Korkmayın! Kaçın, arkanıza bakmayın sakın! Bakarsanız yakalanırsınız! Gizli bir operasyonun son kurbanlarıydık biz. Belki de savaş meydanında çırılçıplak kalmıştık da o sırada savaşı birisi durdurmuştu ve tüm gözler benim üzerimdeydi. Ne bakıyorsunuz? Ben utanılacak hiçbir şey yapmadım.
Başımıza gelenlerden birkaç saat önce tam da o gün ölümle konuştum. Önce ben sordum:
“Senin ölüm olduğunu biliyorum, bana kendini tanıtma!” dedim. “Yalnız nasıl öleceğim onu söyle.”
“Seni birisi acımasızca katledecek, ”dedi. “Belki yemeğine zehir koyacak ağır ağır öleceksin. Ağzından köpükler akacak. İnsanlar bilmediğin kötülüklerle doludur. Belki günlerce aç, susuz kalacaksın; çölde vaha arar gibi bir yudum su arayacaksın bu koca şehirde ama bulamayıp can çekişeceksin de kimse dönüp bakmayacak. Belki de vahşice vücudunun her bir uzvunun sana elveda deyişini gözlerinle görüp acıdan inlerken gözlerinden yaş gelecek, acının en saf haliyle tam da o anda tanışıp ağır ağır öleceksin.”
İki göz kapağım birbirinden gittikçe uzaklaşmış, şaşkına dönmüştüm. Sonra ölüm sordu:
“Ne bekliyordun ki, tanıyamadın mı insanoğlunu?”
Düşünceli halimle: “Ama anneyim ben, çocuklarım napar ben ölürsem?” diyebildim.
Evlerimizin olduğu yer: şehirdeki binaların az ilerisinde, sahile yakın bir yerlerde uzayıp giden çimenlerin ortasında, zemini iyi, bol yeşillikli, sedir ağaçlarının arasındaydı. Yaşadığımız yerin toprakları verimliydi, bunu anlayabiliyordum. Piknikçilerden geriye kalan bazı şeyler toprakla buluşunca hemen bir filiz peyda oluveriyordu. Toprak bir alıp bin vermeyi bile beklemiyordu böyle durumlarda, cömert kelimesinin karşılık bulmuş haliydi toprak. Havası ve suyu eşsiz güzellikte, doğal kaynakları azımsanmayacak yeterlilikteydi, herkese yetecek kadar yiyecek ve içecek vardı. Kocaman bir yerdi dünya.
O gün serin toprağın üstündeydik, ben ve altı çocuğum serpilmiştik doğaya. İkisi oyunlar oynuyor, hoplayıp zıplayıp oradan oraya koşturuyordu. Diğer ikisinin mor benekli bir kelebek dikkatlerini çekmişti. Benim de gözlerimi kamaştıran bu kelebeği, konduğunda yakalamaya çalışıyorlar; uçtuğunda ise peşinden koşturuyorlardı. Kelebek de bu oyundan hoşnutmuş gibi fazla uzağa uçmuyor, cesurca kanat çırpıp münasip gördüğü bir yere ilişiveriyordu. Diğer çocuğum pek miskin bir şekilde sabahtan akşama kadar yan gelip yatıyor, yemek yiyeceği zaman sanki bulutlar üzerinde yürüyormuşçasına salınıyor, yemeğini yiyip geri yatmaya gidiyordu. Sonuncusu ise onun aksine, doğanın vermiş olduğu imkânların tadını çıkarıyor, içindeki bitip tükenmeyecek olan keşif arzusunu sonuna kadar kullanıyordu. Çocuklarımın babasıyla da yine böyle güzel bir pazar gününde karşılaşmıştık. Kendisi cinayet büroda görevlidir. Olay yerine gelip görgü tanığı olarak benimle konuştuğu sırada tanıştık. Hakkında daha fazla bir şey öğrenemedim, o tek geceye sığan dev aşkımızdan geriye yalnızca bu anı kaldı. Ama bunu, burada tekrar söylüyorum: “ Köpek gibi gelecek köpeeekkk! Ayaklarıma kapanacak da işte o zaman yüz vermeyeceğim ona.”
Bizim muhitte oturan ve eskiden rehber olan Maya Hanımlar da bugün güneşlenmeye çıkmışlar. Tombul ve esmer, yanakları sarkık ve kocaman, kara gözleriyle boncuk boncuk bakarak bana: “ Merhabalar” dedikten sonra yakınıma bir yerlere oturuverdi. Havaların son günlerde güzel gitmesinden, çocukların derslerinden, geçim sıkıntısından konuşmaya başladık. Maya Hanım, emekli olmadan önce görme engelli insanlara bir yerden başka bir yere gitmeleri için yıllarca kılavuzluk yapmış. Emekli olduktan sonra ise büyük bir boşluğa düştüğünden sık sık buraya gelmeyi alışkanlık haline getirmiş.
Biz böyle muhabbeti koyulaştırmışken önümüzden Cesur Bey selam vererek ilerledi. Kendi kendine bir şeyler homurdanıyordu yine. Yaşlı olmasına rağmen her halinden dinç olduğu anlaşılan, bize kendisini gurme olarak tanıtan Cesur Bey genelde bir şeye kızdığında böyle davranırdı, ondaki bu hali yaşlılığın getirmiş olduğu bir özellik olarak düşünmüşümdür hep. Ama itiraf etmeliyim ki gurmeliğin hakkını veriyor, kendisi. Dışarıda bekletilmiş, bozulmuş, yüzeyi kurumuş, ağırlaşmış ya da ilaç kokan etleri hemen tanıyor ve kalitesiz olduğunu anlıyordu.
Zaman ilerledikçe toprağın serinliğine karşı pırıl pırıl olan o güneş tenimi yakmaya başlamıştı. Yaz günü yünlü kazak giymişim gibi yanıp kavrulmuştum. Ben kayıtsızca etrafı izlerken: havaya, suya, yağmura, buluta selam gönderirken pusu denen olay, saatler öncesinden başlamış. Uzaklardan hiç de iyi olmayan şeylerin kokularını yalnızca ben almamıştım. Herkes olduğu yerde donakalmış, yaprak kımıldamıyordu. Oyun oynayan çocuklarım durmuş, kelebek kovalayanlar taş kesilmiş, yatan evladım başını kaldırmış öylece bana bakıyor ve keşfe çıkmış olan çocuğumun ise olduğu yerde durduğunu görebiliyordum. Arkadaşım Maya da aynı yerinde duruyordu. Cesur ise göğsünü dışarıya doğru çıkarmış, en önde meydan okurcasına dikilmişti. O güzelim çimenleri yara yara dört bir taraftan bir anda etrafımızın sarıldığını gördük. Yüzlerinde maske; ellerinde siyah, parlak eldiveni olan adamlar; tüm sessizliği, tüm güzelliği bozmuşlar; gizlice ve büyük bir kurnazlıkla bu işi yürütmüşlerdi. Çocuklarımın gözlerinde ne anlama gediği anlaşılmayan kaygıyı, korkuyu ve heyecanı görebiliyordum. Yabani birer hayalet gibi saniyeler içerisinde yakınımıza gelmeyi başarmışlardı. O ana kadarki karşı koyuşlarımız, rüzgârla birlikte uçup gitmişti. O kadar çok bağırmıştım ki sesimin gittikçe çıkmaz olduğunu nice sonra fark edebildim. Bir ara Maya’nın : “ Kötü olduklarını söylemiştim sana,” dediğini duyar gibi olsam da ondan tarafa bakmaya zaman bulamamıştım. Çocuklarımdan birkaçının donmuş halde, yerlerinde titrediğini fark etmemle Cesur’un bize doğru koşturduğunu görmem bir oldu. Bu saatten sonra direnmek manasızdı. Çocuklarıma güç vermek adına : “Korkmayın! Kaçın, arkanıza bakmayın sakın! Bakarsanız yakalanırsınız!” dedim. Sezgilerim yeniden canlanarak beni binaların olduğu tarafa doğru yönlendirmişti ve var gücümüzle kaçmaya başladık. Koştururken acı ve tiz bir sesle irkildim. O tombul, yanakları sarkık arkadaşımın yer çekimine meydan okuyormuşçasına yanaklarının toplandığını, tombulluğundan eser kalmadığını o anda fark ettim. Haykırırcasına seslendim: “ Acele et, arkana bakma, seni yakalayacaklar!” İşte o anda yüzü maskeli adamlar önümüze de çıkmaya başladılar ve evlatlarımdan ikisi yakalandı. Yakalayan kişi, çocuklarımı ayaklarından tutmuş baş aşağı sallaya sallaya arabaya doğru götürüyordu. Bu kişinin hiç çocuk olmayışını ve hiç sevgi görmeyişini fark ettim o anda. Küçükken korktuğunda hiç “Anneeee!” diye bağırmamıştı kesin. Yoksa çocukları bu kadar korkutması açıklanamazdı.
Keşif yapmaya meraklı olan evladımın dikkatini siyah, parlak eldivenler çekmiş olacak ki ansızın duruverdi. Durmasıyla yakalanması bir oldu. Hızlı hızlı nefes almaya başladığım anda yerde hareketsizce yatan arkadaşımın yakalandığını gördüm. İniltileri tüm dünya seslerini bastırmış, her şeyin önüne geçmişti. İniltiyi duyan insanlar merak duygusuyla balkonlarına fırlamış sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Başındaki iki kişinin ise bir zafer kazanmışçasına birer tane keyif sigarası yaktıklarını gördüm. Bu kadar feryada bu denli kayıtsız kalan insanların gözüne perde inmiş gibiydi. Ben bunları düşünürken üç evladımın ağlama sesiyle kendime geldim. Onları, baş aşağı götüren adam dudaklarını büzmüş ıslık çalıyordu. Ağlama sesleriyle ıslık sesi birbirine karışmış, sıcaklık üzerimize karabasan gibi çökmüştü. Onun yakınlarında olan bir başka adam: “ Şurada merdiven var altında geçme!” diye uyarıda bulundu. Çocuklarımı götüren adam ise bu uyarıya aldırmadan ıslık çalmasını sürdürüyordu. “Islık çalıp şeytan çağırma kardeşim,” diye tekrar söylendi, aynı adam. Islık çalan bu adamın beyninde belli ki şeytanlar at koşturuyordu, başka şeytana nasılsa gerek yoktu.
Gözlerimi acıyla kapayıp açtım. Anne olmadan önce gök gürültüsünden çok korkardım. Ne zaman ki çocuklarım oldu korkumu cesaretimin gölgesinde bıraktım. Ben anne olarak çocuklarımın gözü önünde korkmamalıydım, onlar benden öğrenmeliydi: cesareti, mücadeleyi, gayreti… Şimdi kendimi savunma sırası bendeydi, yılmadan koşturdum, kaçarsam, kurtulursam yavrularımı kurtarabilirdim. Belki Maya’yı bile bunların elinden alabilirdim. Önümden Cesur’un geçtiğini görünce çabucak ona bir göz attım. İyiydi, yaşlıydı ama hızlıydı derken aniden sendeleyerek devrildi. Omuzlarını silkti, afallamıştı, kesik kesik öksürürken umutsuzca bana baktı. Onu da yakalamışlardı, bu sırada tüylerimin diken diken olduğunu fark ettim. Ton ton bir dedecik dünyaya gözlerini yumuyormuş gibi, koca ve yaşlı bir çınar ağacı kesiliyormuş gibi hissettim.
Onu öylece ardımda bırakırken tehlikelerle dolu, insanlar kadar binaların da çok olduğu sokağa saptım. Işık ve ses bolluğu, kokuların karmaşıklığı derken kendimi yeni bir keşmekeşin içinde buldum. Peşimdekiler bu duruma profesyonelce yaklaşırken sağ kalçamda tarifsiz bir acı hissettim. Anneliğimden vurmuşlardı beni. Felç olmuş gibi adımlarım yavaşladı önce, etrafımdaki iki ayaklıların sayısı arttıkça arttı, tüm gözler benim üzerimdeydi. Ne bakıyorsunuz? Ben utanılacak hiçbir şey yapmadım. Ne bir anneyi çocuğundan ayırdım, ne haince planlar yapıp sizi pusuya düşürdüm. Bunların hiçbirini yapmadım. Bu sırada tam yakınıma bir tane adam canavarca yaklaştı, gözleri kötü bir pırıltıyla parladı ve elindeki sopayı tam kaldırırken son gücümle keskin ve sivri dişlerimi göstererek elini ısırdım ve pençeledim. Adam elinin vermiş olduğu acısıyla sopayı hiddetle kaldırarak burnumun üstüne indirdi. Bu kez hırlayarak karşı koymak istesem de ikinci sopayı kaburgalarıma indirmesi bir oldu. Kaburgalarıma inen sopanın ağırlığı ve kalçama atılan iğnenin etkisiyle birlikte titremeye başladım. Dinmek bilmeyen büyük bir öfkeyle bir sopa daha yediğimde kendimi havada buldum. Saniyeler içerisinde havadan yere bir hamlede, göğsümün üstüne düştüm. Ağzım köpük doldu, yaklaşan bulantıyla birlikte kusmaya başladım. İşte o zaman benim ölümümle sonlanacak bu kavgayı bitirmek istercesine saldırganın artık durmasını istedim ve kesik kesik, kısık kısık havladım. Ama durmadı bir sopa daha yediğimde artık hiçbir şekilde karşı koyamayacağım kadar perişandım, o pırıl pırıl tüylerim kan içindeydi, kulağımdan yere kan damlıyordu ve sanırım ben ölüyordum. İnsanların yüzleri buğulanmış, fısıldaşmalar yüksek seslere dönüşmüştü.
Cinayet sadece silahla, tabancayla, bıçakla yapılmıyordu: bir aileyi herkesin gözü önünde tereyağından kıl çeker gibi yağmalamak da cinayetti. Bu hayvan dahi olsa böyleydi, bu bir köpek olsa dahi aynı şeydi ya da bir kuşun yuvasını bozmak bile bir cinayetti. Bu olanlar karşısında sesimizi çıkaramamıştık, kendi mücadelemizi biz bu şekilde vermiştik. Biz belki bir hayvandık fakat bazı insanlar en az bizim kadar hayvandı. Dört bacağımı sıkıca kavrayarak beni yattığım yerden bir hışımla kaldırdı. İşte o zaman başımı ve kulaklarımı yukarı dikip son gücümle uzun uzun uludum.
Tatlı, serin bir rüzgâr esti, mor benekli kelebek ürkekçe kanat çırptı, bir kuş öttü, bir yerlerden su hışırdadı, bulut demetleri hızlı hızlı geçti. Ölüm meleği konuştuğumuz gibi hafifçe el salladı oralardan bir yerlerden… Onu ve yaşadığımız bu yeri son görüşüm oldu bu an. Kocaman bir yerdi dünya: hepimize yeterdi…