YAZAR GÜNAY GAFUR İLE KONUŞTUK
- Sevgili Günay, öncelikle POYABİR Kristal Kelepçe ödüllerinde En İyi Polisiye Roman ödülüyle taçlanan başarıların ve hak edilmiş bu ödül için seni tebrik etmek istiyorum. Bu röportajı yapma şansı bana verildiğinde seninle Dedektif çatısı atında yeniden bir araya gelecek olmanın mutluluğunu hissettim. Çünkü yıllar önce bu çatı altında tanışmış, yıllardır sıcaklığını hissettiğim dostluğun temelini burada atmıştık. İyi ki…
Benim için Günay Gafur, okumaktan keyif aldığım üst düzey bir kalem, desteğini hiç esirgemeyen bir dost, dürüst ve objektif bir insandır. Biz birbirimizi iyi biliyoruz ancak seni yeni tanıyacak olan okurlarımız için kendinden biraz bahsedebilir misin? Kimdir Günay Gafur?
İyi dileklerin ve güzel düşüncelerin için çok teşekkür ederim sevgili Funda. Dedektif Dergi’de seninle yeniden buluşmak ve söyleşi gerçekleştirmek benim için de büyük mutluluk.
1978 doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. Evliyim ve iki çocuğum var. Ankara’da yaşıyorum. Kitapların büyülü dünyasıyla küçük yaşlarımda tanıştım. Farklı türlerde farklı yazarlarla beslenerek büyüdüm. Okumak en sevdiğim oyundu.
Hatırlıyorum, arkadaşlarım toplaşıp aşağıdan seslenirlerdi (bizler şanslı çocuklardık, o yıllarda sokaklar bizimdi, doya doya tadını çıkarırdık) ben kitabımın o bölümünü bitirmeden çıkmazdım. Yaz tatillerinde, sabah uyanınca ilk işim elime kitabımı alıp yatağımda keyif çatmak olurdu. Güne kitapla başlar, arada mahalle arkadaşlarımla canımız çıkana kadar oynar ve geceyi yine kitapla kapatırdım. Oyun ve kitapla geçen o güzel günlerde hayalim yazar olmaktı. Çocukluğumun bu güzel ve uzun seneleri beni o hayale adım adım yaklaştırdı. İlk karalamalarıma da o zaman başladım. Günlükler, hikâyeler, şiirler, okul gazetesinde yazılar…
E, böyle geçen bir çocukluğun ardından yazar olursan ortaya da Kuklacı gibi bir kitap çıkması gayet doğal. Gizemli bir oyun kurucu, tuhaf talimatlar, çaresiz oyuncular, işlenen suçlar, oyunu çözmeye çalışan bir dedektif. Sonraki romanlarım da pek farklı olmadı tabii. Zekice kurgulanmış oyunların içine düşmüş insanların suç ve gizem hikâyeleri.
Kuklacı ile başladığım yazarlık kariyerimin bugün itibariyle kısa özeti şu: Çeşitli dergi ve antoloji kitaplarında yayımlanmış yedi öykü, dört roman ve tabii son kitabım Baba’ya verilen Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Ödülü. Bunların haricinde henüz hayata geçmemiş hikâye, roman, senaryo ve tiyatro oyunlarım kilitli sandığımda günlerini bekliyor. Daha kaç roman, kaç hikâye çıkar bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: Ömrüm yettiğince üretmeye, yazmaya devam edeceğim.
- 2017 yılı, Nisan ayında dergimizin ikinci sayısında bir tefrika olarak, “Bir Hapishane Hikâyesi: Baba” adıyla başlayan ve 2019 Ocak ayında altıncı bölümü yayınlandıktan sonra bir daha haber alamadığımız Baba, o günden bu zamana yarım kalmış bir aşk hikâyesi gibi hep aklımızın ve kalbimizin bir köşesindeydi, unutulmamıştı.
Perde Arkası romanımı ilk olarak on yedi sayfalık bir öykü olarak yazmış, okuyanların telkinleriyle yayınlamaktan vazgeçip romana çevirmiştim. Doğru işler olması gereken biçimde ve sunulması gereken zamanda sunuluyor sanırım.
Baba’nın bir romana dönüşmesi kararı ne zaman verildi, neden bu kadar bekledi merak ediyorum.
Baba’nın doğduğu yer, söylediğin gibi Dedektif Dergi. İki ayda bir yeni bölümü yayımlanan bir tefrika olarak başladı yolculuğu. Her bölümün ardından okurlardan aldığım güzel dönüşlerin sayısı da artıyordu. Ancak altıncı bölümü dergiye gönderdikten bir süre sonra annemin hastalığı ile hayatımda zorlu bir dönem başladı. Pankreas kanseri olduğunu öğrendiğimiz günden itibaren, günlerin gecelere karıştığı, tefrikaya mecburen ara vermek zorunda kaldığım bir sürecin içinde buldum kendimi. Ameliyatlar, kemoterapi tedavileri, aciller, yoğun bakımlar, ambulanslar hayatımızın doğal bir parçası oluverdi. İki senenin sonunda maalesef bu zorlu savaşı ve annemi kaybettik.
Bir süre sonra geriye dönüp baktım ve yarım kalan tefrikayı tamamlamaya karar verdim. Ancak iki seneden fazla ara vermiştim ve hikâyeye tefrika şeklinde devam etmem anlamsız olacaktı. Böylece Baba’yı romana dönüştürmek için kolları sıvadım. Hem yarım kalmış bu aşk hikâyesini mutlu sona erdirecek, hem okurlarıma karşı sorumluluğumu yerine getirecek, hem de savaş yaralarımı bu yolla iyileştirebilecektim. Nitekim öyle de oldu. Baba ikinci kez, roman şeklinde küllerinden doğarak okurlarına kavuştu. Hayat, arada sırada kulağımıza şöyle fısıldıyor galiba: “Bazı savaşları kaybedersin. Ya da bazen savaş sandığın şeyler yaşar, sonunda yenildiğini hissedersin. Sonuçta ortalık yerle bir olmuştur. Ama sana yıkıntıların arasında açan çiçekler sunarım. Bunları gör ve sula.”
- Baba; sinematik anlatımıyla, kahramanların hayatlarına yedirilmiş bizden hikâyeleriyle, toplumsal çözülmeleri, kutuplaşmaları ve yaraları irdeleyen, sisteme ve hatta sistemsel çöküşlere göndermeler yapılan paragraflarıyla kesinlikle çok katmanlı bir roman. Aynı anda pek çok türde okuma yapıyormuşuz gibi hissettirmeyi başardığını düşünüyorum. Hatta bu kitapta düşünce dünyanın derinliğini daha da samimiyetle aktardığını hissettim.
Ve bu kitapta yine kurguya yedirilmiş kuantum fiziği ve metafizik… Her seferinde bunların yanına bir parça daha pozitif bilim esintileri katarak daha öteye geçişini artık bir Günay Gafur imzası olarak kabul etmeli miyiz?
Evet sevgili Funda, tam olarak böyle diyebiliriz. Yazdığım küçük öykülerde de Yargıç hariç romanlarımda da işin içine pozitif bilimleri serpiştirdim. Bilim ve sanatla sulanmayan toprakların çorak kalacağı gerçeğinin farkındayım. Bazı coğrafyaların ve maalesef ülkemizin durumu ortada. Belki de bilinçaltım özellikle bunu haykırıyor ve bu durum hikâyelerime yansıyor. “Bilim olmalı. Bilim olmalı. Bilim olmalı.”
Okunduğunda, “İşte bu roman Günay Gafur’un kaleminden çıkmış,” dedirtebiliyorsam, amacıma ulaşmışım demektir. Bir yazarın imzası, kurguda, dilde, üslupta, satır aralarında gizlenmiş, aslında tüm romana sinmiş olmalı. Bir kavanozdaki rayiha gibi. Varlığını görmezsiniz ama kapağı açtığınızda onu kokusundan tanırsınız. Benim rayiham da birkaç farklı unsurun birleşmesinden oluşuyor sanırım. Dip notalarında bilimin kol gezdiği gizemli akıl oyunları, orta notalarda zeki oyun kurucunun peşine düşmüş bir araştırıcı, üst notalarda ise bu oyunu oynamak zorunda kalan suçlular ve mağdurlar. Özetle bolca gizem, yeteri kadar suç, kararında akıl oyunları ve hafif bilim esintilerinden mürekkep bir çizgim olduğunu ve bu çizgimden son derece memnun olduğumu söyleyebilirim.
Baba’da da bu esintileri bol bol görmek mümkün. Bunlara ek olarak senin de bahsettiğin gibi suçun sosyolojik sebeplerine değinmeye çalıştım. “Yaşadığımız toplumda insanları suça neler itiyor, suçun cezasını yalnızca işleyen mi çekmeli, sistemin ve sistemi kuranların sorumluluğu yok mu, adaletin sadece güçlüden yana olduğu bir toplumda zayıfların işlediği suçlara suç diyebilir miyiz?” gibi sorularla basit insan hikâyeleri üzerinden yozlaşmış sistemlerin eleştirisini yaptım. Canavarların sadece masallarda olmadığını, şartlar oluştuğunda insanın nasıl bir canavara, kan emici bir vampire dönüşebileceğini göstermeye çalıştım.
Ne acıdır ki bugün yaşadığımız toplumda canavarların varlığına şahitlik ediyoruz. Akla hayale gelmeyecek canilikler sergiliyorlar. Bazen bireysel bazen kolektif davranıyorlar. Hayvanlardan tutun küçücük çocuklara, kadınlardan yeni doğmuş bebeklere kadar uzun tırnaklı elleriyle herkesi, tüm toplumu, insanlığı parçalıyorlar. İşin en acı tarafı, sistem bu canavarların yaşaması için uygun atmosferi yaratıyor. Benim ve diğer polisiye yazarlarının kurguladığı hayali kötülükler, gerçek hayatta misliyle yaşanıyor. Baba’da değinmeye çalıştığım karanlık, gerçeğin izdüşümünden başka bir şey değil.
Tüm bunlara kuantum fiziği sosu ekleyince ortaya son derece farklı ve ilgi çekici bir lezzet çıktığını düşünüyorum. Romanlarımda kullandığım bu “bilimsel sos”, gerçek hayattaki karanlığa karşı koyan bir ışık belki de. Romanın dışına fırlayan bir çığlık. Okuru sorgulamaya, düşünmeye mecbur bırakan bir uyanış çığlığı. Bu anlamda ülkemiz polisiye edebiyatına farklı ve yeni bir lezzet katabildiysem ne mutlu bana.
- “Sonunu bildiğin oyunları oynama. Kazanacağını bilsen bile.” Baba’nın sıklıkla söylediği bu cümle ilk okuduğum anda bana satranç oyununu anımsatmıştı. Ustaca oynamanın kazanmaktan daha değerli olduğu bir oyundur bence satranç. Baba romanında sen de taşları çok doğru biçimde oynamışsın ve ortaya takibi oldukça keyifli bir oyun çıkmış.
Kristal Kelepçe jürisine romanını gönderdiğinde yarışmaya katılan tüm polisiye yazarlarımız gibi hem oyunda olmaktan keyif almış hem de kazanmayı ummuşsundur. Ödül töreni öncesinde, sonucu beklerken ve kazandığını duyduğun anda ne hissettin? Neler geçti aklından?
Önceki cevaplarımdan da anlaşılmıştır sanırım: Oyun oynamayı seviyorum. Çocukken de severdim, şimdi de seviyorum ve sanırım ihtiyarlığımda da seveceğim. Bunu romanlara yansıttığım kadar insan ilişkilerine de yansıtıyorum. İnsanlarla ve duygularıyla oynamıyorum tabii. Hayatı çoğu zaman bir oyun gibi görmekten bahsediyorum. Amacın yenmek, kazanmak olmadığı bir oyun ama. Kimi yeneceksin, kime karşı ne kazanacaksın zaten. Var böyleleri, yok değil. Kendine rakipler hatta düşmanlar yaratarak ilerleyen, kazanmak için her yolu mubah gören ve bu uğurda yakıp yıkmaktan zevk alan tipler. Kaybettiklerinde sonuç hüsran oluyor. Bu tarz insanların kaybettiğini görmeyi de seviyorum laf aramızda.
Her neyse, ben oynamaktan yanayım. Asıl kazancın bu oyun içinde yer almak olduğunu düşünüyorum.
Oyun, insanlığın doğuşundan bu yana süregelen bir aktivite. Eğlenmek, keyif almak, araştırmak, strateji yapmak, merak etmek, keşfetmek, tetikte olmak, anda kalmak, akıllı davranmak, aldanmamak, aldatmamak, öğrenmek, ders almak gibi birçok olguyu içinde barındırıyor. Müthiş değil mi?
Baba’da ve diğer tüm romanlarımda zekice kurgulanan bir oyunun etrafındaki insanların hikâyesini anlattım. Bunlar biraz tekinsiz ve karanlık oyunlar haliyle çünkü suç ve gizem türünde yazıyorum. Bu nedenle işin içinde gizem, merak, gerilim, macera, muamma vs. olmak zorunda. Doğru zamanda, doğru hamleleri yaparak ilerlenen akıl oyunlarının, polisiyeye daha üst başlıkta değerlendirirsek suç-gizem türüne çok yakıştığına inanıyorum. Üstelik kurgularımı yazarken de oyun oynuyor hissiyle yazdığım için büyük keyif alıyor ve okura da aynı keyfi aktarabildiğimi düşünüyorum.
Ödül töreninde sonucu beklerken de benzer şeyler hissettim. Heyecan, merak, orada olmanın ve katkı sağlamanın getirdiği gurur ve tabii ki aynı işi yaptığım, sevdiğim yazar dostlarla birlikte olmanın verdiği keyif. Sonuç açıklandığında kimseyi yenmemiştim, tersi olsaydı da kimseye yenilmeyecektim. Zaten edebiyat, sinema, tiyatro gibi bu tarz sanatsal ödüllerde, en iyi diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Jürinin farklı insanlardan oluştuğu başka bir yarışmada farklı sonuçlar alınabiliyor. En iyi diye bir şey yok. İyiler var, daha iyi olmak için çaba göstermesi gerekenler var, bir de maalesef ne kadar çaba gösterirse göstersin bu işte iyi olamayacaklar var. Bu gerçeği de kabul etmek lazım. Ben uzun atlama yarışına girseydim en son kategoriye gireceğim kesin. Nihayetinde iyilerden olduğumu bilmek, işin erbapları tarafından böyle değerlendirilmek tabii ki büyük bir onur.
- “Hepimizin ortak bir özelliği var, polisiye yazarları olarak: görünmezlik. Bizler görünmez adamlar ya da görünmez kadınlarız…”
O gün, ödül töreninde kürsüye çıkıp hepimiz, tüm polisiye yazarları adına o etkileyici konuşmanı yaparken orada olabilmeyi gerçekten isterdim. Orada bulunamadım ancak konuşmanı sosyal medya hesabındaki paylaşımdan birkaç kez dinledim. Altına seve seve imzamızı atacağımız konuşmanda bahsettiğin bu görünmezlik lanetinin tek müsebbibi okurlar değil, değil mi? Neden görülmüyoruz sence?
Tabii ki bu durumun tek sorumlusu okurlar değil. Hatta okur, bu can sıkıcı gidişatın yazarlardan sonraki bir diğer mağduru. Çünkü bir iki yazarla sürüp giden polisiye edebiyatının farklı lezzetlerinden mahrum kalıyorlar.
İstisnalar hariç, genel okur kitlesinin ortak bir davranış şekli var. Bu hemen hemen tüm dünyada böyle. Sosyal medyada veya raflarda ilk önüne çıkana ilgi gösterir, kendine sürekli sunulana yönelir, herkes alıyorsa alır, herkes alınca çok satanlara yerleşen kitap daha çok satmaya devam eder. Bu, zincirleme reaksiyonu yürüten şey tipik tüketici davranışı aslında. Kitapların da meta haline geldiği bir dönemdeyiz ve işlerin böyle yürümesine üzülsem de şaşırmıyorum. Bilinçli tüketiciler, bilinçli okurlar olmadığımız sürece bu basit pazarlama stratejilerine kanmaya devam edeceğiz.
Ancak işin bundan sonrası ülkemiz ve polisiye edebiyatı özelinde ayrı bir sorun. Neden okurun önüne sadece iki, bilemedin üç yazarın kitapları çıkıyor? Dört demiyorum dikkat ettiysen. Rastgele bin okura dört polisiye yazarımızın ismini sor, ikiden sonrasını duymakta zorlanırsın.
Koskoca bir ülkeden sadece bir yazar çıkar mı, mümkün mü böyle bir şey? Yok mu başka iyi yazan? Sırf POYABİR üyesi yüz elli polisiye yazarı var. Benim altıncısını aldığım en iyi polisiye roman ödülünü almış beş harika yazar daha var. Kısaca iyi, hem de çok iyi polisiye yazarları var bu ülkede.
Peki, durum neden böyle? Çünkü bu iş, yayıneviyle başlayıp okurda son bulan bir zincir. Okur bu işin son halkası. İlk halkalarda başlıyor aksama. Yayınevi, yazarına sahip çıkmıyor, reklam, tanıtım, PR çalışması için yazarına bütçe ayırmıyor. İşin dağıtım ayağı apayrı bir dert. Her kitapçıda, her noktada yer almayan kitabı bulmak için okurun özel çaba göstermesi gerekiyor. Raflarda boy göstermekse başlı başına bir problem. Girmeyi başardığı kitapçıda rafların gerisine atılan kitap, görünmezliğine devam ediyor. Okur kitapçıya girdiğinde ön raflarda, çok satanlar kısmında gördüklerine yönelerek haliyle göremediklerini almıyor.
Bu bir kısır döngü. Hatalı iliklenen ilk düğmeyle başlayıp büyüyen bir yanlışlar silsilesi. İlk düğmeyi doğru ilikleyerek dur demek lazım bu yanlışa. Yayınevi elindeki yazarı tanımalı. Dünyadaki ve ülkedeki polisiye edebiyatını, okurun ilgi ve beğenisini takip etmeli. Güvendiği ve kitabını bastığı yazarı yalnız bırakmadan, diğer aşamaların düzgünce ilerlemesini sağlamalı. Yoksa bu tarz matbaadan hallice bir anlayışla tek yazarlı polisiye edebiyatımız can çekişmeye devam eder.
- Çok haklısın. Yurtdışında yazarlara araştırma, yerinde gözlem gibi imkânların sunulduğunu, yazım aşamasında bile masraflarına destek verildiğini, yazara özel ekiplerin kurulduğunu duyuyoruz. Ülkemizdeyse yayınevlerinden bu tarz destekler almak, olması zaruri destekleri bile alamadığımız düşünüldüğünde bir hayal olmaktan öteye geçemez. Hatta yayınevleri bizden reklam desteği talep eder hâle geldi. Biliyorsun, her şey aslında ekonomik güçle ve istikrarla ilgili. Çoğu yayınevi hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ne yazık ki…
Ödülle birlikte içinde bir kurdun yeniden harekete geçtiğinden eminim. Kıpır kıpırdır ve planlar yapmaya, denklemler kurmaya başlamıştır. Hatta seni geceleri uykundan ediyordur belki. Yeni kitap için aklında bir kurgu, taslak var mı? Yoksa o kurdu durdurup bir süre daha Baba’nın ve önceki kitaplarının okurla buluşmasının tadını çıkarmaya devam etmek niyetinde misin?
Ödülden aylar önce içimde bir kıpırdanma başlamıştı zaten Funda. Bu kez sebep 11 yaşındaki oğlum oldu. “Senin kitaplarını ne zaman okumaya başlayacağım baba?” diye sorduğu an çocuk kitabı yazmaya karar verdim. Şu sıralar son bölümler üzerinde çalışıyorum. Bittiğinde minik okurlarım olacağını bilmek çok heyecan verici. 10 yaş üzeri çocukların ve yetişkinlerin çok seveceklerine inandığım, yine gizem ve macera ağırlıklı bir hikâyeyle karşılarına çıkacağım günü iple çekiyorum.
- Bu çok heyecan verici bir haber. Çocuk okurlarımla bir araya gelmek, onların gözlerindeki ışıltıyı görmek beni inanılmaz keyiflendiriyor. Senin de bu hazzı tadacak olmana sevindim.
Son sorum tamamen şahsi meraktan… Kitaplarından biri beyaz perdeye aktarılacak olsaydı, hangisi olsun isterdin? Benim bir fikrim var ama önce senin cevabını duymak istedim.
Benim gönlümden geçen ilk isim Kâhin. Ancak oldukça uzun olduğundan diziye daha uygun olabilir diye düşünüyorum. Bu durumda film için Kuklacı da harika bir seçenek. Hatta usta senarist Ferhat Ergün aynı şekilde düşünüp Kuklacı’ya müthiş bir senaryo yazdı. Filme de dönüşür umarım.
- Tüm kitaplarını okuduğumdan hepsinin senaryoya dönüşebileceğine ben de inanıyorum ve benim de film için gönlümdeki kitap Kahin’di.
Umuyorum ki bizi asla kaleminin o büyüleyici ve sürükleyici tadından mahrum bırakmaz, ömrünce yazmaya devam edersin. Daha pek çok ödülü hak ettiğine ve gururla havaya kaldıracağına inanıyor, bir kez daha tebrik ediyorum.
Sevgili Günay, her zamanki gibi samimiyetle ilerleyen bu sohbet için Dedektif Dergi ve okurlarımız adına teşekkür ederim.
Bu güzel söyleşi için ben de Dedektif Dergi’ye ve sana çok teşekkür ederim. Tüm okurlarıma sevgi ve selamlar.