Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

SİYAH EL

Diğer Yazılar

Yazan: Arthur B. Reeve

Çeviren: Bünyamin Tan


Kennedy ve ben bir akşam geç saatlerde aşağı Batı Yakası’ndaki küçük bir İtalyan restoranı olan Luigi’nin Yeri’nde yemek yiyorduk. Burayı öğrencilik yıllarımızdan iyi bilirdik ve o zamandan beri de uzun spagetti çubuklarını incelikle yeme sanatını unutmamak için ayda bir kez gitmeye özen gösterirdik. Bu nedenle işletme sahibinin bizi selamlamak için masamızı ziyaret etmesini garipsemedik. Luigi, çoğunluğu İtalyan olan diğer müşterilere kaçamak bir bakış attıktan sonra eğildi ve Kennedy’ye fısıldadı:

“Harika dedektiflik çalışmalarınızı duydum, Profesör. Bir arkadaşımın davasıyla ilgili küçük bir tavsiyede bulunabilir misiniz?”

“Elbette, Luigi. Dava nedir?” diye sordu Craig, sandalyesinde geriye yaslanarak.

Luigi yine endişeyle etrafına bakındı ve sesini alçalttı. “O kadar yüksek sesle değil, efendim. Hesabınızı ödedikten sonra dışarı çıkın, Washington Meydanı’nda dolaşın ve özel girişten içeri girin. Ben salonda bekliyor olacağım. Arkadaşım üst katta tek başına yemek yiyor.”

Chianti şaraplarımızla bir süre oyalandıktan sonra sessizce hesabı ödeyip ayrıldık.

Sözüne sadık kalan Luigi karanlık salonda bizi bekliyordu. Sessizliği işaret eden bir hareketle bizi merdivenlerden ikinci kata çıkardı ve büyükçe bir yemek odasına açılan kapıyı çabucak açtı. Bir adam etrafta sinirli sinirli volta atıyordu. Masanın üzerinde hiç dokunulmamış yiyecekler duruyordu. Kapı açıldığında adamın korkuyla irkildiğini ve karanlık yüzünün bir anlığına da olsa beyazladığını düşündüm. Gennaro’yu, sadece sözle tanımanın bile ünlü olmak anlamına geldiği büyük tenoru karşımızda gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı hayal edin.

“Ah, sensin Luigi!” diye haykırdı mükemmel İngilizcesiyle, tok ve yumuşak bir sesle. “Peki, bu beyler kim?”

Luigi yine İngilizce olarak “Arkadaşlar,” demekle yetindi ve ardından İtalyanca, alçak sesle bir açıklamaya girişti.

Beklerken Kennedy’nin aklından da benimkiyle aynı düşüncenin geçtiğini görebiliyordum. Gazeteler Gennaro’nun tek çocuğu olan beş yaşındaki kızı Adelina’nın garip bir şekilde kaçırıldığını ve on bin dolar fidye istendiğini yazalı üç ya da dört gün olmuştu.

Sinyor Gennaro, tanışma faslı biter bitmez Luigi’yle yaptığı kısa konuşmanın ardından bize doğru ilerlerken, Kennedy onun ne söyleyeceğini tahmin ederek şöyle dedi: “Siz sormadan ben anladım Sinyor. Gazetelerde her şeyi okudum. Küçük kızınızı ellerinde tutan suçluları yakalamanıza yardım edecek birini istiyorsunuz.”

“Hayır, hayır!” diye heyecanla haykırdı Gennaro. “Öyle değil. Öncelikle kızıma kavuşmak istiyorum. Ondan sonra, eğer yapabilirseniz onları yakalayın; evet, bunu birinin yapmasını isterim. Ama lütfen önce bunu okuyun ve bana ne düşündüğünüzü söyleyin. Küçük Adelina’mı saçının teline bile zarar gelmeden geri almak için nasıl davranmalıyım?” Ünlü şarkıcı geniş cüzdanından ucuz bir kâğıda karalanmış, kirli, buruşuk bir mektup çıkardı.

Kennedy mektubu çabucak tercüme etti. Mektupta şöyle yazıyordu:

Saygıdeğer efendim: Kızınız emin ellerde. Ancak, azizler adına, bu mektubu da diğerine yaptığınız gibi polise verirseniz, sadece o değil aileniz de size yakın biri de acı çekecek. Çarşamba günkü gibi başarısız olmayacağız. Eğer kızınızı geri istiyorsanız, cumartesi gecesi saat on ikide Enrico Albano’nun yerine tek başınıza ve kimseye bir şey söylemeden gidin. 10 bin dolarlık nakit parayı cumartesi günkü Il Progresso Italiano gazetesinin içine gizleyin. Arka odada bir masada tek başına oturan bir adam göreceksiniz. Ceketinde kırmızı bir çiçek olacak. “İyi opera ‘I Pagliacci’dir.” diyeceksiniz. “Gennaro olmadan olmaz” diye cevap verirse, gazeteyi masanın üzerine koyun. Kendi gazetesi olan Bolletino’yu bırakarak onu alacaktır. Üçüncü sayfada kızınızın sizi beklemek üzere bırakıldığı yerin yazılı olduğunu göreceksiniz. Hemen gidin ve onu alın. Ama Tanrı aşkına, Enrico’nun evinin yakınlarında polisin gölgesini bile görürsek, kızınız o gece size bir kutuda gönderilecektir. Gelmekten korkmayın. Siz sözünüze sadık olursanız biz de sadık olacağımıza söz veriyoruz. Bu son uyarıdır. Unutmamanız için yarın gücümüzün bir başka işaretini göstereceğiz.

La Mano Nera

Bu mektubun sonu bir kafatası ve çapraz kemiklerle, kanayan bir kalbe saplanmış kaba bir hançer çizimiyle, bir tabutla ve hepsinin altında kocaman siyah bir elle süslenmişti. Mektubun türü hakkında hiç şüphe yoktu. Son yıllarda tüm büyük şehirlerimizde giderek yaygınlaşan türdendi.

“Sanırım bunu polise göstermediniz?” diye sordu Kennedy.

“Doğal olarak göstermedim.”

“Cumartesi gecesi gidecek misiniz?”

“Ne gitmeye cesaretim var ne de uzak durmaya,” diye cevap verdi. Sezonda elli bin dolar kazanan tenorun sesi, haftada beş dolar kazanan bir babanınki kadar insaniydi, çünkü üst sınıftan ya da alt sınıftan tüm insanlar özünde birdir.

Çarşamba günkü gibi başarısız olmayacağız,” diye tekrar okudu Craig. “Bu ne anlama geliyor?”

Gennaro tekrar cüzdanını karıştırdı ve sonunda daktiloyla yazılmış, Leslie Laboratories Incorporated şirketinin antetli kâğıdını taşıyan bir mektup çıkardı.

“İlk tehdidi aldıktan sonra,” diye açıkladı Gennaro. “Karım ve ben oteldeki dairemizden çıkıp babasının, Beşinci Cadde’de yaşayan bankacı Cesare’nin evine gittik. Mektubu İtalyan polisine verdim. Ertesi sabah kayınpederimin uşağı sütte bir tuhaflık olduğunu fark etti. Birazcık diline değdirdi ve o zamandan beri ağır şekilde hasta. Sütü analiz ettirmek için hemen arkadaşım Doktor Leslie’nin laboratuvarına gönderdim. Bu mektup ev halkının neden kurtulduğunu gösteriyor.”

“Sevgili Gennaro,” diye okudu Kennedy. “Ayın 10’unda incelenmek üzere bize gönderilen süt dikkatle analiz edildi ve sonucu size bu mektupla iletiyorum:

Özgül ağırlık 15 santigrat derecede 1.036.

Su yüzde 84,60

Kazein yüzde 3,49

Albümin yüzde .56

Globulin yüzde 1.32

Laktoz yüzde 5.08

Kül yüzde .72

Yağ yüzde 3.42

Ricinus yüzde 1.19

“Ricinus, hint yağı fasulyesinin kabuğundan elde edilen yeni ve az bilinen bir zehirdir. Profesör Ehrlich, bir gram saf zehirin 1.500.000 kobayı öldüreceğini belirtmektedir. Ricinus son zamanlarda Rostocklu Profesör Robert tarafından arıtılmıştır, saf olmayan hâli dışında nadiren bulunur, ancak yine de çok ölümcüldür. Striknin, prusik asit ve yaygın olarak bilinen diğer ilaçları geride bırakır. Kurtulduğunuz için sizi ve arkadaşlarınızı kutluyorum ve elbette hayatınıza yönelik bu girişimi gizli tutma konusundaki isteklerinize kesinlikle saygı duyacağım. İnanın bana.

“Saygılarımla,

“C. W. Leslie.”

Kennedy mektubu geri verirken anlamlı bir şekilde şöyle dedi: “Davanızda polisin rol almasını neden istemediğinizi çok iyi anlayabiliyorum. Olay, sıradan polis yöntemlerinin çok ötesinde.”

“Yarın da bir başka güç gösterisinde bulunacaklarmış,” diye homurdandı Gennaro, tadına bakmadığı yemeğinin önündeki sandalyeye çökerek.

“Otelinizden ayrıldığınızı mı söylediniz?” diye sordu Kennedy.

“Evet. Karım banker olan babasının evinde daha güvende olacağımız konusunda ısrar etti. Ama zehirleme girişiminden beri orada bile korkuyoruz. Bu yüzden gizlice buraya, bizim için yemek hazırlayan eski dostum Luigi’ye geldim. Birkaç dakika içinde Cesare’nin otomobillerinden biri burada olacak ve ben hiçbir masraftan ya da zahmetten kaçınmadan ona yemek götüreceğim. Karımın kalbi kırık. Küçük Adelina’mıza bir şey olursa bu onu öldürür Profesör Kennedy.”

“Ah, efendim, ben fakir biri değilim. Benden istedikleri para, ancak operadan kazandığım bir aylık kazanç. Eğer isterlerse, yönetmen Sinyor Cassinelli’yle olan kontratımın tamamı olan on bin doları seve seve veririm. Ama polisler kötüleri yakalamak için varlar. Onları yakalarlarsa ve küçük Adelina’m bana ölü olarak geri dönerse bunun bana ne faydası olacak? Bir Anglosakson için adaletten ve yasalardan bahsetmek çok güzel, ama ben –nasıl diyorsunuz– duygusal bir Latin’im. Ne pahasına olursa olsun küçük kızımı istiyorum. Kötüleri isterseniz daha sonra yakalayın, evet. Bana bir daha şantaj yapamasınlar diye iki katını öderim. Ama öncelikle kızımı geri istiyorum.”

“Peki ya kayınpederiniz?”

“Kayınpederim, sizden biri olacak kadar uzun süredir aranızda. Onlarla savaştı. Bankasına ‘Tehditle para ödenmez’ diye bir tabela astı. Ama ben bunun aptalca olduğunu düşünüyorum. Amerika’yı elbette onun kadar iyi tanımıyorum ama şunu biliyorum: Polis hiçbir zaman başarılı olamaz; fidye onların bilgisi dışında ödenir ve çoğu zaman övgüyü onlar toplar. Ben diyorum ki, önce ödeyelim, sonra intikamımızı alalım. O köpekleri daha aldıkları para ceplerindeyken adalete teslim edeceğim. Sadece bana söyleyin, nasıl yapacağımı söyleyin.”

“Her şeyden önce,” diye yanıtladı Kennedy. “Sizden arkadaşça bir soruya dürüstçe, çekincesiz yanıt vermenizi istiyorum. Ben sizin dostunuzum, bana güvenin. Sizin, eşinizin ya da kayınpederinizin akrabası veya tanıdığı olan ve sizden bu şekilde para sızdırabileceğinden şüphelendiğiniz herhangi bir kişi var mı? Bölge savcılığının Siyah El olarak adlandırdığı bu vakaların çoğundaki deneyimin bu olduğunu söylememe gerek yok sanırım.”

“Hayır,” diye yanıtladı tenor tereddüt etmeden. “Bunu biliyorum ve bu konuda düşündüm. Hayır, aklıma kimse gelmiyor. Siz Amerikalıların Siyah El’den genellikle bir gazete yazarının uydurduğu bir efsane olarak bahsettiğinizi biliyorum. Belki de bir örgüt değildir. Ama Profesör Kennedy, bence bu bir efsane değil. Ya gerçek Siyah El, para sızdırmak için bu ismi kullanmayı seçen herhangi bir suçlu çetesiyse? Bu gerçek olamaz mı? Kızım gitti!”

“Kesinlikle,” diye onayladı Kennedy. “Bu yüzleştiğiniz bir teori değil. Sert, soğuk bir gerçek. Bunu çok iyi anlıyorum. Bu Albano’nun adresi nedir?”

Luigi, Mulberry Caddesi’nde bir numara söyledi ve Kennedy bunu not aldı.

“Orası bir kumar salonu,” diye açıkladı Luigi. “Albano bir Napolili, bir Camorrista[1], kendisinden utandığım hemşerilerimden biri, Profesör Kennedy.”

“Sizce bu Albano’nun mektupla bir ilgisi var mı?”

Luigi omuzlarını silkti.

Tam o sırada dışarıdan bir limuzin sesi duyuldu. Luigi odanın köşesinde duran büyük sepeti eline alıp çıkarken Sinyor Gennaro aceleyle onu izledi. Tenor yanımızdan ayrılırken hepimizin elini sıktı.

“Aklımda bir fikir var,” dedi Craig sadelikle. “Bu gece ayrıntılı olarak düşünmeye çalışacağım. Yarın sizi nerede bulabilirim?”

“Öğleden sonra opera binasında ya da daha erken isterseniz Bay Cesare’nin evinde. İyi geceler ve binlerce teşekkürler, Profesör Kennedy. Ve size de Bay Jameson. Size kesinlikle güveniyorum çünkü Luigi size güveniyor.”

Limuzinin kapısı çarparak kapanıncaya ve araba, değişen vitesin çıkardığı tıkırtılarla hareket edinceye kadar küçük yemek odasında oturduk.

Kapı tekrar açıldığında Craig, “Sana bir soru daha Luigi,” dedi. “Mulberry Caddesi’nde Albano’nun yerinin olduğu bloğa hiç gitmedim. Oradaki ya da yakınındaki dükkân sahiplerinden herhangi birini tanıyor musun?”

“Albano’nun altındaki köşede, caddenin aynı tarafında eczanesi olan bir kuzenim var.”

“Güzel! Cumartesi gecesi dükkânını birkaç dakikalığına kullanmama izin verir mi dersin, tabii kendisini riske atmadan?”

“Sanırım bunu ayarlayabilirim.”

“Pekâlâ. O zaman yarın sabah dokuzda burada olacağım ve birlikte onu görmeye gideceğiz. İyi geceler Luigi. Bu davayla ilgili olarak beni düşündüğün için çok teşekkürler. Sinyor Gennaro’nun operada söylediği şarkılardan ona bu hizmeti vermek isteyecek kadar keyif aldım ve dürüst İtalyanlara yardımcı olabilirsem memnun olurum; tabii eğer aklımdaki planı gerçekleştirmeyi başarabilirsem.”

Ertesi gün saat dokuzdan biraz önce Kennedy ve ben yine Luigi’ye uğradık. Kennedy bir gece önce laboratuvarından alıp getirdiği bir bavulu taşıyordu. Luigi bizi bekliyordu ve bir dakika bile kaybetmeden yola koyulduk.

Eski Greenwich köyünün dolambaçlı sokaklarından geçerek sonunda Bleecker Caddesi’ne çıktık ve aşağı New York’un koşuşturmacası arasında doğuya doğru yürümeye başladık. Mulberry Caddesi’ne henüz varmamıştık ki işlek köşelerin birinde, New York’u dolduran güney ve doğu Avrupa’dan gelen bir buçuk metrelik yük taşıyıcılarına karşı bir seksenlik İrlanda polisinin iyi niyetle oluşturduğu kordon tarafından geride tutulan büyük bir kalabalık dikkatimizi çekti.

Kalabalığın ön tarafına ilerlediğimizde, burada tüm cephesi kelimenin tam anlamıyla hırpalanmış ve harap olmuş bir bina olduğunu gördük. Pencerelerin kalın camları kırılmış ve kaldırımın üzerinde yeşilimsi bir kıymık yığınına dönüşmüştü; üst katların ve her iki sokaktaki birkaç evin pencereleri de aynı şekilde kırılmıştı. Eskiden pencereleri koruyan bazı kalın demir parmaklıklar şimdi eğilmiş ve bükülmüştü. Kapının iç tarafındaki zeminde kocaman bir delik açılmıştı ve içeri baktığımızda masa ve sandalyelerin birbirine karışmış çıra yığınları hâline geldiğini gördük.

“Sorun nedir?” Basına karşı sessizliğin dayatıldığı bu günlerde gerçek bir bilgi alma umudundan çok manevi etkisi nedeniyle muhabir rozetimi göstererek yanımdaki bir memura sordum.

Siyah El bombası,” diye kısa ve öz bir cevap geldi.

“Viuv!” Islık çaldım. “Kimse yaralandı mı?”

“Genelde kimseyi öldürmezler, değil mi?” dedi memur, bu tür şeylere aşinalığımı test etmek için.

“Hayır,” diye itiraf ettim. “Candan çok mala zarar veriyorlar. Peki, bu sefer birini yakalayabildiler mi? Görünüşe bakılırsa bu bayağı güçlü bir bomba olmalı.”

“Oldukça yaklaşmışlar. Bu gaz borusu ve dinamit şeyi patladığında banka daha açılmamıştı bile. Daha dumanlar dağılmadan kalabalık toplandı. Bankanın sahibi yaralandı ama kötü değil. Daha fazlasını öğrenmek istiyorsan merkeze gel. Bu sayede pembe fişlere, yani ‘ispiyon defterine’ bakabilirsin. Konuşmam kurallara aykırı,” diye ekledi sırıtarak. Sonra kalabalığa döndü: “Hadi bakalım, dağılın. Trafiği engelliyorsunuz. Devam edin.”

Craig ve Luigi’ye döndüm. Gözleri tepedeki yarısı kırık ve yamuk duran büyük yaldızlı tabelaya takılmıştı. Şöyle yazıyordu:

CIRO DI CESARE & CO. BANKERLER

NEW YORK, CENOVA, NAPOLİ, ROMA, PALERMO

“Bu, Gennaro ve kayınpederine bir hatırlatma notu,” diye soluklandım.

“Evet,” diye ekledi Craig, bizi uzaklaştırırken. “Cesare’nin kendisi de yaralı. Belki de bu, ödemeyi reddeden ilanı astığı içindir. Belki de değildir. Tuhaf bir durum; bombaları genellikle geceleri, etrafta kimse yokken patlatırlardı. Bunun arkasında Gennaro’yu korkutmaktan daha fazlası olmalı. Bana sanki Cesare’nin de peşindelermiş gibi geliyor, önce zehirle, sonra dinamitle.”

Kalabalığın arasından omuzlayarak çıktık ve hayat dolu Mulberry Caddesi’ne gelene kadar yürüdük. Küçük dükkânların önünden geçtik, çocuklardan kaçtık ve dengeyle başlarının üzerinde ya da geniş pelerinlerinin altında sarmalayarak büyük ucuz kıyafet bohçaları taşıyan kadınlara yol açtık. Burası, New York’un geri kalanının hiç bilmediği ve umursamadığı yüz binlerce İtalyan’ın (Roma’nın İtalyan nüfusundan daha büyük bir nüfus) sadece küçük bir kolonisiydi.

Sonunda Albano’nun küçük şarap dükkânına geldik; beş katlı, sözde “yeni nesil” apartmanın sokak katında karanlık, kötü, pis kokulu bir yerdi. Kennedy hiç tereddüt etmeden içeri girdi, biz de gecekondu sakinleri rolünü oynayarak onu takip ettik. Bu erken saatte birkaç müşteri vardı; işsiz güçsüz adamlar ve zararsız görünen bir grup bize sertçe bakıyordu. Albano’nun kendisi yağlı, düşük kaşlı ve kurnaz görünüşlü bir adamdı. Böyle bir adamın sadece başparmaklarıyla iki şakağına bastırarak ve uzun kemikli işaret parmağını boğazının altına çekerek basit insanların kalbine nasıl korku saldığını hayal edebiliyordum. Siyah El işareti olarak adlandırılan bu işaret, açık mahkemede bile birçok tanığı ifadesinin ortasında susturmuştur.

Boş olan alçak tavanlı arka odaya doğru ilerledik ve bir masaya oturduk. Albano’nun ünlü Kaliforniya “kırmızı mürekkebinden” bir şişe içerken sessizce oturduk. Kennedy mekânı zihnine not ediyordu. Tavanın ortasında, üzerinde büyük bir reflektör bulunan tek bir gazlı ısıtıcı vardı. Odanın arka duvarında yatay, dikdörtgen bir pencere vardı; parmaklıklıydı ve kanadı bir vasistas gibi açılıyordu. Masalar kirli, sandalyeler kırıktı. Duvarlar çıplak ve döküktü, kirişler süslemeden yoksundu. Bütünüyle, şimdiye kadar gördüğüm en sevimsiz mekândı.

Görünüşe göre incelemesinden memnun kalan Kennedy gitmek için ayağa kalktı ve sahibine şarabı için iltifat etti. Kennedy’nin hareket tarzından, kararını verdiğini görebiliyordum.

Caddede ilerlerken, “Suç ne kadar iğrenç bir şey,” dedi. “Albano’nun şu yerine bak. Star’daki polis muhabirinin bile orada ilgi çekici bir şey bulabileceğine inanmıyorum.”

Bir sonraki durağımız Luigi’nin kuzeni tarafından işletilen köşedeki küçük dükkândı; bizi reçetelerin yazıldığı bölmenin arkasına götürdü ve oturmamız için sandalyeler verdi.

Luigi’nin aceleyle yaptığı bir açıklama, eczacının aydınlık yüzüne bir bulut indirdi, sanki kendisini ve küçük varlığını şantajcılara açmakta tereddüt ediyordu. Kennedy bunu görerek araya girdi.

“Tek yapmak istediğim,” dedi. “Buraya küçük bir alet yerleştirmek ve onu bu gece birkaç dakika kullanmak. Senin için hiçbir risk söz konusu değil, Vincenzo. Arzu ettiğim şey gizlilik ve bunu hiç kimse bilmeyecek.”

Vincenzo sonunda ikna oldu ve Craig takım çantasını açtı. İçinde birkaç bobin yalıtılmış tel, bazı aletler, sarılmış birkaç paket ve birkaç çift tulum dışında pek bir şey yoktu. Kennedy hemencecik tulumunu giymiş, yüzüne ve ellerine kir ve yağ sürmeye başlamıştı. Onun yönlendirmesiyle ben de aynısını yaptım.

Alet çantasını, teli ve küçük paketlerden birini alarak sokağa çıktık, sonra da apartmanın karanlık ve havalandırması kötü koridorundan yukarı çıktık. Yolun yarısında bir kadın bizi şüpheyle durdurdu.

“Telefon şirketi,” dedi Craig sertçe. “İşte evin sahibinden çatıya tel çekmek için izin.”

Cebinden eski bir mektup çıkardı, ama kadın okumak istese bile okuyamayacak kadar karanlık olduğu için, onun beklediği gibi, rahatsız edilmeden yukarı çıktık. Sonunda çatıya vardık, bizden birkaç ev aşağıda oyun oynayan çocuklar vardı.

Kennedy işe Vincenzo’nun dükkânının arkasındaki arka bahçede iki teli yere bırakarak başladı. Sonra da çatının kenarına telleri döşemeye girişti.

Çocuklar toplanmaya başladığında sadece kısa bir süre çalışmıştık. Ancak Kennedy, Albano’nun dükkânının yanındaki apartmana varıncaya kadar çalışmaya devam etti.

“Walter,” diye fısıldadı. “Çocukları bir dakikalığına uzaklaştır.”

“Buraya bakın çocuklar,” diye bağırdım. “Çatının kenarına bu kadar yaklaşırsanız düşeceksiniz. Geri çekilin.”

Hiçbir etkisi olmadı. Görünüşe bakılırsa altımızdaki baş döndürücü tel yığınından hiç korkmamışlardı.

“Bu blokta bir şekerci dükkânı var mı?” Çaresizlik içinde sordum.

“Evet, efendim,” diye koro hâlinde cevap geldi.

“Kim aşağı inip bana bir şişe zencefilli gazoz getirecek?” diye sordum.

Koro ve parlayan gözler cevaptı. Hepsi alacaktı. Cebimden yarım dolar çıkardım ve en büyük olana verdim.

“Pekâlâ, şimdi acele edin ve para üstünü bölüşün.”

Koşuşturarak gittiler ve biz yalnız kaldık. Kennedy artık Albano’nun evine varmıştı ve son baş da çatının pervazının altında kaybolur kaybolmaz Vincenzo’nun evinde yaptığı gibi iki uzun teli arka bahçeye bıraktı.

Geri dönüyordum ki beni durdurdu. “Asla olmaz,” dedi. “Çocuklar kabloların burada bittiğini görecekler. Onları her şeyden habersiz birkaç ev öteye taşımalı ve aşağıya inen telleri görmemeleri için şansıma güvenmeliyim.”

Kalabalık bağırarak geri döndüğünde birkaç ev aşağıdaydık, hâlâ telleri yerleştiriyorduk; ucuza mâl edilmiş şekerler yapış yapıştı, Doğu Yakası çikolatası ise kapkaraydı. Zencefilli gazozu açtık ve şüphe uyandırmamak için kendimizi içmeye zorladık, birkaç dakika sonra apartmanın merdivenlerinden indik ve Albano’nun evinin hemen üstünden çıktık.

Kennedy’nin şüphe uyandırmadan Albano’nun yerine nasıl gireceğini merak ediyordum.  Bu sorunu kolaylıkla çözdü.

“Şimdi Walter, Albano’nun kırmızı mürekkebine bir kez daha dalmaya dayanabilir misin?”

Bilim ve adalet adına dayanabileceğimi söyledim, başka türlü değil.

“Yüzün yeterince kirli,” diye yorumladı. “Tulumla ilk girdiğin zamanki gibi görünmüyorsun. Seni tanıyacaklarını sanmıyorum. Ben nasıl görünüyorum?”

“İş başındaki bir kömür işçisine benziyorsun,” dedim. “Hayranlığımı zorlukla dizginleyebiliyorum.”

“Pekâlâ. O zaman bu küçük cam şişeyi al. Arka odaya git ve görünüşüne uygun ucuz bir şeyler sipariş et. Sonra yalnız kaldığında şişeyi kır. İçi gaz dolu. Ondan sonrasında burnunuz devreye girecek. Ev sahibine yan sokakta gaz şirketinin arabasını gördüğünü söyle ve buraya gelip bana haber ver.”

İçeri girdim. Uğursuz görünüşlü, vicdansız bir zekâya sahip bir adam bir masada yazı yazıyordu. Yazarken ve purosunu üflerken yüzündeki yara izini fark ettim, kulak memesinden ağzına kadar uzanan derin bir yarık. Bunun Camorra tarafından ona vurulan bir damga olduğunu biliyordum. Dakikalarca oturup sigara içtim ve yavaşça içkimi yudumladım, mala vita[2] görüntüsünden ziyade içten içe adamın varlığına lanet okudum. Nihayet barmene bir pul sormak için dışarı çıktı.

Çabucak parmak uçlarımda odanın diğer köşesine gittim ve küçük şişeyi topuğumun altında ezdim. Sonra yerime oturdum. Odaya yayılan koku mide bulandırıcıydı.

Yara izi olan uğursuz görünümlü adam tekrar içeri girdi ve havayı kokladı. Ben de kokladım. Sonra mal sahibi geldi, o da kokladı.

“Baksana,” dedim olası en sert sesimle. “Bir sızıntı var. Bekle. İçeri girdiğimde yan blokta gaz şirketinin arabasını gördüm. Adamı çağırayım.”

Dışarı fırladım ve aceleyle Kennedy’nin sabırsızlıkla beklediği yere gittim. Aletlerini tıkırdatarak, belirgin bir isteksizlikle beni takip etti.

Şarap dükkânına girerken gazcılara özgü bir tavırla homurdandı: “Sızıntı nerede?”

“Sızıntıyı sen bul,” diye homurdandı Albano. “Ne için para ödüyoruz? Senin işini ben mi yapayım?”

“Pekâlâ, siz serseriler gidin buradan. Hepiniz pipolarınız ve sigaralarınızla havaya uçmak mı istiyorsunuz? Defolun!” diye homurdandı Kennedy.

Hemen geri çekildiler ve Craig aceleyle alet çantasını açtı.

“Çabuk Walter, kapıyı kapat ve tut,” diye bağırdı Craig, hızla çalışarak. Küçük bir paketi açtı ve içinden siyah sertleştirilmiş kauçuktan yuvarlak, yassı bir disk benzeri bir şey çıkardı. Bir masanın üzerine çıkarak bunu gaz jetinin üzerindeki yansıtıcının tepesine sabitledi.

“Bunu yerden görebiliyor musun, Walter?” diye sordu, nefes verdikten sonra.

“Hayır,” diye cevap verdim. “Orada olduğunu bilsem bile göremem.”

Sonra ona birkaç kablo bağladı ve onları tavandan pencereye doğru yönlendirdi, bir kirişin gölgesine yapıştırarak dikkatlice gizledi. Penceredeki kabloları hızla çatıdan aşağı sarkan iki kabloya bağladı ve onları gözden uzak bir yere itti.

“Kimsenin onları görmeyeceğine güvenmek zorundayız,” dedi. “Bu kadar kısa sürede yapabileceğimin en iyisi bu. Zaten hiç bu kadar çıplak bir oda görmemiştim. O şeyi görülmeden koyabileceğim başka bir yer yok.”

Gaz şişesinin kırık camlarını topladık ve kapıyı açtım.

“Artık her şey yolunda,” dedi Craig, barın önünden geçerken. “Sadece bir dahaki sefere bir sorun olduğunda şirketi ara. Talimat almadan bunu yapmamam gerekiyor, anlatabildim mi?”

Bir süre sonra ben de peşinden gittim. O bunaltıcı atmosferden kurtulduğum için mutluydum ve Vincenzo’nun eczanesinin arka tarafında ona katıldım. Dükkânın arka penceresi olmadığı için kabloları arka bahçeden dışarıya, oradan da yan pencereden içeri sokmak oldukça zahmetli bir işti. Ancak sonunda bu iş şüphe uyandırmadan halledildi ve Kennedy kabloları yıpranmış meşeden yapılmış dikdörtgen bir kutuya ve özel olarak yapılmış bir çift kuru pile bağladı.

“Şimdi,” dedi Craig, iş lekelerini yıkayıp tulumları bavula geri koyarken. “Bu iş beni tatmin edecek şekilde tamamlandı. Gennaro’ya artık güvenle gitmesini ve Siyah El’cilerle buluşmasını söyleyebilirim.”

Vincenzo’dan çıkıp Center Caddesi’ne doğru yürüdük, Kennedy ve ben Luigi’yi restoranına dönmesi için bıraktık, o gece saat on bir buçukta Vincenzo’da buluşma talimatı verdik.

Yeni polis merkezine girdik ve uzun koridordan geçerek İtalyan Bürosu’na ulaştık. Kennedy kartını görevli Teğmen Giuseppe’ye gönderdi ve hemen içeri alındık. Teğmen kısa boylu, yuvarlak yüzlü, etine dolgun bir İtalyan’dı; açık renk saçları ve donuk gözleri vardı, ta ki bunun, gerçekten huzursuz ve her şeyi sanki hassas bir levhanın üzerindeymiş gibi zihnine yerleştiren bakışlarının bir kılıfı olduğunu fark edene kadar.

“Gennaro davası hakkında konuşmak istiyorum,” diye başladı Craig. “Merkez Büro’dan Müfettiş O’Connor’la birçok davada yakın ilişki içinde olduğumuzu, bu yüzden birbirimize güvenebileceğimizi düşündüğümü de ekleyebilirim. Benim de size açıklayacak bir şeylerim olduğuna dair söz verirsem, bu konuda bildiklerinizi bana anlatır mısınız?”

Teğmen arkasına yaslandı ve bunu yapıyormuş gibi görünmeden Kennedy’yi dikkatle izledi. “Geçen yıl İtalya’dayken,” diye cevap verdi uzatarak. “Bazı Camorra şüphelilerinin izini sürmek için epeyce çalıştım. Bazılarının kayıtlarına bakmam için bir tüyo aldım –nereden geldiğini söylememe gerek yok, ama iyi bir tüyoydu. Viterbo’da yargılanan bazı kişiler aleyhindeki delillerin büyük bir kısmı Karabinyer[3] tarafından burada, Amerika’da, sözünü ettiğim kaynaktan bana verilen ipuçlarının bir sonucu olarak toplandı. Sanırım bunu gizlemeye gerek yok. Asıl ipucu buradan, New York’ta bir bankacıdan geldi.”

“Kim olduğunu tahmin edebiliyorum,” diye başını salladı Craig.

“O zaman, bildiğiniz gibi, bu bankacı bir savaşçı. Beyaz El’i, yani İtalyan nüfusunu Siyah El’den kurtarmaya çalışan örgütü organize eden adam. Derneğinde hem Napoli’deki Camorra ve Sicilya’daki mafyayla hem de New York, Chicago ve diğer şehirlerdeki Siyah El çetelerinin eski üyeleriyle ilgili pek çok kanıt vardı. Bildiğiniz gibi Cesare, Gennaro’nun kayınpederi.

“Napoli’de bir suçlunun sicilini araştırırken, birkaç yıl önce işlenen tuhaf bir cinayeti duydum. Görünüşe göre sakin ve zararsız hayat yaşayan dürüst ve yaşlı bir müzik ustası vardı. Ancak Cesare tarafından desteklendiği ve ondan yüklü miktarda para aldığı ortaya çıktı. Bu yaşlı adam, tahmin edebileceğiniz gibi, Gennaro’nun ilk müzik öğretmeniydi, onu keşfeden adamdı. Nasıl bir düşmanı olabileceğini anlamak mümkün değildi ama küçük servetine göz diken biri vardı. Bir gün bıçaklandı ve soyuldu. Katili sokağa fırlamış ve zavallı adamın öldürüldüğünü haykırmış. Gün ortasında olduğu için doğal olarak bir anda kalabalık toplanmış. Yaralı adam kendisine kimin vurduğunu anlayamadan katil sokağın aşağısına inmiş ve kendisini saklayacak dostlarının evlerini çok iyi bildiği eski Napoli labirentinde kaybolmuş. Bu suçu işlediği bilinen adam –Francesco Paoli– New York’a kaçtı. Bugün onu arıyoruz. Ortalamanın çok üstünde zeki bir adam. Napoli’ye birkaç mil uzaklıktaki bir kasabada bir doktorun oğlu, üniversiteye gitmiş, çılgınca bir şaka yüzünden okuldan atılmış, kısacası ailenin yüz karasıymış. Elbette burada demiryolunda ya da bir hendekte elleriyle çalışamayacak kadar yüksek bir soydan geliyor, başka bir işte çalışacak kadar da eğitimli değil. Bu yüzden daha çalışkan hemşerilerini avlıyordu; görünürde hiçbir geçim kaynağı olmadan zekâsıyla yaşayan tipik bir adam vakası.”

“Şimdi size gizlilik içinde söylemekte bir sakınca görmüyorum,” diye devam etti Teğmen. “Benim teorime göre yaşlı Cesare, Paoli’yi burada görmüştü. Yaşlı müzik ustasının cinayetinden arandığını biliyordu ve bana onun sicilini araştırmam için tüyo verdi. Her neyse, Paoli ben İtalya’dan döndükten hemen sonra ortadan kayboldu ve o zamandan beri yerini tespit edemedik. Kendisini araştırmam için Beyaz El tarafından verilen ipucunu bir şekilde öğrenmiş olmalı. İtalya’da bir Camorrista’ydı ve burada, Amerika’da bilgi edinmenin pek çok yolu vardı.”

Durakladı ve elindeki kartı dengeledi.

“Benim bu davayla ilgili teorime göre, eğer bu Paoli’nin yerini bulabilirsek, küçük Adelina Gennaro’nun kaçırılması olayını çok çabuk çözebiliriz. Bu onun resmi.”

Kennedy ve ben eğilip resme baktık ve ben şaşkınlıkla irkildim. Yanağında yara izi olan şu kötü görünümlü arkadaştı.

“Pekâlâ,” dedi Craig, sessizce kartı geri uzatırken. “Adam o olsun ya da olmasın, kaçıranları bu gece nerede yakalayabileceğimizi biliyorum, Teğmen.”

Şimdi şaşkınlık sırası Giuseppe’deydi.

“Senin yardımınla bu adamı ve bütün çeteyi bu gece yakalayacağım,” diye açıkladı Craig; planının taslağını hızla çiziyor ve Teğmen övgüleri toplamak için ne kadar istekli olursa olsun, erken bir müdahaleyle işi bozmayacağından emin olmak için yeterince gizliyordu.

Son düzenlemeye göre ekibin en iyi dört adamı akşamın erken saatlerinde, kimse izlemeden çok önce Vincenzo’nun dükkânının karşısındaki boş bir dükkânda saklanacaktı. Ortaya çıkmaları için işaret, eczacının vitrinindeki renkli şişelerin arkasındaki ışıkların sönmesi olacaktı. Bir taksi, telefonla alarm verildiği anda verilen adrese doğru yola çıkmaya hazır üç iyi adamla birlikte aynı anda merkezde bekletilecekti.

Gennaro’yu opera binasında büyük bir endişeyle bizi beklerken bulduk. Cesare’nin evindeki bomba bardağı taşıran son damla olmuştu. Gennaro bankadan on tane bin dolarlık banknot çekmişti bile ve parayı sayfaların arasına sakladığı Il Progresso gazetesi de elindeydi.

“Bay Kennedy,” dedi. “Bu gece onlarla buluşacağım. Beni öldürebilirler. Bakın, kendime bir tabanca aldım, küçük Adelina’m için gerekirse dövüşürüm de. Ama istedikleri sadece paraysa, onu da alacaklar.”

Kennedy, “Söylemek istediğim bir şey var,” diye söze başladı.

“Hayır, hayır, hayır!” diye bağırdı tenör. “Gideceğim, beni durduramazsınız.”

“Sizi durdurmak istemiyorum,” diyen Craig onu rahatlattı. “Ama bir şey var; size söylediklerimi harfiyen yaparsanız, yemin ederim çocuğun kılına bile zarar gelmeyecek ve şantajcıları da yakalayacağız.”

“Nasıl?” diye sordu Gennaro hevesle. “Benden ne yapmamı istiyorsunuz?”

“Sizden tek istediğim belirlenen saatte Albano’nun yerine gitmeniz. Arka odaya oturun. Onlarla sohbet edin ve her şeyden önemlisi Sinyor, Bolletino’nun nüshasını alır almaz üçüncü sayfaya dönün ve adresi okuyamıyormuş gibi yapın. Adamdan okumasını isteyin. Ondan sonra tekrar edin. Çok sevinmiş gibi davranın. Tüm kalabalık için şarap hazırlamayı teklif edin. Sadece birkaç dakika, tek istediğim bu ve yarın New York’taki en mutlu adam olacağınızı garanti ederim.”

Kennedy’nin elini tutarken Gennaro’nun gözleri yaşlarla doldu. “Bu, bütün polis gücünün arkamda olmasından daha rahatlatıcı,” dedi. “Asla unutmayacağım, asla unutmayacağım.”

Dışarı çıktığımızda Kennedy şöyle bir açıklama yaptı: “Sorunlarını kendileri çözmeye çalıştıkları için onları suçlayamazsınız. Biz buradan bir polis memurunu en kötü şüphelilerden bazılarını araştırması için İtalya’ya gönderiyoruz. Orada hayatını kaybediyor. Onun yerini bir başkası alıyor. Geri döndükten sonra da bunları tercüme etmek gibi basit işlerle görevlendiriliyor. İş arkadaşlarından birinin rütbesi düşürülüyor. Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? Yüzlerce kayıt işe yaramaz hâle geliyor çünkü suçluların sınır dışı edilebileceği üç yıllık süre boyunca hiçbir şey yapılmadan geçmiş oluyor. Ne kadar zekice, değil mi? Sanırım bilinen yedi yüz İtalyan şüpheliden elli kadarı hariç hepsinin, çoğu bu şehirde olmak üzere, hâlen firarda olduğu tespit edilmiş. Ve İtalyan nüfusunun geri kalanı, bilinen suçluların sayısının ancak otuzda biri kadar olan bir polis ekibi tarafından korunuyor. Yani, Siyah El’in büyümesi bizim suçumuz.”

Broadway’in köşesinde durmuş araba bekliyorduk.

“Walter, sakın unutma. Saat on bir buçukta metronun Bleecker Caddesi istasyonunda buluşalım. Üniversiteye gidiyorum. Fosforlu tuzlarla ilgili bugün bitirmek istediğim çok önemli deneylerim var.”

“Bunun davayla ne ilgisi var?” Şaşkınlıkla sordum.

“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Craig. “İlgisi olduğunu söylemedim. Saat on bir buçukta, unutma. Vay canına, yine de Paoli zeki biri olmalı, hint yağı zehirini biliyormuş, düşünsene. Ben daha yeni duydum. Neyse, işte arabam geldi. Görüşürüz.”

Craig, Amsterdam Caddesi’ndeki bir arabaya bindi ve beni günümün haftalık Star’dan arta kalan sekiz gergin saatini öldürmek zorunda bıraktı.

Uzun süre geçti ve tam olarak belirlenen saatte Kennedy ile buluştuk. Bastırılmış bir heyecanla, en azından benim açımdan, Vincenzo’nun yerine doğru yürüdük. Geceleri şehrin bu bölümü gerçekten de kara bir muammaydı. Zeytinyağı, meyve ve diğer şeylerin satıldığı dükkânların ışıkları birer birer sönüyordu; şarap dükkânlarından müzik sesleri yükseliyor ve küçük gruplar köşelerde oyalanarak hararetli cümlelerle konuşuyorlardı. Sokağın diğer tarafındaki Albano’nun dükkânının önünden geçtik; çok yakından bakmamaya dikkat ediyorduk, çünkü birkaç adam boş boş etrafta dolanıyordu; görünüşe göre, herhangi bir endişe verici eylemin haberini anında çok uzaklara yayacak gizli bir şifreye sahiplerdi.

Köşeyi dönünce Vincenzo’nun penceresinden bir süre baktık ve sokağın karşısındaki, içinde polisin saklanıyor olması gereken karanlık ve boş dükkâna kaçamak bir bakış attık. Sonra içeri girdik ve bölmenin arkasına rahatça yürüdük. Luigi zaten oradaydı. Dükkânda hâlâ birkaç müşteri vardı ve bu nedenle Vincenzo hızlıca bir reçeteyi bitirip sonuncusunu işlerken sessizce oturmak zorunda kaldık.

Sonunda kapılar kilitlendi ve pencerelerde işaret olarak kullanılacak olanlar hariç tüm ışıklar söndürüldü.

“On ikiye on dakika var,” dedi Kennedy, uzun kutuyu masanın üzerine koyarken. “Gennaro birazdan içeri girecek. Bu makineyi şimdi deneyelim ve çalışıp çalışmadığını görelim. Eğer kablolar bu sabah yerleştirdiğimizden beri kesilmişse Gennaro şansını tek başına denemek zorunda kalacak.”

Kennedy uzandı ve işaret parmağıyla hafifçe bir düğmeye dokundu.

Bir anda dükkânı bir ses cümbüşü doldurdu, herkes aynı anda, hızla ve yüksek sesle konuşuyordu. Aralarda bir konuşma parçası, bir kelime, bir ifade, hatta zaman zaman diğerlerinden ayrı bir cümle bile seçilebiliyordu. Bardak şıngırtıları geliyordu. Çıplak bir masanın üzerindeki zarların tıkırtısını, hatta bir küfür duydum. Bir mantar patladı. Biri bir kibrit çaktı.

Şaşkın bir şekilde oturmuş, Kennedy’ye bakıyorduk.

“Albano’nun arka odasındaki bir masada oturduğunuzu hayal edin,” dedi sadece. “İşte duyduğunuz şey. Bu benim ‘elektrikli kulağım’ –yani bana söylendiğine göre Birleşik Devletler Gizli Servisi tarafından kullanılan diktograf. Bekleyin, birazdan Gennaro’nun geldiğini duyacaksınız. Luigi ve Vincenzo, duyduklarınızı tercüme edin. İtalyancam oldukça paslanmış durumda.”

“Bizi duyabiliyorlar mı?” diye fısıldadı Luigi şaşkın bir sesle.

Craig güldü. “Hayır, henüz değil. Ama diğer düğmeye dokunmam yeterli, o odada Belşazzar’ın[4] duvarındaki meşhur yazıya rakip olacak bir efekt yaratabilirim; tek fark, yazı yerine duvardan gelen bir ses olacak.”

“Birini bekliyor gibi görünüyorlar,” dedi Vincenzo. “Birinin şöyle dediğini duydum: Birkaç dakika içinde burada olacak. Şimdi dışarı çıkın.”

Adamlar odadan çekilirken sesler sakinleşir gibi oldu. Sadece bir ya da iki kişi kalmıştı.

“İçlerinden biri çocuğun iyi olduğunu söylüyor. Avluya bırakılmış,” diye tercüme etti Luigi.

“Ne avlusu? Söyledi mi?” diye sordu Kennedy.

“Hayır, sadece ‘avlu’ olarak bahsediyorlar.”

“Jameson, dükkânın dışındaki telefon kulübesine git ve merkezi ara. Onlara otomobilin, içindeki adamlarla birlikte hazır olup olmadığını sor.”

Telefonu kullandım ve bir süre sonra polis merkezi her şeyin yolunda olduğunu söyledi.

“O zaman merkeze hattı açık tutmasını söyle, bir saniye bile kaybetmemeliyiz. Jameson, sen kulübede kal. Vincenzo, pencerenin etrafında çalışıyormuş gibi yap, ama göze batacak şekilde değil, çünkü sokağı çok dikkatli izleyen adamları var. Ne oldu Luigi?”

“Gennaro geliyor. Az önce içlerinden birinin, ‘İşte geliyor,’ dediğini duydum.”

Kulübeden bile diktografın sokağın aşağısındaki Albano’nun pis küçük arka odasındaki konuşmayı tekrarladığını duyabiliyordum.

“Bir şişe kırmızı şarap sipariş ediyor,” diye mırıldandı Luigi, heyecandan bir aşağı bir yukarı dans ederek.

Vincenzo o kadar heyecanlıydı ki bir şişeyi pencereden aşağı düşürdü ve sanırım kalp atışlarım elimde tuttuğum telefondan neredeyse duyuluyordu, çünkü polis operatörü her şeyin hazır olup olmadığını defalarca sorduğum için beni aşağı çağırdı.

“İşte sinyal,” diye bağırdı Craig. “‘Güzel opera ‘I Pagliacci’. Şimdi cevabı dinleyin.”

Bir an geçti, sonra diktograftan İtalyanca, “Gennaro olmadan olmaz,” diye sert bir ses geldi.

Bir sessizlik oldu. Ortam gergindi.

“Bekle, bekle,” dedi Gennaro’ya ait olduğunu hemen anladığım bir ses. “Bunu okuyamıyorum. Nedir bu, 23½ Prince Sokağı mı?”

“Hayır, 33½. Avluya bırakılmış.”

“Jameson,” dedi Craig. “Onlara doğruca 33½, Prince Sokağı’na gitmelerini söyle. Acele etsinler, Siyah El’ciler sözlerinden dönmeden kızı avludan alsınlar.”

Emirlerimi polis merkezine bağırarak bildirdim. “Gittiler,” diye cevap geldi ve ahizeyi kapattım.

“O da neydi?” Craig, Luigi’ye soruyordu. “Ben anlayamadım. Ne dediler?”

“Diğer ses Gennaro’ya, ‘Ben bunu sayarken otur,’ dedi.”

“Yine konuşuyor.”

Luigi, “Eğer on binden bir kuruş eksik çıkarsa ya da banknotlarda bir işaret bulursam Enrico’yu çağıracağım ve kızınız tekrar götürülecek,” diye tercüme etti.

“Şimdi Gennaro konuşuyor,” dedi Craig. “Güzel, zaman kazanıyor. Kozunu kullanıyor. Bunu gayet iyi ayırt edebiliyorum. Sert sesli adama bir şişe daha şarap içip içemeyeceğini soruyor. O da alacağını söylüyor. Güzel. Şimdi Prince Sokağı’nda olmalılar. Onlara birkaç dakika daha vereceğiz, daha fazla değil, çünkü haber Albano’nun evine yangın gibi geri dönecek ve Gennaro’yu bırakmayacaklar. Ah, yine içiyorlar. Neydi o, Luigi? Paranın tam olduğunu mu söylüyor? Şimdi, Vincenzo, ışıkları söndür!”

Sokağın karşısındaki bir kapı çarparak açıldı ve dört iri, karanlık figür Albano’nun dükkânına doğru fırladı.

Kennedy parmağıyla diğer şalteri indirdi ve bağırdı: “Gennaro, ben Kennedy! Sokağa! Polizia! Polizia!”

Bunu bir itiş kakış ve şaşkınlık çığlıkları izledi. Bardan geldiği anlaşılan ikinci bir ses, “Işıkları söndürün, ışıkları söndürün!” diye bağırdı.

Bir tabanca patladı, sonra bir tane daha.

Biraz önce sesler gelen diktograf, bir puro kutusu kadar sessizdi.

“Sorun nedir?” Kennedy yanımdan hızla geçerken ona sordum.

“Işıkları söndürmüşler. Alıcı cihazım yok edildi. Haydi Jameson; Vincenzo, bu işin içinde görünmek istemiyorsan geride kal.”

Kısa boylu biri yanımdan hızla geçti, benden bile hızlıydı. Bu, sadık Luigi’ydi.

Albano’nun önünde heyecanlı bir kavga devam ediyordu. Karanlıkta çılgınca ateş ediliyordu ve her tarafta apartman pencerelerinden kafalar fırlıyordu. Kennedy ve ben kendimizi kalabalığın arasına attığımızda, omzundaki kesikten kan akan Gennaro’nun bir polisle boğuştuğunu, Luigi’nin ise boş yere aralarına girmeye çalıştığını gördük. Başka bir polis tarafından tutulan bir adam, ilk memuru ilerlemeye teşvik ediyordu. “İşte o adam,” diye bağırıyordu. “Adam kaçıran bu. Onu yakaladım.”

Bir saniye içinde Kennedy arkasındaydı. “Paoli, yalan söylüyorsun. Kaçıran sensin. Yakalayın onu, üzerinde para var. Diğeri de Gennaro’nun ta kendisi.”

Polis, tenoru serbest bıraktı ve ikisi birden Paoli’yi yakaladı. Diğerleri içeride barikat kurulmuş olan kapıyı çılgınca dövüyorlardı.

Tam o sırada bir taksi sallana sallana caddeye çıktı. İçinden üç adam fırladı ve Albano’nun barikatını yıkmaya çalışanlara destek verdiler.

Gennaro bir çığlık atarak taksiye atladı. Omzunun üzerinden koyu kahverengi buklelerin birbirine karıştığını görüyor, peltek bir çocuk sesini duyabiliyordum. “Neden benim için gelmedin baba? Kötü adam bahçede beklersem beni almaya geleceğini söyledi. Ama ağlarsam beni vuracağını söyledi. Ve ben bekledim, bekledim…”

“İşte, geldim Lina! Baban şimdi seni doğruca eve, annene götürecek.”

Kapı açılınca bir gürültü koptu ve ünlü Paoli çetesi kanunun eline geçti.


[1] Şantajcı ve gaspçı bir örgüt (Camorra) üyesi.

[2] İtalyanca; yeraltı dünyasına ait.

[3] Karabinyer, Karabinari veya resmî adıyla Arma dei Carabinieri, İtalya’nın sivil nüfus üzerinde kamu güvenliğini sağlamaktan sorumlu karabinyer usulünde askerî bir kolluk teşkilatıdır. 

[4] Daniel 5:1-3‘e göre Babil Kralı Belşazzar bir ziyafette sarhoşken selefi Nebukadnezar tarafından Kudüs‘teki Yahudi Tapınağı’ndan çıkarılan kutsal altın ve gümüş kaseleri alır. Bu kutsal nesneleri kullanarak kral ve maiyeti “altının, gümüşün, tunçun, demirin, tahtanın ve taşın tanrıları”na şükreder. Birden vücutsuz bir insan eli belirir ve parmaklarıyla sarayın duvarına Mene, Mene, Tekel u Pharsin sözlerini yazar. Bunlar Aramca ölçü ve para birimi adları olarak bilinir: MENE; para birimi, TEKEL; şekelin bir söylenişi, FERES; yarım, parça. (Kaynak: Wikipedia)

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar