Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ATEŞ TANRIÇASI

Diğer Yazılar

FIRTINALI BİR GECE

PENCEREDEKİ KADIN

2020

Pandemi yasakları tüm dünyada hafifletilmiş, halk taşıdığı maskeleri derin bir uykudan uyanır gibi atmıştı. İki sene zarfında insanlık onca teknoloji ve bilime rağmen büyük kayıplar vermişti. Türkiye’de salgın insan hayatını sadece ölümlerle vurmamış, ekonomik olarak da çoğu ailenin ciğerlerine kadar işlemişti. Yokluk, sefalet ve işsizlik dört yanı sarmıştı.

Umut, ince parmaklarını klavyenin tuşlarında bir kuğu gibi yüzdürdü. Bu sefer ikna etmek için biraz nazlanması gerekecekti. Kaçan kovalanır…

Aşkım, beklemekten çok sıkıldım. Bazen sana değil aramızdaki mesafelere kızıyorum. Ben oraya geldiğimde ne kadar mutluyduk. O günlerin özlemiyle tutuşuyorum. Ben gelemiyorum, sen gelemiyorsun, o zaman bu ilişkiyi yürütmenin bir anlamı yok,” diyerek ellerini çekti klavyeden. Bilgisayarın sol üstündeki sarışın kırmızı yüzlü kadına tiksinerek baktı.   

Ne kadar bekleyeceğini kestiremiyordu. Bilgisayarın saati gece 03.44’ü gösterirken ellerini ensesinde birleştirdi, gözlerini kapadı. Karanlık bir girdabın içinde beyaz bir anıyı yakaladı eteklerinden. Babasının omuzlarında kollarını açmış kuşlara meydan okuyordu, şarkılar eşliğinde. “Daha hızlı baba, daha hızlı!” Gelen mesajın bip sesiyle girdiği anı çukurundan irkilerek çıktı. “Hay senin de, mesajının da gelmişini geçmişini…” Ekran parlamaya başladı.

Oh hayır aşkım, beni bırakma, senin gözlerine yakından bakamadıktan, ellerini tutamadıktan sonra nasıl yaşarım burada? Sen yat şimdi rahatça, ilk uçakta yer ayırtacağım. Bekle beni!” Bu mesajı gördükten sonra sakince gözlerini kapattı.

2027

Ilık bir haziran öğleniydi. Bu sene yaz Ankara’ya gelmemek için epeyce ayak diretiyordu. Gökyüzü bir açıp bir kapanarak insanların ruh hâliyle oynuyordu. Yağmur, yerdeki cesedi temizlemek için hafifçe çiselemeye başlamıştı. Güneş Komiser bir dizini yere koydu, cesede biraz acıma, biraz da tiksintiyle baktı. Meydanı yanık et kokusu sarmıştı, çöplerden kediler başlarını çıkarmış, kendilerine de bir şey düşer mi diye meraklı gözlerle olay yerine bakıyorlardı.

“Bu kaçıncı oldu Volkan?” diye sordu Komiser.

Volkan yerdeki cesedin kül hâline gelmiş artıklarına bakarken “Bu beşinci, Komiserim,” diye yanıtladı.

“Biliyorum, biliyorum da niçin bu insanlar aynı yerde, aynı saatlerde kendilerini yakıyorlar? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Böyle bir şey var mı dünya tarihinde?”

“Bilmiyorum efendim.”

“O zaman araştır bir zahmet. Adli Tıp’tan henüz bir şey çıkmadı mı?”

Volkan kafasını iki yana salladı. “Tam kırk gündür biri buraya geliyor, kendisini ateşe veriyor ve bizim Adli Tıpçılar bekliyor.”

Olay Yeri İnceleme gelince Güneş Komiser ve ekibi geri çekildi. Arkasından Adli Tıpçılar geldiler. Başlarını yine bezgin Doktor Muzaffer çekiyordu. Güneş Komiser içinden bir dolu küfretti. Muzaffer sanki içini okumuş gibi Güneş’e gözlerini delice dikti ve aynı ifadeyi Güneş Komiser’de de görünce, bakışlarını yanmış cesede çevirdi.  

Gününü Adliye ve Emniyet koridorlarında haber peşinde koşarak geçiren Rüzgâr olay yerine çoktan gelmiş, mucizevi fotoğraf makinesinin flaşlarını patlatarak ardı ardına fotoğraflar çekiyordu. Savcı bir eliyle Rüzgâr’a el kol işaretleri yaparken diğer eliyle telefonunu tutuyordu.

“Tamam, efendim, elbette efendim, elimizden geleni yapacağız efendim, biz de en kısa zamanda sonuçlandırmak istiyoruz.”

İyi günler dileyerek telefonu kapattı. Rüzgâr’a seslenerek “Bu telefonların suçlusu sensin, biliyorsun değil mi?” diye uyardı sitemkâr.

Rüzgâr, “Meslek sırrı sayın Savcım!” dedi, hafif alaycı bir ses tonuyla.

Savcı hırsla Güneş Komiser’e döndü. “Meslek sırrıymış! Polis telsizim var demiyor da… Yoksa aranızda bir köstebek mi var? Güneş Komiserim, neler oluyor burada? Bu kaçıncı kardeşim? Niye kimse bir şey konuşmuyor?”

Güneş Komiser başıyla Muzaffer’i işaret etti. “Elimizde dört ceset vardı, bununla beraber beş oldu fakat henüz Adli Tıp’tan bir sonuç çıkmadı Savcım…”

Savcı maktulü ceset torbasına tıkmaya çalışan ekibe tehditkâr bir tond “En kısa zamanda sonuçları Güneş Komiser’e ulaştırın. Artık sonuç almak istiyorum. Bu meydanda gördüğümüz son intihar olsun,” dedi. Bakışlarını Güneş Komiser’e çevirerek, “Senin elinde ne var?” diye sordu.

“MOBESE’lerden, diğer dükkânlardan, işyeri kameralarından bir şey çıkmıyor Savcım. MOBESE’ler intiharcı meydana gelene kadar çayır çimen gösteriyor, sonra kendisini yakmaya başlayınca onlar da çalışmaya başlıyor. Tek bu da değil, aynı zamanda sanki bütün dünyanın görmesi için Instagram’dan ve bağlı diğer uygulamalardan canlı yayına geçiliyor. Bir de orada bulunan bazı dengesizler, ellerinde telefon, ya canlı yayına geçiyorlar ya da selfie çekiyorlar böylece izlenme oranları tavan yapıyor…”

Savcı kısa bıyıklarını alt dişleriyle kemirmeye başlamıştı.

“Şimdi biz bunlara ne diyelim? Ne oluyor bu insanlara Güneş Komiserim? Bu nasıl bir yozlaşmadır, nasıl bir ahlak yapısına büründük biz?”

“Çok da emin olmamakla beraber, sanki bu insanlar intihara sürükleniyor gibi Savcım…”

“İyi de nasıl? Niye? Bul bana artık, yukarıdan büyük bir baskı var,” derken gözlerini Rüzgâr’a dikmişti.  

Güneş Komiser başını yere eğdi, içinden okkalı bir küfür de sayın Savcıya ve yukarıdakilere gitti. “Yahu insanlar acı çekerek kızarmış tavuk gibi canlarına kıyıyorlar! Bunun derdi yukarı olmuş, yukarının derdi ne bilinmez.”

Ekibi toplayıp Emniyet’e döndüklerinde saat 16.05’i gösteriyordu. Küçük kasvetli toplantı salonunda oval masanın başında on iki eleman oturmuştu. Güneş Komiser ayakta toplantıyı yönetmek için ilçe emniyet müdürünü bekliyordu. Beyaz tahtada maktullerin hem önceki halleri hem de yanmış görsellerinin altlarında da isimleri yazıyordu. LCD ekrandan bedenlere ait onlarca fotoğraf akıp gidiyordu.

Emniyet müdürü odaya sert bir giriş yaptı. İlk gözüne çarpan kapalı pencerelerin odayı iyice havasız bırakmasıydı. Yuvarlak küçük ağzını tam açacaktı ki Volkan leb demeden leblebiyi anlamış, üç camdan ikisini açarak ikindi güneşinin cılız ışıklarını içeriye almıştı bile.

“Elimizde ne var Komiserim?” der demez iri yarı bir polis memuru kapıyı tıklayıp içeriye girdi. Adli Tıp’tan getirdiği raporu masaya bıraktı. Volkan gelen raporun çoğaltılan nüshalarını masadakilere dağıttı.

“Bu rapora göre maktullerin kimlik bilgileri DNA’larıyla tutuyor.” Raporun sayfalarını çevirirken dikkatini çeken paragrafı arkadaşlarına işaret etti. “Üçüncü sayfanın son paragrafını okuyorum. Dört maktulün de kanlarında yüksek miktarda metamfetamin bulunmuş; sentetik uyuşturucu. Ayrıca bu kişilerin hepsinde, depresyon hastalarının kullandığı ilaçların içinde bol miktarda bulunan serotonine yüksek miktarda rastlanmış; mutluluk hormonu…”

Müdür avuçlarını ovalayarak söze girdi. “Yani o zaman bu arkadaşların hepsi bağımlı, depresif ve mutlu kişiler mi? Onun için mi Batıkent meydanında kendilerini yakıyorlar? İntihar deyip dosyayı kapatalım mı? Vallahi benim işime gelir. Başka bir müdür olsa inanın öyle yapardı. Ama bizim bir başkomiserimiz var, evlere şenlik! Bu işin içinde başka bir şey var diye tutturdu. Öyle değil mi Güneş Komiserim?”

Güneş Komiser onu duymamış gibi devam etti. “Müdürüm, ayrıca maktullerin kanında uyku ilacı yapımında kullanılan benzodiapezin maddesi de bulunmuş.”

Müdür kafasını iki elinin içine alarak “Elli küsur yaşındayım böyle bir vakaya tanık olmadım, insanların kanında alkol hariç her madde var.”

Güneş olaya hâkimiyetini sağlamak için “Müdürüm sizi anlıyorum, inanın ki ilk intiharda ben de sizin gibi düşündüm. Ta ki mobese kameralarının, maktulün oraya gelene kadar çayır çimen…” Ekipten Mete atıldı. “Hatta otlayan inekleri göstermesi…” deyince Güneş’in ve Müdürün sert gözleriyle karşılaşmamak için kafasını yere eğdi. Diğer elemanlar sırıtmamak için yanaklarını ısırıyorlardı.

Güneş devam etti. “Aynı zamanda internette canlı olarak yayınlanması da cabasıydı. Diğer maktullerde de aynı yöntem devam etti…”

“Yani ne diyorsun Komiserim, bir kırıcı, bir eczacı ve bir seri katille mi uğraşıyoruz?”

“Öyle gözüküyor, lakin intihara teşvik etmek, intihara hazırlamak da taksirle ya da kasten adam öldürmeye giriyor. Anlaşılan katilimizin elinden her iş geliyor veya ekip olarak çalışıyorlar.”

“Maktul kendini yakmaya başladığı anda kimin canlı yayına geçtiğini çözebilirsek, belki katile ya da ona yardımcı olan kişileri bulabiliriz,” dedi ekipten Semra.

Müdür atıldı. “Bu bilişimciler ne yapıyorlar kardeşim, çağırın oradan Emre Komiseri…”

Masanın arkalarında oturan Emre Komiser tiz bir sesle, “Ben buradayım Müdürüm,” dedi.

Müdür arka tarafa döndü. “E oğlum, madem buradasın, niye sesin çıkmıyor? Nedir durumlar anlat bakalım?”

“Bağlandığı sunucular sürekli değişiyor, biz birini kapatırken yenisi açılıyor. Açılan sunucular genelde yurtdışından oluyor. MOBESE’lere gelince Emniyet’in kameralarını kontrol eden bilgisayarlar her seferinde uzaktan kod yürütülerek ürün yazılımı savunmasız bırakılıyor.”

“O zaman yazılımı değiştirin…”

“Denedik Müdürüm, her seferinde yeni yazılım hackleniyor.”

Müdür salondan çıkınca tüm ekip bilgisayarların başında, o yangın günlerinin videolarını tekrar tekrar izlemeye başladı. On iki kişilik ekip ikişerli gruplara ayrıldı. Her ekip bir maktulü araştıracaktı. Sona kalan bilişim ekibi ise bilgisayardan bu kişilere ait uygulamaları inceleyecekti, son maktulün kimliği henüz belirlenememişti.

Güneş Komiser ilerleyen saate baktıktan sonra, ellerini çırptı. “Haydi, hanımlar beyler, bugünlük bu kadar yeter, yarın görüşürüz.”

***

Gök gri Clio’usuna bindi, ellerini direksiyona koydu, baba yadigârı arabası manueldi. Bu zamanda manuel araba bulmak Hint kumaşı bulmak gibi bir şeydi. Güneş’in kıymetlisi direksiyonu okşarcasına çevirdi.

Eve gitmek için ana yola yönelmişti ki aniden direksiyonu kırarak U dönüşü yaptı. Birkaç kilometre sonra Batıkent meydanında son maktulün yandığı yeri izlerken buldu kendini. Sarı şeritle çevrelenen bölümün ortasında yağmurdan silinmiş tebeşir izleri hâlâ belli belirsiz görülebiliyordu. Üç erkek iki kadın, ayın başından beri beş intihar. Peki, neden burası, bu meydanın özelliği neydi? Epey sonra bir kafeteryadan demli bir çay söyleyip kapı önündeki ahşap sandalyeye oturdu.  Çay getiren garson, “Bugün burada çok kötü şeyler oldu, kadının biri kendini yaktı,” diye söze girdi.

Güneş meraklı garsona şöyle bir baktıktan sonra “Kadını ilk ne zaman gördün?” diye sordu. Şimdiye kadar sorgulananlar arasında bu genci görmemişti.

“Abla ben akşamları geliyorum, internetten izledim diğerleri gibi…”

“Nasıl denk geliyorsun?”    

“Telefonuma ATEŞ TAN…” İçeriden gelen “Savaş, hemen buraya gel!” komutuyla cümlesi yarım kaldı. Güneş, “Emre komiserin dediği gibi,” diye düşündü.

Birkaç gün sonra İlçe Emniyet’in üçüncü katındaki ferah toplantı salonunda oturmuşlar, ellerindeki yeni bilgilerle karşılaştırma yapıyorlardı. Güneş Komiser toplanan bilgilerin ortak noktalarını belirtecekti. Müdür gelip oturunca toplantı başladı. Ölenlerin hiçbiri bağımlı değildi. İçlerinden sadece biri hayatının bir döneminde depresyon ilacı kullanmış ve ölmeden bir yıl önce de bırakmıştı. “İlk maktul Oğuz, içlerinde en genci, yirmi iki yaşında üniversite öğrencisi; ikinci maktul Recep, yirmi altı yaşında inşaat işçisi; üçüncü maktul otuz dört yaşında Berna, bir mağazada kasiyerlik yapıyormuş bekâr, annesiyle yaşıyormuş. Bir dönem depresyon ilacı kullanmış, sonraki yıllarda bırakmış. Dördüncü maktul Mert garsonmuş, kırk yaşında,  hatta meydandaki Ortam Lokantası’nda on iki yıldır çalışıyormuş ve beşinci maktulümüz Angela…” 

Kapı çalındı, evrak işlerine bakan iri memur elinde bir dosyayla salona girdi.

Müdür “Tam zamanında geldin,” diyerek ellerini ovuşturdu.

“Son maktulün kimlik bilgileri efendim,” dedi memur.

Güneş Komiser elindeki bilgileri gözden geçirirken ölen kadının Ankara’da yaşamadığını, nüfusa kayıtlı olduğu yeri okurken çok şaşırmıştı. “Adının Angela olduğu anlaşılan kadın, Kanada vatandaşıymış,” dedi salondakilere. “Angela Cage, daha dün İstanbul’dan Ankara’ya gece 02.00 uçağıyla inmiş.”

“Allah Allah!” diye söylendi Müdür.

Güneş devam etti. “İstanbul’a da üç gün önce gelmiş, bekâr bir anne, iki oğlu var.”

Ekiptekilerden Çınar, “Yani kendini yakmak için taa Kanada’dan buraya mı gelmiş?” dedi.

Salondaki herkes ölüm sessizliğine bürünmüştü. O sessizliği bölen yine Güneş Komiser oldu. “Angela ile ilgili daha fazla bilgiye ihtiyacımız var.”

Toplantı gece 23.00’e kadar sürdü. Toplantıdan çıkan herkes uykusuz, yorgun ve bitkindi. Müdür “Şimdi gidin dinlenin, sabah herkesi burada dinç olarak bekliyorum,” dedi.

***

Umut babasının arkasındaydı. Adam büyülenmiş gibi kendisini adım adım takip eden çocuğu görmüyordu. Uzun bir yürüyüşten sonra parkın birinde bulduğu banka çöken babası kendi kendine söyleniyor, el kol hareketleriyle yine kendisine hararetli bir şeyler anlatıyor kendini ikna etmeye çalışıyordu. Bu kavga kaç dakika, saat kaç sürmüştü bilmiyordu. Babası tekrar kalktığında o da ayaklandı. Batıkent meydanına vardıklarında babasının önceden çalıştığı kafeteryaya girdiğini gördü. Kısa bir beklemeden sonra adam çıktı, meydanın ortasına geldiğinde durdu, elinde tuttuğu bidonu başından aşağıya dökmeye başladı.  Umut bunun ne anlama geldiğini fark edene kadar o, çakmağı çakmıştı.

“Yapma baba! Hayır, baba yapma!” dediğinde çok geç kalmıştı.  Babasının gözbebeklerinde, kendisini alevler içinde yanarken buldu. Babasından daha fazla acıyordu her hücresi, lakin babası hiç acı çekmeden sadece evladına kilitlenmiş, ağlıyordu alevler içinde.   Her yer ateş, her yer yangındı. Etraftakiler babasını izlemek için toplanmıştı. Bazıları canlı yayın açmışlardı, bir çift ve bir genç selfie çekiyordu. Umut ise dizlerinin üstüne çökmüş, acıdan beslenenlerin resimlerini zihnine desen desen çizmişti.

***

Güneş Clio’suna bindiğinde gözünün önünde olup da neyi kaçırdığını düşünüyor, dilinin ucundaymış gibi bir türlü gelmeyen kelimeleri yerine oturtmaya çalışıyordu… Anahtarı çevirdi. Anahtar kelime neydi?

***

Umut artık sona gelmişti; polisin nefesini ensesinde hissediyordu. Onları uzaktan izlemişti. Güneş Komiser’in peşini bırakmayacağını, onun siciline ulaştığında anlamıştı. Zaten onun da umurunda değildi yakalanmak bugün her şey bitecekti. Küllerle örtülü korkularını ancak bu şekilde yenebilirdi.     

Babası yanarken selfie çeken çifti bulmuştu. Adam salgında hayatını kaybetmişti. Kadınsa tek çocuğuyla yaşam mücadelesi veriyordu. Kadınla parkta tanışmışlar, abla kardeş olmuşlardı. Arada sırada oturup dertleşiyor, birer bardak çay içiyorlardı. O gün sabah Umut, abla dediği Gözde’ye mesaj atmış, “Çok hastayım,” demişti. Kadın ısrarla konum istemişti. Dudaklarında şizofrenik bir gülümsemeyle konumu göndermişti. Kadın kapıyı çalmış, ses gelmeyince içeri girmişti. Üçlü koltukta yatan Umut’un yanına vardığında hızla yerinden doğrulan Umut, elinde tuttuğu şırıngayı kadının kalçasına batırdı.

Yarı baygın haldeki kadına 1000 mg’lık serotonini kolundan zerk etti. Bu, bir insanı delirtmeye yetecek kadar çoktu. Kadını doğrulttu, gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı: “Şimdi derin bir uykudasın, senden 2020 yılının 23 Haziran gününe gitmeni istiyorum, Batıkent meydanına. Ne görüyorsun?”

“Seyran kafeteryasındayız, kahvaltı ediyoruz, meydanın ortasına elinde bidonla bir adam geldi. Hayır, o da nesi! Adam başından aşağı benzin döküyor, aman Allah’ım yanıyor! İbrahim bir şeyler yap! İbrahim ne selfiesi, İbrahim kendine gel, adam yanıyor!”

Umut duyduklarına inanamıyordu, demek ki kadın istememişti. “Abla,” dedi Umut. “Bir oğlun var ya hani, o da seni anacak benim gibi.” Derken o küçük çocuk canlandı gözünde. Babası zaten ölmüştü, şimdi annesiz de kalacaktı, onu omuzlarında taşıyacak hiç kimsesi olmayacaktı.

Umut birden, anı çukurunda buldu kendini. Beyaz pelerinli çocuk, yumruk yapmış bir Süpermen edasıyla kötüleri kovalıyordu, dilinde kahramanıyla alakasız bir mani “Leylek leylek havada,  yumurtası tavada ha ha ha…”

Gerçekliğe geri döndüğünde, Gözde hâlâ bön bön bakıyordu, dudaklarındaki gülümsemeyi silmek istediği besbelliydi. “Abla, üçe kadar saydıktan sonra uyanacaksın. Seninle beraber gideceğimiz yerde yanında duran kırmızı bidonu alacaksın ve tıpkı meydanda şahit olduğun o adam gibi kendini yakacaksın.”

***

Güneş eve vardığında saat gece yarısını geçmişti, üstünü bile çıkarmadan kendini yüzüstü yatağa attı. Aklında elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçalamak, hatta sıcak bir duş alıp o cesetlerin kömüre dönmüş bedenlerinden kurtulup, ölüm kokan yanık küllerini aklından temizlemek vardı; bunların hiç birisini yapmadı. Yüzü yastığa yapıştıkça nefes almakta zorlanıyordu, kalbi sıkıştı ve dudaklarından “Angela” ismi döküldü.  Aklını kurcalayan anahtar kelime. İşte bu! “Angela.”

Yataktan hızlıca kalktı, masanın üstüne attığı dosya yığınından Angela’ya ait olan dosyayı çekti aldı. Angela, Türkiye’ye daha önce 2020 Haziran ayında gelmişti. 

Bilgisayarın başına oturdu, bir eline de telefonu aldı. Komiser Emre telefonu açtığında sesi uykulu geliyordu.

“Bana Angela’nın sosyal medyalarına girebileceğini söyle.”

“Tabii Güneş Komiserim, yalnız hatırlatmak isterim saat gece bir çeyrek…”

“Emre söylenme, benim bilgisayara da bağlan, görmek istiyorum sosyal medyasını…”

Emre bilgisayara bağlandıktan sonra birkaç tuşa basıp hesabı kilitli olan Angela’nın Facebook’una girdi.

Güneş heyecanla, “2020 yılını bul bana, o döneme ait resim, video, ne varsa özellikle Türkiye’de bulunduğu haziran ayında,” dedi.

Emre hesapta dolaştı 28 Haziran’a geldiğinde konum olarak Ankara Batıkent Meydanı gözüküyordu. İşte orada,  Angela’nın o günkü fotoğrafları videoları açılmıştı. 

“Ne bu Emre? Aç çabuk şu videoyu.”  Videoda bir adam kendine benzin döküyor, arkasından çakmağı çakmasıyla alev alıyordu. Yerde dizlerinin üstüne çökmüş, on yedi on sekiz yaşlarındaki kız çocuğu çığlık çığlığa ağlıyordu. Adam yerde sessizce çırpınırken, kamera kıza odaklanmıştı,  kızın ağlaması kesilmiş, deli bir gülüşle etrafındakileri izlemeye başlamıştı.

Güneş’in tüyleri diken diken oldu. “Emre orada bulunanların hepsini araştır, kimler o zaman bu intiharı arşivlemiş, kim selfie çekmiş, kim canlı yayın açmışsa onları bul ve benimle Emniyet’te buluş…” Videoya tekrar baktı. 28 Haziran 2020. Saatinin takvimine göz attı. 28 Haziran 2027…

***

Emniyet’e vardığında yolda aradığı Volkan onu bekliyordu. “Kimmiş?” diye sordu. İstifini hiç bozmayan Volkan rahatsız koltuğa biraz daha yerleşti. Güneş ellerini masaya dayamış bilgisayarın neler döktüreceğini merakla bekliyordu.

“28 Haziran 2020’de Batıkent meydanında kendini yakarak hayatına son veren Bayram Sağır, evli üç çocuk babasıymış. Pandemide işsiz kalmış, tek çareyi de kendini öldürmekte bulmuş. Videoda gördüğümüz kız çocuğu, evin en büyük çocuğu Umut Ayşe Sağır. Bologna Üniversitesi Psikoloji Bölümünü burslu olarak bitirmiş. Hipnotizma biliminde tezini yazmış ve bu yaşta birkaç makalesi yayımlanmış. Aynı zamanda bilgisayar yazılımları programını yine aynı üniversitenin Bilgisayar Teknolojileri Bölümünde kursiyer olarak bitirip sertifika almış.” Volkan’ın ağzı şaşkınlıktan bir karış açılmıştı.

“Vay be! Sen neymişsin!” Güneş onun ağzını kapatmasına yardımcı olmak için omzunu dürttü. O arada içeriye Emre Komiser girdi, elinde pek de kalın olmayan bir dosya vardı.

“Güneş Komiserim, dediğiniz gibi kurbanlarımızın hepsi oradaymış, o intiharı çekip sosyal medyada paylaşan insanlarmış.”

Güneş heyecanla ve biraz da korkarak sordu. “Sormaya korkuyorum, kalan var mı?” Emre Komiser elindeki dosyanın sayfalarını hızlıca çevirdi. Sayfada takılı kalan gözlerini hiç çekmeden kısık sesle, “Gözde Arabacı ve eşi İbrahim Arabacı. Yalnız İbrahim Bey üç sene önce bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş.”

“Peki, Gözde Hanım nerede?”

“Adresini buldum, kayınvalidesiyle Eryaman’da yaşıyormuş.”

“Haydi, gidelim o zaman…”

***

Yolda ilerlerken gün ağarıyordu. Gözde’nin üstüne kayıtlı telefon cevap vermiyordu. Emre çoktan yer bildirimi için telefon numarasını bilişime vermişti, sonuç çıkardı az sonra. Ama Umut Ayşe’nin bunu düşüneceğine yüzde yüz emindi. Gözde’nin kayınvalidesine telefonla ulaşamamışlardı. İlçe Emniyet Müdürünün de içinde bulunduğu bir başka ekip Umut Ayşe Sağır’ın evine doğru yola çıkmıştı.

***

Alacakaranlıktı. Evden çıktıklarında yağmur atıştırmaya başlamıştı.  Atlantis AVM’nin önünde durduklarında özel güvenlik onları karşılamıştı. Personel girişini açtı, Umut’a hasretle sarıldıktan sonra sırtını sıvazladı.

“Bu son mu?” Umut başını salladı. “Son amca.” Güvenlik, Gözde’ye baktı. Hipnotize mi olmuştu, efsunlanmış mıydı, bunun için kafasını yormayacaktı. Gözde gülümseyerek kapıdan girdi, merdivenleri tırmanmaya başladı. Dünya dönüyordu, zihni karman çormandı.  Ateş Tanrıçasının bir neferiydi o.  

Umut meydanın polisler tarafından kapatılacağını öngörmüş, bu yüzden planında değişiklik yapmıştı. Şu anda polisler evini dağıtıyorlardı, ilaçları bulmuşlardı, bilgisayar bağlantılarını çözmüşlerdi ve her yerde Umut’u arıyorlardı. Telsizden Güneş Komiser’i dinledi.

Güneş Komiser, Umut’un evinde aradığını bulamayacağını biliyordu. Telsize sarıldı. “Bütün birimler, dikkat! Batıkent meydanına çıkan tüm yollar kapatılsın,  hiç kimse meydana girmeyecek ve çıkmayacak, ne araç ne de bir insan.”

Saat 10.00’u geçiyordu. Saatlerdir bekliyorlardı, ne gelen vardı ne de geçen. Umut ne planlıyordu bir bilebilse, onun zihnini okuyabilse, ne güzel olurdu. Adli Tıp’tan aldıkları bilgiler doğrultusunda psikopat ya da sosyopat olma ihtimali çok yüksekti. Belki sadece canı yanan küçük bir kız çocuğu idi.

Yağmur şiddetini artırmıştı. Gökyüzü çıldırmış gibi gürleyip etrafa şimşekler yağdırıyordu. Umut kulaklarını kapattı, başını dizlerine gömdü. Karşısında dizlerini karnına çekmiş sırıtarak oturan Gözde’ye baktı. Uzun uzun Anka kuşunun o muhteşem dönüşümünü düşündü.  Birden doğruldu, vakti azalan bir kelebek gibi sabırsızca sordu.

“Az önce sana söylediklerimi hatırlıyorsun, değil mi? Ben saydıktan hemen sonra uyanacaksın. BİR… İKİ… ÜÇ…!”

Kalktı, başından aşağıya benzini döktü.

Ne MOBESE’ler ne kameralar kesilmişti, ne selfie çeken vardı ne canlı yayın açan. Atlantis’in terasından meydanın ortasına şimşeklerle beraber bir ateş kütlesi düştü.

O anda meydandaki bütün tabelalarda ve dev ekranlarda bir cümle belirdi.

Güneş Komiser yere düşene kadar yarı yanmış maktulün yanına gitti. Çok geçti, kurtaramamışlardı.

Polisler koşarak AVM’ye girdiler, Gözde omuzlarında bir battaniye ve elinde oğlunun resmiyle merdivenlerin başında oturmuş, gülümseyerek polisleri karşılıyordu.

Güneş Komiser, bir maktule bir de dev ekrandaki yazıya baktı.

Kahraman babama yakışır bir evlat oldum. O Ateş Tanrısı  Hephaistos’du, ben de Ateş Tanrıçası Hestia…”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar