“Şeker?” diye sordu. Avucunun içindeki pembe hapları gösterdi sırıtarak. Kuruyla aram iyiydi ama bu haplardan sonra kendimi başka biri olarak buluyordum hep. Bana yaramıyordu. “Yok,” dedi. “Bunlar yeni. Nirvana’ya bilet garantili. Maksat gecemiz daha da güzelleşsin.” Başımı salladım. “İyi madem,” dedim. “Ver.”
Balkonda oturuyorduk. En son kanepeye geçtik. Televizyon açık. Uzak denizlerle, deniz canlılarıyla ilgili bir belgesel vardı ekranda. Balinalar en büyük beyinli hayvan, yunuslar da en zekileriymiş. Saat hızlı yürüdü. Bir hap daha yuvarladım ben.
Biralar tükenince, “N’apalım?” dedi. Daha yeni sevişmiştik. Sigaramız da yoktu. Hap ancak ikinciden sonra nabzımla oynamaya başlamıştı. “Ben gider alırım,” dedim. “Sigara da al.” Bir tane yetmişti ona. Şimdiden zirvedeydi. Uzandığı kanepeden eliyle cüzdanını gösterdi şekerli nefesiyle. Gösterdiği yer kapıydı ama ben anladım. Televizyonun üstündeydi cüzdan. Benim maaş suyunu çekeli çok oluyordu. Babasından kalma dairelerin kiralarını çekmiş dün. Kabarıktı cüzdan epey. Normalde çoğunu para biriktirdiği ayrı bir hesaba yatırırdı. Bankamatik kartını bulamamış. Hesaptan hesaba yapmak da gelmemiş aklına o an. Kafa dumanlıymış bence. Çok aramadım. Kanepenin altına düşmüş kart. Ne zaman, nasıl girdi oraya kim bilir. Cüzdanın içinden beş on tane mor banknotu cebime attım. Dövizlere dokunmadım. Gece gece kim uğraşacak. “Gelirim ben birazdan. Geç kalmam. Uyuma.” Lekeli elini kaldırdı, zafer işareti yaptı yayıldığı yerden. Kalın bir kahkaha attı. Göz bebekleri kocaman olmuş. Gece lambasının aydınlığında bir çift soluk karanlık. Evin anahtarını aldım gene de yanıma, her ihtimale karşı.
Asansörü beklerken bir anda çişim geldi. Biralar mesanemi şişirmiş olmalı. Çok sıkıştım. Asansöre yapacaktım ama önceden vukuatlıyız; doğrudan bizden bilirlerdi. Geçen sefer imzaları zar zor geri aldırmıştım. Donunu sıyırıp asansörün içine çökmüş, şırıl şırıl işemişti. O kafayla asansör kameraları aklımıza gelmedi tabii. Ne gülmüştük ama.
On yedi katı indiğimde gördüğüm ilk duvar dibine işedim. Yeniden doğmuş gibi rahatladım. Yokuş aşağı yürüdüm. Kanımdakiler sevişmeye başlamıştı. Boğuk bir aydınlık vardı aydan yansıyan.
Etrafta açık büfe bakınırken geçtiğim ara sokaklardan birinde onu gördüm. Midemden yukarıya bir boşluk. Kelebekler, kuşlar ağzımdan çıkacak. Yalpalayarak yaklaştım. “Sen,” dedim. “Ne arıyorsun burada? Gecenin bu vakti?”
Eliyle yüz işareti yaptı. Sırıtıyordu. Saçları kıvır kıvır. Gözlerinin altındaki şişleri gizlemek için boyayı boca etmiş suratına. Ağzında sakız. Cak cak çiğniyor. Cüzdanını mı unutmuş evde? Elimi cebime atıp bir tane iki yüzlük çıkardım. Kolumdan tuttu, iki apartmanın arasındaki çöp atılan boşluğa çekti beni.
Önümde eğilip pantolonumu çözdü aceleyle, işe koyuldu. Hâlâ şaşkındım. Onu bunca zaman sonra burada görmek, iki lafın belini kırarız diye düşünürken hiç konuşmadan olaya girmesi epey sarstı beni. Islak ağzına, hiç durmayan diline dayanamadım. Ben sarsılırken öğürdü. Geriye itti elleriyle. Kafamı vurdum arkamdaki duvara. Küfretti tükürürken. Görmeyeli ağzı da bozulmuş.
“Küfretme,” dedim. “Hele ölmüş anama.” Devam ediyordu küfretmeye. Dalga geçer gibi bakıyordu bir yandan da suratıma. Bir sigara çıkarıp yaktı. “Sana anlatacaklarım var,” dedim kafamı ovalarken. “Bekle burada. Hemen geleceğim. Birlikte bana gideriz.”
Ara sokaklardan dolanıp büfeyi buldum. Sigara, bira, iki şişe de şarap aldım. Paramın yettiğince doldurdum poşeti. Ne menem şekermiş, terliyorum, üşüyorum ama en önemlisi her şey, etrafımdaki herkes çift artık. Yollar, binalar, arabalar. Gülmeye başladım. Boş karanlık sokaklarda kahkahalar atıyordum. Niye güldüğümü bilmiyor, engel de olamıyordum kendime. Sokak kedileri korkup arabaların altına kaçıştılar.
Aklıma o geldi. Unutmuştum. Hangi sokaktaydı acaba? Beni bekliyordu. Bekle demiştim. Bulmam lazımdı. Yalan yanlış girdiğim üçüncü sokakta gördüm onları. Yollar, sokaklar birbirine çatallanıp duruyordu. Yan yana iki taneydiler. Aynı köşe başında birileriyle konuşuyorlardı. Onları da çekiştirdiler kollarından. Benim gibi iki apartman arasındaki boşluğa girdiler. Hep şekerden, diye düşündüm. Hayal görüyorum. Tökezleyince durdum, yaslandım apartmanın birinin duvarına.
İki dakika geçmeden küfürleşmeler başladı. Ana avrat dümdüz gidiyorlardı. Sonra yan yana duran iki adam silahlarını çıkardı, yan yana duran iki kadının kafalarına birer el ateş etti. Etraflarına bakındılar, kimse yok. Benim olduğum tarafa doğru koşmaya başladılar karanlık sokakta. Beni mi gördüler? Nasıl fark ettiler acaba? Karanlıktaydım.
Aha şimdi sıçtık, dedim. Beni de öldürecek bunlar. Bana doğru koşuyorlardı hâlâ. Döndüm, ben de koşmaya başladım. Arada bir tökezliyor, yere kapaklanıyor, karşıma çıkan iki yoldan hangisini seçmem gerektiğini düşünüp koşmaya devam ediyordum. Ayak sesleri çoğalıyor, azalıyor, çoğalıyor, azalıyor. Titriyor etrafımdaki her şey. Bütün evler. Ağaçlar. Arabalar. Siren sesleri doluyor kulağıma. Yükselip alçalıyor. Sesler birbirine karışıyor. Ayak sesleri, araba sesleri, siren sesleri, kahkahalar… Aşure oldu kafamın içinde. Kafam büyüyor. Kafam kocaman oluyor. Kafamı taşımakta zorlanıyorum. Patlayacak sanki. Dişlerim birbirine geçmiş. Gıcırdıyor. Takırdıyor.
Koşmaya devam ediyorum ya da koştuğumu zannediyorum. Böyle böyle sahile kadar inmişim. Nefesimin tükendiğini hissettiğim an bıraktım kendimi parktaki yeşilliğin üstüne. Elimdeki poşetin içinde şarap şişesinin biri kırılmış, yırtılmış poşetten akıp gitmiş. Elimi de kesmişim. Canım acımasa da kan vardı. Etraftaki binaların yüzü uzayıp kısalıyor. Parmaklarım gevşiyor, ayaklarım gevşiyor, vücudum gevşiyor.
Gözümü açtığımda güneş ortadaydı. Kalktım. Elimdeki poşeti ben uyurken boşaltmış olmalılar. Cüzdan da yerinde yok. Sigara paketinin birini cebime atmıştım neyse ki. Dokunmamışlar. Çıkarıp bir sigara yaktım. Kafam zonklasa da yerindeydi. Parkta kimse yoktu. Günlerden pazar olduğu aklıma geldi. Gün insanlar için yeni başlıyordu.
Geldiğim yoldan ağır ağır döndüm. Sokağın birinde sarı şerit çekilmiş. Polis arabalarının ışıkları yanıp sönüyor. Ambulans sesi duydum uzaktan. Kaza falan mı vardı acaba? Usulca yaklaştım yanlarına. Kalabalık konuşuyordu kendi aralarında. Bir hayat kadınını tek kurşunla öldürmüşler. Silahı da hemen yanındaki çöpte bulmuşlar.
“Namus cinayetidir,” dedi birisi. “Parada anlaşamamıştır,” dedi diğeri. “Ben gördüm katili,” dedi elinde bastonuyla yaşlıca bir adam. “Ben sokağın köşesindeydim, adam bir arabadan indi, kadın adamı görünce kaçmak istedi ama fırsat bulamadı. Tak. Aynı hızla kaçtı gitti. Araç manda kasa Mercedeslerdendi. Plakası yoktu,” diye de tamamladı. “Yazık,” diye hayıflandı yanındaki. “Bu pisliklerden temizleyemedik mahalleyi, başımıza taş yağacak taş,” diye söyleniyordu iki apartman arasındaki boşlukta iki seksen yatan ölü kadının gazete kâğıtlarının kapatamadığı çıplak bacaklarına şehvetli gözlerle bakıp sakalını sıvazlayan cüppeli. O çevrede yaşamadığına yemin edebilirdim adamın. Polisler başındaki gazeteyi kaldırıp bakarken ben de göz ucuyla baktım kadına. Tanıdık gelmedi siması. Yeni olmalıydı buralarda. Mermi kafasının bir tarafından girmiş, öbür tarafından çıkmış.
Yürüyüp geçtim. Tam binaya girerken aklıma silahım geldi. Gece tekinsiz diye yanıma almıştım. Düşürmüş olmalıyım. Ya da ben sızdığımda onu da almışlar. Bu kaçıncı, diye söylendim. Başıma iş alacağım bu gidişle. Anahtarı açıp içeri girdim. Hâlâ uyuyordu. Top atsan duymaz. Üzerimdekileri çıkarıp duşa girerken “Kalk,” dedim. “Aşağıdaki sokakta zavallı kadının birini öldürmüşler dün gece.”