayrıca emin olmak için bugün görevli herkesin ayakkabı numarasını öğren. Umarım bizim çocuklara ait değildir. Ha bir de şu güvenlik görevlileri bekliyorlar mı karakolda?”
“Bekliyorlar Komutanım”
“Tamam. Güvenlik amiriyle görüş, tüm güvenlik görevlilerinin listesini iste.”
Gece görevli güvenlik görevlisi Selin ve Necmi akşam en son saat 24.00’da kontrole çıktıklarını, cesedin bulunduğu saat 06.15’e kadar da yağmur nedeniyle hiç çıkmadıklarını, araçlı güvenlik görevlilerinin ise iki saatte bir gelip güvenlik kulübesinin önünden tekrar döndüklerini söyledi. Ayrıca göreve başladıkları saat 20.00’dan cesedin bulunduğu ana kadar şüpheli hiçbir şey görmediklerini söylediler. Soner ayrıca ayakkabı numaralarını kontrol etti ama ikisininki de kırk beş numara değildi. İfadeleri kamera kayıtlarıyla uyuşuyordu. Kerem’e tüm güvenlik görevlilerinin ayakkabı numaralarını kontrol ettirmesini söyledi. Hiçbirinin ayakkabı numarası kırk beş çıkmayınca, numaranın katile ait olabileceği şüphesi kuvvetlenmeye başladı. Soner saat 23.00 olmasına rağmen masa lambasının altında, elinde not defteri, profil çıkarmaya çalışıyordu. Ancak hem otopsi raporu gelmediğinden hem de elinde maktul hakkında yeterli bilgi bulunmadığından profil oluşturmakta sıkıntı yaşıyordu.
Kapının çalmasıyla irkilerek uyandı Soner. Daha sonra “Gir” diye seslendi. Gelen Kerem’di.
“Komutanım otopsi raporu çıktı. Ayrıca maktul ile ilgili yeni bilgilere ulaştık.”
“Çok iyi. Saat kaç çömez?”
“ Sabahın yedisi Komutanım.”
“Uyuya kalmışım. Önce maktulle ilgili bilgileri ver bakalım.”
“İstanbul’da Moon adlı otele rezervasyonu varmış. Beş günlük ödemeyi peşin yapmasına rağmen burada hiç kalmamış. Geldiğinden bu yana, yani iki aydır nerede kaldığı belli değil.”
“O zaman Türkiye’de bir tanıdığı olabilir ya da gediğinden beri katilin elinde esirdi.”
“Olabilir Komutanım. Mesleği gemi kaptanıymış.”
“İşte bu ilginç.”
“Komutanım adam tam bir maceraperestmiş. Durmadan ülke ülke geziyormuş. Bekâr, hiç evlenmemiş. Anne ve babası vefat etmiş. Tek çocukmuş. Bu kadar Komutanım.”
Soner otopsi raporunu incelemeye başlamıştı. Kerem de henüz raporu incelemediğinden merakla Soner’e bakıyordu.
“Yok artık!”
“Ne oldu Komutanım?”
“Maktulün midesinde Çanakkale Savaşı’ndan kalma boş kovan ve kuş tüyü bulunmuş.”
“Ne alaka bunlar Komutanım?”
“Bilmiyorum ama bizimki ilk maktul olmayabilir. Ölüm sebebi kalın bir iple boğma. Elinde adını okuyamadığım bir çeşit tutkal tespit edilmiş. İlginç olan, hiçbir yerinde darp, yara, morluk yok. Sanki her şeyi kendi rızası ile yapmış gibi. Ölüm zamanı, maktulün bulunmasından on beş saat önce. Kerem, hemen Genel Komutanlık’a ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yazı yaz. Ellerinde buna benzer dava var mı öğren. Olsa şimdiye kadar duyardık ama sormakta fayda var.”
Eldeki verilerle profilleme yapmaya karar verdi Soner.
1-Suç yerinin sembolik olması ve şahsın İngiliz olması, maktulün özel olarak seçildiği.
2-Türkiye’ye girişinden bu yana rezervasyon yaptırdığı otelde kalmaması ve kaldığı yerin tespit edilememesi nedeniyle, katilin maktul tarafından tanındığı ya da maktul Türkiye’ye girmeden önce katil tarafından takip edilerek seçildiği.
3-Failin cinayeti işlemek için ciddi hazırlıklar yaptığı ve maktulde herhangi darp izi olmadığından kandırarak ya da tehdit ile etkisi altına aldığı.
4-Olay yeri, güvenlik açısından denetimin yüksek olduğu ve yakalanma riskine rağmen tercih etmesi ile bölgeyi iyi tanıdığı ya da bölge halkından biri olduğu.
5-Tespit edilen kırk beş numara ayakkabı izinin katile ait olması durumunda katilin maktulü denizden getirdiği, bu sebeple denizcilik bilgisinin yüksek olduğu, şahsın iri yarı, maktulü taşıyabilecek kadar kuvvetli olduğu.
6-Maktul Türkçe bilmediğinden, katilin şahsı etkisi altına alabilmesi için İngilizce konuşuyor olabileceği, bu sebeple katilin iyi eğitim almış, kültürlü, dikkat çekmeyecek kadar iyi görünümlü bir erkek şahıs olduğu ve muhtemelen Türkçe bildiği.
7-Vermek istediği mesaj ise Çanakkale Savaşı’nda yaşamını yitiren 59.408 şehidimize karşılık bir İngiliz’in kurban edildiği.
Soner profili tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra ya hiçbir şey göründüğü gibi değilse diye düşündü. Kerem, benzer bir dava olmadığı haberini getirince Soner, “Ya henüz olaylar açığa çıkmadı ya da….” dedi ve sustu. “Ya da diğer suçlar Türkiye’de işlenmedi.”
Kerem şaşırmış halde bakarken, Soner internette sembolik yerlerde işlenen suçlar hakkında araştırma yapmaya başlamıştı. Maktulden dolayı özellikle İngilizce’nin konuşulduğu ülkelere bakmaya çalışıyordu. ‘Faili Meçhul Cinayetler’ adı altında bir listeye ulaştı. Aralarındaki bir cinayet dikkat çekiciydi. ‘Amerika’nın Güney Dakota eyaletinde Black Hills de, Crazy Horse Dağ anıtında bulunan ve elleri birbirine tutkalla yapışık bir İngiliz cesedi’ açıklamasını gördü. Ceset bundan üç yıl önce bulunmuş ve faili meçhul olarak kalmıştı. Maktulün adı Mark Turn‘dü. Crazy Horse Dağ anıtı neydi? Bu anıta neden bir İngiliz kurban edilmişti? İnternette araştırmaya devam edince cevaplar bir bir ortaya çıkmaya başladı. Crazy Horse Dağ anıtı bir Kızılderili kabilesi olan Lakotaların ünlü lideri Crazy Horse anısına inşa edilmeye başlanmış ve henüz tamamlanmamıştı.
Soner, Kerem’e dönerek “Kızılderililere kurban edilen bir beyaz adam. Çömez, hemen bakanlık vasıtası ile Amerika’dan Crazy Horse Dağ anıtı cinayeti ile ilgili bilgi talep edelim. Olay bizimkine neredeyse bire bir uyuyor. Otopside adamın içinden bir şey çıkmış mı orası çok önemli. Umarım taklit cinayet değildir. Devamı ise, en azından elle tutulur bir şeyimiz olacak. Konsolosluktan da Mark Turn hakkında bilgi talep edelim. Ayrıca Sahil Güvenlik’le iletişime geçelim. Sanmıyorum ama belki GPS üzerinden olay günü tekne ya da benzer bir şey tespit edilebilir. Bir de o saat aralığında devriyeleri var mı onu öğrenelim. Ben de Çanakkale’de ve Eceabat’ta tekne kiralayan ve satanları araştırayım. Amerika’dan cevabın gelmesi zaman alabilir, cevap gelene kadar her yolu deneyelim. Unutuyordum, bir de Liman Başkanlığı’ndan kayıtlı vasıtaların listesini alalım.”
Üç Gün Sonra
Zaman geçtikçe Soner’in üzerindeki baskılar daha da artıyor, basında ise durmadan komple teorileri üretiliyordu. Soner’in bütün ümidi, Amerika’dan gelecek haberdeydi. Ne Sahil Güvenlik’ten ne de Liman Başkanlığı’ndan işe yarar bir bilgi çıkmıştı. Elle tutulur tek delil kırk beş numara ayakkabı iziydi. Dördüncü gün, sabah bakanlık vasıtası ile Amerika’dan gelen rapor herkesi umutlandırdı. Çünkü raporda otopside cesedin midesinden kuş tüyü çıktığını öğrendiler. Maktulün cesedi, Amerika’ya turistik gezi için girdikten iki ay sonra bulunmuştu. Bekâr, hiç evlenmemiş, ana babası ölmüş ve tek evlattı. Daha da ilginci ise mesleğinin gemi kaptanlığı oluşuydu. Abidedeki maktul ile Amerika’daki maktulün özellikleri tıpa tıp uyuyordu.
Soner, “Çömez, katil yabancı olabilir. Hatta İngiliz olma ihtimali çok yüksek. Cesedin Abide’ye bırakılması, sanki ırkçı bir saldırı gibi gösterilerek soruşturmayı saptırmaya çalışmak içindi. John Brooks ve Mark Turn’nün hangi üniversiteden mezun olduklarını bul. Muhtemelen aynı üniversite çıkacaktır. Aynı dönem mezunların fotoğraflı isim listesine ulaşmaya çalış. Ayrıca John Brooks’un Türkiye’ye girişinden geriye doğru üç aylık dilimde, Türkiye’ye giriş çıkışların hepsini, cinayet gününden bu güne yine giriş çıkışların hepsini bul. Aynısını Amerika için de talep et,” dedi.
İngilizlerin ve Amerikalıların davanın çözülmesine yönelik işbirliği, taleplerin hızla yerine getirilmesini sağladı. Tahmin edildiği gibi maktuller aynı üniversiteden mezundular. Elde John Brooks ve Mark Turn’nün mezun oldukları döneme ait liste, Türkiye’ye ve Amerika’ya giriş çıkış yapanların listesi olmak üzere üç ayrı liste vardı. Uzun uzadıya giden listelerden ortak tek bir isim çıkmıştı ve isim ‘Ronald Waynen’ dı. John Brooks ve Mark Turn ile aynı okuldan mezun bir gemi kaptanı. Mark Turn’nün ölümünden iki ay önce Amerika’ya giriş, ölümünden iki gün sonra ise çıkış yapmıştı. John Brooks’un ölümünden iki ay önce Türkiye’ye giriş yapmıştı ama hâlâ çıkış yapmamıştı.
“Çömez hemen Ronald hakkında mahkemeden yurtdışı yasağı ve yakalama talebinde bulunalım. Konsolosluktan da hakkında detaylı bilgi talep edelim.”
Yakalama kararından iki gün sonra yurt dışına çıkmaya çalışırken İstanbul Havalimanı’nda yakalanıp gözaltına alındı Ronald. Soner, sorguyu tek başına yapmaya karar verdi. İlçe Jandarma Komutanı, Kerem ve meraklı kalabalık camın arkasındaydı.
Soner sorguya girdiğinde Ronald Waynen’in gözaltına alındığını haber alınca İl Jandarma Komutanı köpürerek gelmişti karakola. İlçe Jandarma Komutanı’na dönerek “ Bu Soner neyine güvenip de gözaltı kararı çıkarttırıyor? Savcı aptal mı da buna izin veriyor? Türkiye’ye ya da Amerika’ya girip çıkması veya maktullerle aynı okulda okumuş olması suçlamaya yeterli delil mi sanki? Neymiş efendim kırk beş numara ayakkabı iziymiş, e ne olacak bu adamın ayak numarası kırk beş numara ise?” diye söylendi durdu.
“Ben de bilmiyorum Komutanım,” demekle yetindi İlçe Jandarma Komutanı.
Kerem ise çıt çıkarmadan sorguya odaklanmıştı.
Soner, “Merhaba Bay Ronald,” dedi. “Nasılsınız?”
“Beni buraya nasıl olduğumu sormak için getirmediniz herhâlde?”
“Olur mu canım? Sadece bunun için rahatsız eder miyiz sizi?”
Kapı çalınıp içeriye avukat girince Soner, “ Vayy, doğrusu bayağı hızlısınız Bay Ronald. Avukatı ne ara ayarladınız? Biz size barodan isterdik bir tane. Neden masraf ettiniz kendinize?” dedi.
Ronald küçümser bir tavırla, “ Para mühim değil,” diye tısladı.
Soner tebessümle, “ Bay Ronald, ilk defa ne zaman Türkiye’ye giriş yaptınız?” diye sordu.
“Yaklaşık üç yıl önce.”
“Peki, Çanakkale’ye ilk defa ne zaman geldiniz?”
“Çanakkale’ye yaklaşık iki yıl önce geldim sanırım. Atalarımın savaştığı toprakları görmek için.”
“Evet haklısınız. Atalarınızın savaşmaya gelip hezimete uğrayarak döndüğü torakları görmeye geldiniz.”
Cevap vermedi Ronald.
“Doğrusu ayaklarınız da epeyce büyükmüş. Ayrıca iri yarı, bayağı kuvvetli birisiniz. Kaç numara ayakkabı giyiyorsunuz?”
“Lütfen sadede gelebilir miyiz?”
“Hemen sinirleniyorsunuz siz de. İki sohbet edelim dedik. Peki, son zamanlarda Çanakkale’ye geldiniz mi Bay Ronald?”
“Hayır gelmedim. Hep İstanbul’daydım.”
“Son zamanlarda hiç gelmediniz. Anladım. John Brooks adında birini tanıyor musunuz?”
“John Brooks mu, tanımıyorum.”
“Aaa, insan hiç üniversite arkadaşını tanımaz mı?”
“Üniversite arkadaşı mı?”
“Evet, tanımıyor musunuz?”
“Neredeyse mevcudumuz 300 kişiydi, her birini tanımam imkânsız sonuçta.”
“O zaman siz Mark Turn’ü de tanımıyorsunuzdur?”
“Mark Turn? Yok tanımıyorum. O da mı benimle aynı dönem mezun olmuş?”
“Evet, o da sizin üniversite arkadaşınız.”
“Peki, benim bu insanlarla ne alakam var?”
“İşte onu siz söyleyeceksiniz Bay Ronald.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Şu an sizi John Brooks’un katil zanlısı olarak ağırlıyoruz Bay Ronald.”
“Ben kimseyi öldürmedim. Saçma sapan iddialarda bulunmayın lütfen.”
“Şimdi size John Brooks’un öldürüldüğü günden iki gün önce, Abide’de kamera kayıtlarından görüntünüzü göstersem kesin ben değilim dersiniz. Buyurun, bakın.”
“Bu görüntü bana ait değil.”
“Haklısınız Bay Ronald. İlk etapta ben de sizin gibi dedim. Bu arada söylemeden edemeyeceğim, çok güzel Türkçe konuşuyorsunuz.”
“Şu saçmalıkları artık sonlandırır mısınız?
“A tabii, itiraf ederseniz hemen biter. Ama inkâr etmeye devam ederseniz biraz uzayacak maalesef.”
“Bakın son kez söylüyorum, benim bu cinayetle hiçbir alakam yok.”
“Tabii tabii. Ama size bir hikaye anlatmak istiyorum. Yalnız, lütfen üzerinize alınmayın. John Brooks’un cesedinin bırakıldığı gece aşırı yağmur vardı. Neyse, bizim katil bindirmiş bunu tekneye, getirmiş Morto Koyu’na. Oradan da sırtlamış Abide’nin ortasına bırakmış. Ama işte biraz salak bizim bu katil, her yer çamur, kayar mıyım diye düşünmemiş. Şu Allah’ın işine bak, bir de kayıp düşmesin mi?”
“Bana hikâye anlatmayı bırakın, çıkmak istiyorum.”
“Tamam tamam. Ben de sıkıldım zaten senden. Bir an önce göndereceğim seni içeriye. Ama hikâye bitmeden vallahi olmaz. Çok uğraştım bu hikâye için, lütfen ama. Nerede kalmıştık? Ha evet, bizim salak katil düşmüştü. E tabii düşünce yaralanmasın mı? Bakın size ne göstereceğim Bay Ronald. Bu elimde gördünüz dosyada salak katile ait doku ve kan numuneleri var.”
Camın arkasında Kerem dışında herkes böyle bir delilin varlığından haberdar olmadıkları için şoke olmuşlardı.
“Sizce Bay Ronald, bu salak katil kim acaba?”
“Salak deyip durma!” diye bağırdı Ronald.
“Bak yine sinirlendiniz. Neden üzerinize alındınız ki?”
Ronald birden bir kahkaha attı. “Gerçekten şaşırttın beni Soner. Peki, ben seni sonuna kadar dinledim. Şimdi sıra sende. Ama beni sonuna kadar dinlemek zorundasın.”
“Merak etme Ronald, zevkle dinleyeceğim.”
“Çıkarın şu salak avukatı,” dedi Ronald.
“Seni dinliyorum”
“Haklısın. Ben bir salağım. Yaralandım ama yağmura güvenerek salaklık ettim. Fakat yanıldığın bir nokta var Soner. Çok şaşıracaksın, çünkü fark edemedin. Bu cinayeti tek başıma işlediğimi mi sanıyorsun?”
Soner şaşkınlığını gizleyemeden “Suç ortağın mı vardı?” dedi.
“Sözümü kesme ve sonuna kadar dinle. Tabii ki vardı. Tek başıma nasıl cesaret edebilirdim ki? Benim suç ortağım Tanrı. O emretti, öldürdüm. Öldürdükten sonra aferin Ronald, aferin Ronald dedi. Nasıl haz aldığımı bilemezsin. Tanrı ilk kez benimle konuştuğunda Mark’ı öldür, o büyük bir günahkâr dedi. Ne yaptığının önemi yoktu, ne günah işlediğinin hiçbir önemi yoktu. Tanrı benimle konuşmuş, öldür onu demişti. Daha ne olabilirdi ki? Emri aldıktan sonra çok düşündüm. En ince ayrıntısına kadar planlamaya başladım. Nasıl öldürürsem benden şüphelenmezler diye çok sordum kendime. Sonunda Mark’ı Amerika’da öldürüp Crazy Horse Dağ anıtına bırakmaya karar verdim. Eğer anıta bırakırsam Kızılderililerin onu öldürüp Crazy Horse’a kurban ettiklerini düşünecek ve soruşturmanın seyri değişecekti. Tabii cinayeti Kızılderililerin yaptığına inandırabilmek için tek başına yeterli değildi bu. Mark’ı öldürmeden önce kuş tüyü yutmasını sağladım. İşte kusursuz bir cinayet planıydı. Evet kusursuzdu. Çünkü öldürdükten sonra Tanrı aferin Ronald demiş, takdir etmişti beni. Ama dikkatli olmalıydım. O yüzden hemen ayrıldım Amerika’dan. Yakalanabilirdim. Eğer yakalanırsam Tanrı’nın vereceği emirleri yerine getiremezdim. Amerika’da herkes seferber oldu. Sözde benim profilimi çıkardı salaklar. Bütün özel birimler, akademisyenler, ünlü dedektifler, hepsi görevliydi. Ama yüzlerce salak yığını, bir adım bile ilerleyemediler. Artık Tanrı’nın yeni emrini beklemeye başladım. Ta ki Tanrı John’u öldür diyene kadar. İkici kez Amerika’ya giremezdim, riskli olurdu. Daha kolay, faili meçhul olayların çok ve kanunların esnek olduğu bir ülke lazımdı bana. Ve Türkiye’de öldürmeye karar verdim. Mark’ı öldürdükten bir ay sonra Türkiye’ye geldim. Bir yıl burada yaşadım. Şehir şehir gezdim, Türkçe’yi öğrendim. Televizyonda 18 Mart törenini görünce, işte tam o an karar verdim. John’u Abide’ye bırakacak, Türk’ler atalarına Çanakkale Anıtı’nda bir İngiliz’i kurban etmiş olacaktı. E tabii soruşturma bu yönde ilerleyecek ve kimse bir İngiliz’in başka bir İngiliz’i öldürdüğünden şüphelenmeyecekti. Ama yine tek başına yeterli değildi. John’u öldürmeden önce Eceabat’ta bulduğum, savaştan kalma boş bir kovanı yutmasını sağladım. Şimdi sen tüyü neden yutturduğumu merak ediyorsundur. Bu cinayet bana ait, kimsenin üstlenip kahramanlık etmesine müsaade edemezdim. O yüzden Mark ile bağlantılı olmalıydı. Biraz da medyatik olsun diye selam verdirdim işte. Neyse benim tek hatam, yok hayır, ilk hatam salak gibi düşmekti. İkincisi ise seni küçümsemek oldu Soner. Öldürdükten sonra hemen çıkmalıydım Türkiye’den. Ama soruşturmaya senin gibi basit, tecrübesiz bir memuru atadıklarını duyunca, biraz daha kalıp hiç bir şey yapamayışını izleyerek eğlenmeye karar vermiştim. Havaalanında yakalanıncaya kadar, yeterince eğlenmiştim aslında. Bunca şeyi, neden bu kadar kolay anlattığımı merak ediyorsundur. Bu da Tanrı’nın, çabalarına karşılık sana hediyesi. Ben ise artık Tanrı’nın talimatlarını uygulamaya içeride devam edeceğim.
Soner ayağa kalktı “Tanrı dediğin şeytana söyle, bundan sonra sana verebileceği tek emir Ronald delisinin kendisini asmasıdır,” dedi.
Kapıdan çıkarken dönerek “ Duydun mu Ronald?” diye sordu.
“Neyi?”
“Şeytanın, çürüyene kadar tek kişilik hücrede yat Ronald diyor. Sanırım şeytan seni kullanmış Ronald.”