Sevin Okyay; yazar, çevirmen, sinema eleştirmeni, caz eleştirmeni, polisiye eleştirmeni, spor yazarı, radyo programcısı. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitiren Okyay, 1964 yılından beri çeviri, 1975’ten beri gazetecilik, 1984 yılından beri de sinema eleştirmenliği yapıyor. İlk sinema yazısını 1984 Film Festivali’nde “Ve Gemi Gidiyor’’ adlı Fellini filmi için kaleme aldı.
Türkiye’nin ilk kadın sinema eleştirmeni olan yazar, “Bilge Olgaç Başarı Ödülü” aldığı Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali tarafından “1984 yılından beri sinema üzerine yazan, bu alanda pek çok kadın yazara da öncülük eden içten kalemiyle sinema yazarlığına yeni bir soluk getiren Sevin Okyay” olarak tanımlandı. Gazeteciliğe Politika gazetesinde muhabir olarak başladı. Sonrasında sinema, edebiyat, caz ve spor konuları üzerine geniş eleştirmenlik yelpazesiyle dikkat çekti. Beş buçuk yıl boyunca TRT’de “Ve Sinema” adlı televizyon programını hem hazırladı hem sundu. NTV Radyo’da “Caz ve Ötesi” adlı caz ve “Cinayet Masası” adlı polisiye programları hazırladı ve sundu. Reha Erdem’in “Kaç Para Kaç” adlı filminde misafir oyuncu olarak rol aldı. Tiyatroyla da ilgilenen Okyay, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Mehmet Atak’ın tasarlayıp yönettiği “Hamlet 2001” adlı oyunun dramaturgluğunu ve çevirmenliğini, Pınar Selek için sahnelenen “Masal Pınarı / Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez” adlı oyunun dramaturgluğunu yaptı. “Bernarda Alba’nın Evi”, “Üç Kişilik Gezegen”, “Eski Günler” ve Kenan Işık için “Othello – Arabın İntikamı” oyunlarını çevirdi, “Seeking For Helen”, “Benim Cyrano’larım” oyunlarını ve Nuri Pakdil’in “Korku” adlı oyununun İngilizce liriklerini yazdı.
Sevin Okyay, Harry Potter kitaplarının çoğunu Türkçeye çevirdi. Seriyi çevirmeye ikinci kitap Sırlar Odası’yla başlayan Sevin Okyay, üçüncü kitaptan yedinci kitaba kadar diğer kitapların da oğlu Kutlukhan Kutlu ile çevirmenliğini üstlendi. Sevin Okyay’a çeviri dünyasına katkılarından dolayı Çeviri Derneği’nin 2014 Onur Ödülü verildi. Çeşitli televizyon ve radyo kanallarında programlar hazırlayan ve sunan Sevin Okyay, her sene düzenlenen ulusal ve uluslararası festivallerde jüri üyeliği görevini de sürdürmektedir.
Sevin Hocam, yazarken bile başım döndü ve eminim ki tüm bu yazıya dökülenlerin eksiği yok, sizde kesinlikle fazlası vardır. Öncelikle Dedektif Dergi’nin 23. Sayısında bizleri kırmayıp konuk olduğunuz için hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Vallahi öyle heyecanlandım ki isminizi duyduğumda ve şu an bile, heyecandan söyleyeceklerimi şaşırmam umarım. Nev-i şahsına münhasır Sevin Hocam, tekrar hoş geldiniz.
Hoş bulduk. Böyle söyleyince antipatik oluyor. Estağfurullah…
Sizi az tanımama rağmen oldukça mütevazı birisi olduğunuzu duymuştum. Peki, on parmağında neredeyse kırk marifet olan Sevin Okyay, bu kadar donanımlı olmayı neye borçludur acaba?
Tevazudan ziyade haddini bilmek derdim ben olsam. Bildiğim demeyeyim de, ilgilendiğim şeyleri olağanüstü bir annem olmasına, güzel bulduğu her şeyi bize de tanıtmasına (peki kendisini el üstünde mi tuttum? Ne gezer! Nankör bir çocukmuşum), okulum Amerikan Kız Koleji’nin çok iyi bir döneminde orada okumuş olmama, maymun iştahlı olduğum halde okumaktan hiç bıkmayışıma, İngilizce’yi okulda bırakmayıp sürekli dergi ve kitap okumaya borçlu olsam gerek. Bir de yazdığım sanat dallarının hepsiyle ilgilenirim, gene ilk nedene – anneye dönüyoruz. Çünkü küçük yaşlardan itibaren hepsi onun tarafından önümde açıldı.
Eleştirmenlik, yazarlık, muhabirlik, radyo-televizyon programcılığı… Tüm bunlar bir noktada birbirlerine zincirleme bağlı diyebilir miyiz? Hepsi de sanat ve edebiyat temalı işler, birinde başarılı olunca bu durum diğerlerinin de yolunu açıyor denebilir mi?
Aslında bazen birbirlerinin önünü bile kesebiliyorlar. Birbirlerinden zaman çalıyorlar. “Konsere gideyim, filmi nasılsa görürüm,” gibisinden. Gerçi kitap okuma vaktini yaratırsın, onu çalabilen olmaz pek. “Vakit bulamıyorum,” diyen de yalan söylüyordur. Sen gene de benim hep anlatmaya çalıştığım bir şeyi söylüyorsun. Bunların hepsiyle ortak ilgim, yazmak. Onları izliyorum ve yazıyorum. İşim o yani, yazmak. Caz da değil, sinema da değil. Spor olabilir biraz çünkü yıllarca yoğun bir şekilde spor yaptım. Belli bir konuda yazmaya başlayıp da iyi kötü isim yapınca, başka bir alana dalmam merakla birlikte ilgi de uyandırmış olabilir. Oysa sonuçta işin bu: kültür-sanat elemanısın.
Yapmaktan keyif aldığınız şeyleri, özel meraklarınızı, yaratıcılığınızı da ekleyerek birer mesleğe dönüştürmüşsünüz. Lakin bu kadar yoğunluk ve baş döndürücü iş arasında yorulup sıkıldığınız oluyor mu hiç? Yani sizin için dezavantajı var mı bunun?
“Birer” değil aslında, tek bir meslek: yazmak. Ama yazı konularımın hepsi hakkında bir fikre sahiptim. Çok kitap okumuş, çok konsere gitmiş, çok film ve oyun izlemiştim. Ama belki de en çok spor müsabakalarına gitmişimdir. 1975’ten beri basındayım, 1984’te sinema yazarı oldum, sanırım 1964’te de çevirmen. YKY’den (editörlük devri) Açık Radyo’ya geçtim. Belki de en sevdiğim iştir, okuma ve yazma dışında. TV’de beş buçuk yıl çalıştım, ama hiç kanım kaynamadı. Dramaturgluk da bana Mehmet Atak’ın hediyesidir. O oyunun çevirisini de siz yaptıysanız, kendi kendinizle bir köpek dalaşı içine giriyorsunuz. Kısacası, sevmek bir yana, pek anlamış bile sayılmam. Çeviriyi seviyorum, ama daima zordur. Yazma konusunda talihliyim, çabuk ve kolay yazarım. Yorulduğum, uykusuz kaldığım çok oluyor. Sıkıldığım ender, sevdiğim şeyleri yapıyorsam sıkılmam. Kutlukhan bir keresinde benim sevdiğim işleri yaptığım için onlara para ödenmesini bile tuhaf bulduğumu, onun için hep az parayla çalıştığımı söylemişti. Doğrudur.
Peki, tüm bu yaptığınız işler arasında en keyif aldığınız uğraş hangisi?
Galiba en çok radyo programı yapmayı seviyorum. En yeni faaliyetim ama o bile çeyrek asrı bulmuş. Spor yazısı yazmayı da çok severim, ancak eskisi kadar yazamıyorum. Yersizlikten… Öğretmenliği de yıllardır çeşitli yerlerde yapıyordum. Onu da severim, öğrenciler konuyla ilgileniyorsa…
Eskilerin, durduğu yerde duramamak diye bir tabiri vardır, her şeyden çabuk sıkılanların yaratıcılığı da bir o kadar artar, aynen durduğu yerde duramazmış. Çocukken de mi böyle çok donanımlı biriydi Sevin Okyay?
Maymun iştahlılık için mi sordun yoksa? Doğrudur, maymun iştahlıyım biraz. Ama mesela okumaktan hiç sıkılmadım. Durduğum yerde duramamak denemez belki de. Gerçi bazı nankör büyüklerin dediği gibi köşe minderi de olmamıştım hiç. Annem ise bende atalet olduğunu düşünürdü. Ben de bazal metabolizma bahanesine sığınmaya çalışırdım ama, yokmuş öyle bir şey. Annem, “Bu çocuğu çalışmaya başlatmak mesele. Ondan sonra bitene kadar elinden bırakmıyor,” derdi. Ah keşke! Çocukluğa gelince, anneme borçlu olduğumu söylediğim bütün bu edinilmiş zevklerin başladığı dönem çocukluk zaten. Ama “donanım” sözü biraz iddialı.
Peki, kariyerinizi şekillendiren, örnek aldığınız biri oldu mu, yani ben de onun gibi olmalıyım dediğiniz..
Hiç olmadı mı acaba? Küçükken Françoise Sagan’ı çok kıskanırdım. Gencecik yaşta adını duyurmuş, kitaplarından film bile yapılmış diye. Sonra bunun yetersiz bir kıstas olduğu anlaşıldı. Uzun yıllar Ava Gardner kadar güzel olmak istemiştim. O da istemekle olmuyor, yazık! Kurmaca karakterler içinde idolüm Cyrano de Bergerac’tır. O “İstemem eksik olsun!” hayranlığı yüzünden çekmediğim kalmamıştır. “Küçük Kadınlar”ın Jo’sunu da çok severdim ama yazarına aman aman hayran değildim.
Otuz yaşından sonra çıraklık ettiğim iki kişi olmuştur: Selâhattin Hoca, yani Selâhattin Hilav ve hoca değil de arkadaş olduğu halde Enis Batur. Enis’in el yazısıyla yazdıklarını bilgisayarda temize çekmek suretiyle de hayatta adını duymayacağım sürüyle insan hakkında malumattar oldum ve bu sayede, gene Enis’in başıma sardığı sevgili Alberto Manguel’in yazılarını kendimi mahcup etmeyecek şekilde çevirebildim. Çağrışımım kuvvetlidir ama Fransızca bilsem isimler açısından işim kolaylaşacaktı, o başka.
Çocukluk demişken, çocukken okumayı en sevdiğiniz kitaplar hangileriydi? Anne babalar bazı kitapları okutmazlar çocuklarına, mesela rahmetli babamın da okumamı kesinlikle yasakladığı kitaplar vardı, size de yasakladıkları kitaplar var mıydı? Ve çocuk Sevin, yasaklara genelde uyan biri miydi, yoksa başına buyruk biri mi?
Öncelikle okula gitmezken annemin bana okuduğu kitaplar: Oliver Twist, Tom Sawyer’in Maceraları, Pollyanna, Küçük Kadınlar… Ama en çok sevdiğim, hiç unutamadığım çocukluk kitabım, karakter adlarından bilgisayarda sıkça parola yarattığım Ferenc Molnar imzalı Pal Sokağı’nın Çocukları’dır. Su Bebekleri’ni de severdim. Bir de Alice Harikalar Diyarında’yı. Ancak, Alice’i değil de Harikalar Diyarı’nı. Alice’in Victoria Devri’ne has bir kızcağız olduğunu düşünüp onu mazur görmeyecek kadar küçüktüm. 9-10 yaşlarında okuduğum yazarlardan Panait İstrati ile John Steinbeck’i ise çok sevmiştim. Halen de severim.
Yasaklara gelince, ben evin kitap görevlisiydim. Babamın çalışma odasındaki kütüphanenin kaydını tutardım. O sıralarda da kartoteks diye bir şey bilmediğimiz için, sonradan ekleyebilmek için aralık bırakarak defterlere yazardım. Babam bana Pitigrilli’leri okumamamı tavsiye etmişti. Pitigrilli çok meşhurdu, ama babama göre kadın düşmanıydı. “Kafan karışır, kızım” demişti. Yüzümü kütüphaneye dönünce sağıma gelen en üst raftaki Louis Charles Royer’ler ise kesinlikle yasaktı. İlk fırsatta oraya tırmandım ve “İnsan Harası”nı okudum. Çok anlamsız ve sıkıcı buldum. Yani, meraklıydım ama kötü etkilere karşı onun sandığından daha sağlamdım. (Bu arada Pitigrilli. Royer’den daha da sıkıcıydı). Yasak lafına karşı evveleski alerjim vardır. Onun bir derece altında da “Yapma!” gelir. Ancak alenen başına buyrukluk etmezdim. Ama, örneğin verilmeyen bir iznin peşini çeşitli yöntemler kullanarak hiç bırakmazdım. Annem sonunda beni “sinsi” olmakla suçladı. Eh, belki. Biraz.
Eskiye göre olmasa da şimdi bile bazı kitaplar sakıncalı görülebiliyor. Peki siz bir yazar olarak, sansür konusunda ne düşünüyorsunuz, gerçekten de bazı kitaplar içerik olarak uygunsuz/sakıncalı sayılıp yasaklanabilir mi?
Sanat eserlerinin sansürlenmesinin kesinlikle aleyhindeyim. Peki, bir eserin sanat eseri olup olmadığına kim karar verecek? Sanat değerinden ziyade tacirliğe değer verilen bir dünyada? Bence biz, okurlar. Doğrudan insanlara zarar verme konusunda yol gösterenler dışındaki eserlere müdahale edilmesini hoş karşılamamak gerek. Yoksa kendimizi toptan sansürlenmiş bir dünyada bulabiliriz. Ancak şahıs olarak onaylamadığımız eserlere yaklaşmama kararı alabiliriz.
Ekşi Sözlüğe Sevin Okyay yazdım, karşılığında ‘Çeviri nasıl yapılmalı adlı bir seminer vermesi gerektiğine inandığım kişi’ çıktı. Bu konuda duayen addedilen biri olarak, çevirdiğiniz eserleri düşünürsek, şimdi yapılan çevirileri nasıl buluyorsunuz? Size göre eksileri ve artıları neler?
Çok teşekkür ederim, ama onu yapmaktansa kitap çevirip yazmayı tercih ederim. Gerçi çeviride bir nebze yol gösterilebilir. Yazarlık seminerinden daha ümit verici olabilir. “Duayen” de çok iddialı. Bugünün örneğin yirmi yıl öncesinden çok daha kötü olduğuna nasıl karar verebiliriz? Ben eski çevirmenleri severdim, çünkü Türkçe bilirlerdi. Orijinallerle mukayese etme imkânımız da olmadığı için herhalde kitap da aslında böyledir diye düşünürdük. Sonradan hepsinin öyle olmadığı anlaşıldı. Şimdiki çevirilerde hiç değilse o iyi Türkçe’yi görmek isterdim. Ama çevirilerin iyiliği-kötülüğünde yayınevlerinin tavrının da payı olduğunu unutmamak gerekir.
Çevirmenlik söz konusu olunca da, benim ilk aklıma gelen polisiye kitapların çevirisi oluyor. Bildiğim kadarıyla klasik polisiyede Agatha Christie kitaplarının tümü çevrildi, diğer klasik kitapların da bir kısmı basıldı, ancak epeyi eskiden basıldığı için okur piyasada bulamıyor. Bu hususta da aklıma ilk gelen isim Raymond Chandler oldu. Bu bağlamda, klasik polisiyelerin popülizme yenik düştüğünü söyleyebilir miyiz?
Bunun çeviriyle ilgisi yok ki! Yayınevi isterse çevirirsin. Yani klasik polisiyelerin (Agatha Christie hariç) unutulmasından biz sorumlu değiliz. Ama Everest Raymond Chandler’leri bastı. Sadece “The Long Goodbye/Uzun Veda” kaldı ki, o da yaz sonunda sorumsuz çevirmeninin elinden çıkarsa, hepsi tamamlanmış olacak. Ama bırakın en eskileri, Chandler’la dönem olarak yaşıt Dashiel Hammett’ın kitaplarını bile bulmak zor. Altın Çağ’ın kraliçesi Christie’den belki (bence) daha iyi bir yazar olan Dorothy Sayers’ın da basılacağını sanmıştım, olmadı. Çok sevdiğim bir karakter, Cadfael Birader, birkaç kitap sonra bir kenarda kaldı. Lawrence Block’lar bile basılmıyor artık. Michael Connelly’lerin durumunu bilmiyorum. Popülizm derken neyi kastediyorsun? Mesela Patterson’u mu? Popülistin önde gelenidir ama çok seviliyor. Oysa artık ortak imzasıyla çıkan kitaplara katkıda bulunduğundan bile şüphedeyim. En iyi gelişme ise, yerli polisiyenin kendine okur bulması ve hem basılması, hem de satılması.
Hazır çeviri ve polisiyeden konu açılmışken, Sevin hocam son 30 yılda klasik polisiyelerin yeniden canlanmasıyla ortaya ‘’Cozy Mystery’’ diye yeni bir tür çıktı. Dedektiflerin genellikle amatör, yerel polislik durumlara meraklı, hobileri olan, gerilim üzerine bulmaca çözmeyi seven, olaylara ve kişilere kulak misafiri olarak ipuçlarını topladığı ve doğal zekalarıyla sezgisel hislerini kullanarak toplumun sosyal dinamikleri üzerinden suç çözümlemeleri yaptığı bir tür şeklinde tanımlayabiliriz sanırım. Polisiyenin rahat ve hafif türü sayılan Cozy Mystery için sevgili Gencoy Sümer hocam da soruyor, bunu Türkçeye nasıl çevirebiliriz?
Son 30 yılda ortaya çıkmadı, Altın Çağ’da vardı, 2010’larda yeniden canlandırıldı. Küçük, tablo gibi güzel bir kasaba ya da köy; karakterleri de genelde çevrende görüp ahbaplık etmek isteyeceğin insanlar. Esrar çözücüleri ise genelde yerel halktan amatör dedektifler, bu esrarları bulmaca çözer gibi çözmeyi seviyorlar. Evet, olaylara ve kişilere kulak misafiri olarak ipuçlarını topladıkları, sonra da zekâları ve sezgileriyle meseleyi çözdükleri de doğru. Ayrıca, mevcut karakterleri tanıdıkları karakterlere benzetmenin faydasını da görüyorlar. Miss Marple’ı anlatır gibi oldum, değil mi? Çünkü Miss Marple bir cozy mystery dedektifi öncüsüdür. Kitaplarında esas olarak cinsellik, kan-revan, küfür, dehşet olmayışı açısından Agatha Christie de bizi rahatsız etmeyen bir cozy polisiye yazarı sayılır. Çünkü bizim polisiyelerimizde böyle bir alt-tür yok. Ayrıca, resmi çözücülerin işine karışabilen kadınlar da yokmuş. Oysa, cozy’leri yazanlar genelde kadınlar olduğu gibi, kitaptaki amatör dedektif de çoğunlukla bir kadındır. Aslında böyle kitaplar Zuhal Kuyaş’a yakışırdı gibi geliyor bana. Onun “dönem polisiyeleri” de eşsizdir gerçi.
Gencoy’un sorduğu karşılığa gelince, bunlar Türkçe’de tek kelimeyle karşılığı olmayan kavramlar, kelimeler. Bilmiyorum ki, “keyifli polisiye, rahat polisiye” denebilir mi? Biraz komik kaçıyor.
Bizde pek kullanılmayan, ancak yabancı polisiyelerde karşımıza oldukça sık çıkan “alibi’’ kelimesi var, ve Türkçeye “mazeret’’ şeklinde çevriliyor. Hukuk sözlüğünde ise “Suçsuzluk delili; cürüm/cinayet işlendiği esnada cinayet yerinden başka bir yerde bulunulduğunun ispat edilmesi,’’ olarak geçiyor. Mazeret ile ispat kelimeleri birbirinden farklı anlamlar içermekte, ispat etmek kesinlik içerirken mazeret kesinlik içermiyor. Peki Sevin Hocam, sizce mazeret kelimesi bunun için uygun mu? Yani bu açıdan değerlendirirsek biraz yetersiz kalıyor gibi.
Bunu da mı Gencoy sordu?
Alibi kelimesini oldum olası merak etmişimdir, Gencoy Sümer’e sordum, Sevin Okyay’a bir sor istersen, bakalım o ne diyecek dedi. Tabii bu işte sevgili Turgut Şişman’ın da parmağı yok diyemem. Aman peki, onun başının altından çıktı ilk, kabul.
Polisiye ile ilgili çeviride karşıma çıkmadı. Yazılarda da gerekirse tam karşılığını kullanıyorum. Biraz uzun ama hiç değilse doğru. Mazeret elbette yetersiz. Aslında olay ânında başka mekânda olduğunu ispatlamak demek.
Kitap okumayı çok sevdiğinizi söylüyorsunuz, hatta bir yerlerde ‘’Bir tek okumaktan bıkmadım’’ şeklinde bir cümlenizi gördüğümü hatırladım. Peki, edebiyata bu kadar tutkunsunuz, neden aynı zamanda da polisiye okuyorsunuz, size heyecan verdiği ve adrenalini artırdığı için mi? Polisiye kitapları edebiyat türü içinde görmeyenler var, polisiyeyi size sevdiren ne oldu?
Polisiyenin edebiyata dahil olmadığını düşünüyorsun demek. Bir polisiye dergisi için üzücü bir yaklaşım.
Elbette ki öyle düşünmüyorum, sadece öyle düşünenler olduğu için sormak istedim bu soruyu. Yani hala öyle düşünenler var.
Heyecan elbet bir unsur ama şiddet ve vahşetten ben şahsen hoşlanmam. Sadece “kaçışcı” olduğu için okunduğunu da sanmıyorum. Hatta ille de kaçışcı olduğundan bile emin değilim. Bizim evimizde çok polisiye vardı. Akba’nın kitapları harikadır. Eh, Ak’tan da iyi kitaplar çıktığı görülmüştür. Zaman zaman “edebî” kitaplar basan yayınevleri de polisiyeye kapılarını kapatmaz. Lafın kısası, iyi polisiye, iyi edebiyattır. Bugün edebiyat niyetine basılan şeyleri görüyorum da, seçkin polisiye yazarlarının kitaplarını her pozisyonda onlara tercih ederim.
Edebiyatın birçok türü olduğu gibi polisiye romanlarda da böyle bir tür ayrımı yapabilir miyiz?
Eh, yapacak olmasak “cozies”i sormazdın zaten. Onlar var, ‘hard-boiled’ dediğimiz (Raymond Chandler) var. Perry Mason gibi avukatlı-hukuklu-mahkemeli kitaplar var. Michael Crichton’ın kralı olduğu ama iyi kadın yazarların da yazdığı tıbbi polisiyeleri unutmuyoruz. Cadfael Birader’in örnek oluşturduğu tarihi polisiyeler var. Karakterleri itibariyle de daha alt türlere ayrılabilirler.
Polisiye edebiyat türü sizce, günümüzde ne gibi değişikliklere uğradı, yani geçmişi ile kıyas yapacak olursak. Sevin Okyay tarafından bakmak istiyorum.
Bunu boşver, bir yazı olarak sonra dergiye yazarız, Özlem.
Ahmet Ümit, Yekta Kopan’la yaptığı bir söyleşide, ‘’Katil Kim?’’ polisiyesinin modasının geçtiğini, bu tür romanların Agatha Christie ve A.Conan Doyle gibi yazarların zamanında kaldığını, günümüz polisiyesinde artık suç kavramı üzerinde durularak bunun anlatılması gerektiğini ve bugün yapılanın da bu olduğunu söylüyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz, sizce de ‘’Katil Kim’’ polisiyesinin modası geçti mi?
Bunu da yukarıdaki yazıya ekleriz.
Vallahi çok sevinirim hocam, bunu Dedektif Dergiye verilmiş bir söz olarak kabul ediyorum izninizle o zaman. Peki, Türkiye’deki polisiye edebiyatın gelişimini nasıl buluyorsunuz? Beğendiğiniz yerli polisiye yazarlar kimler?
Gayet iyi buluyorum. Günümüzde sevilen karakterler yaratmış, sık sık yazan, işini seven genç polisiye yazarlarımız var. Gerçi artık (öncelikle Erol ağabey-Üyepazarcı sayesinde) zengin bir polisiye tarihimiz olduğunu da biliyoruz ama, okurların “çok satar” yaptıkları ilk yazar Osman Aksu oldu. Ancak polisiyede çığır açan, kendinden sonra gelenlerin önünü de açan elbette Ahmet Ümit oldu. Okurlarıyla, halkla çok kıskanılacak sağlam ve samimi bir bağ kurdu. Karakterlerini, özellikle Nevzat Başkomiser’i çok severim. Bunda İsmail Gülgeç’in çizgi roman uyarlamalarının da rolü var. Onun dışında, filmlerdeki ve dizilerdeki Nevzat’lar şahsen içime sinmedi. Ahmet’e gelince, mesleğini ve konularını ciddiye aldı. İyi yazardır, iyi bir araştırmacıdır. Polisiye hakkında da düşünen bir insandır.
Ama sana beğendiğim yerli polisiye yazarlarından ad veremem. Zevkle okuduğum bayağı çok yazar olsa da, unutup da kalp kırmak istemem.
Sizce neden polisiye okuyoruz, bazen düşünüyorum bir insan neden kanlı cinayet sahneleri okur ki? İnsan ruhunun deliliklerini, sapkınlıklarını mı anlamaya çalışıyoruz acaba, yoksa bu sadece merak dürtümüzden, bulmaca çözmeyi seviyor olmamızdan mı kaynaklanıyor?
Sende polisiyeye karşı bir düşmanlık mı var, bana mı öyle geliyor?
Hayır hayır, olaya sadece kötü polis tarafından da bakmak istiyorum, şu meşhur her insanın içinde bir delilik mutlaka vardır, sözü cidden doğru olabilir mi acaba? Belki de polisiye roman okuyarak bu yönümüzü kışkırtıyoruzdur. Hocam vallahi fikrinizi merak ettiğimden soruyorum.
Belki de seçici olmak gerekiyordur. Kanlı cinayet sahneleri istiyorsan (ya da istemiyorsan) mesela, seni Grangé’ye davet edeyim. Hatta son zamanlarda iyice cılkını çıkardı, kanlı cinayet sahnelerinin fersah fersah ötesine geçti. O ve benzerleri dışında, usta, zeki, esrarına hâkim yazarlar var. Eski ustaların büyük kısmı, seçkin İskandinav yazarları, benim için tabii önce İngilizler. Ama Avrupa’da da çok iyi yazarlar var. Camilleri, Leon, Markaris Fransızlar ve kimi Amerikalılar ki bazıları buraya gelmedi bile. Ve bu janrda çok başarılı kadın yazarlar…
Kitap okuma alışkanlığı çocukluktan başlıyor, sonradan da bir yaşam biçimi halini alıyor, benim için öyle oldu. Ben çocukken şartlar nedeniyle kitap alamazdık pek, genellikle arkadaşlarımdan edindiklerimi okur ve çok beğendiklerimi geri vermez, kayboldu falan diye de uydururdum. Sevin Okyay’ın da böyle şeyler yaptığı oldu mu hiç, yani bu derece tutkulu muydu kitaplara? Bugün bile hafızasında kalan bir anısı var mı?
Hayır, yok. Tutkuluydum ama çok kitap okunan bir evin çocuğuydum. Kitap, hem de iyi kitap sıkıntısı çekmedim hiç.
Peki, okumayı en çok sevdiğiniz, sizde iz bırakan kitaplar var mı, varsa çok merak ettim.. İlk 10 kitap desem mesela..
Neredeyse seksen yıla yakın bir sürede on kitap ha? Hayatın çeşitli dönemlerinde farklı kitaplar seviliyor. Sonra bu 10 sayısını da sevmiyorum. En iyisi ben sana birkaç kitap adı söyleyeyim. Kaç tane olur, bilemem. “Catcher in the Rye” (J.D. Salinger), “Pal Sokağı’nın Çocukları” (Ferenc Molnar), “The Dictionary of Imaginary Places/Hayali Yerler Sözlüğü” (Alberto Manguel-Gianni Guadalupi), “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” (İtalo Calvino), “Ulysses” (James Joyce), “The Great Gatsby” (F. Scott Fitzgerald). Öyle çok ki… Kimbilir neler unuttum? Polisiyede beni en çok etkilemiş olan dersen, “Köstebek / Tinker Tailor Soldier Spy”. Çok yaşasın John Le Carré!”
Teknoloji ile okuma alışkanlıklarımız da hayli değişti. Kitapların yerini E-booklar aldı, çoğu insan artık pdf kitap okuyor, basılı kitap taşımanın gereksizliğinden bahsediyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Dijitalleşmek okumanın büyüsünü bozuyor mu?
Keyfini kaçırıyor. Tatile, seyahate çıkarken işe yaradıklarını kabul ediyorum ama ben kitapların ağırlığına razıyım. Ayrıca, işin içine bilgisayar girince zorluk da çekiyorum (pdf). Gözünde astigmat olan insanlar için de hayırlı bir şey değil. E-kitapla hiç ilgilenmedim. Ben yanıma kitaplarımı alıyorum, yatarken okuyorum, taşımaya da üşenmiyorum.
Malumunuz pandemi tüm dünyayı hızla etkisi altına aldı, birçok alışkanlığımız değişti, daha da değişeceğe benziyor. Sevin Okyay pandemi günlerini nasıl değerlendiriyor? Üretkenliğiniz daha da mı arttı, yoksa çoğu insan gibi içe dönüp kendinizi mi dinlendirdiniz? Neler yaptınız bu dönemde?
Çalıştım. James Baldwin kitabı dediğim ama Raoul Peck’in yazdığı “Ben Senin Zencin Değilim / I’m Not Your Negro” çıktı, ikinci baskı yaptı. Raymond Chandler (The Long Goobye) bu ay içinde biter. “Hayvan Çiftliği / Animal Farm”ın yeni baskısı Ocak’ta çıkacak. “Çiçek Dürbünü” baskı yapıyor (Kırmızı Kedi), ikinci bir kitap da hazırlıyoruz, yeni yazılarla. Çok sevdiğim bir kitap olduğu için memnunum. Eh, yazılar var, malum. Birgün’e, Milliyet Sanat ve Milliyet Kitap’a. NTV Radyo’nun programlarını yeniden yapmaya başladık. Tembellik yapmayınca sıkılmıyorsun. İnternet, kıymetli oyunlarım, istediğin zaman uyuma (gerçi çalışmaya da bağlı) derken, bir baktım gene vakit yetmiyor. Aslında benim için pek bir şey değişmedi, yolda geçen saatleri cebime atan zaman kazandım. Ben içime dönüp kendimi dinlemekten, gözümü duvara dikip uzun uzun düşünmekten anlamam pek. Beceremem yani…
Biraz da sinemadan bahsetmek istiyorum. İlgilendiğiniz o kadar çok konu var ki, yani sormaya kalksam, derginin tüm sayısını sadece size ayırmamız bile yetmeyecektir. Sinema eleştirmeni olabilmek için çok film izlemek yeterli midir? Şimdi özellikle sosyal medyada bilginin değil, popülerliğin hâkim olduğunu düşünürsek, sinema eleştirmenliği eskisi kadar önemseniyor mu? Açıkçası benim gördüğüm, bir film izleyen de kendini sinema eleştirmeni yerine koyabiliyor.
Yeterli değildir ama bence şarttır. Sinema geniş konu. Bir filmi eleştirirken mukayese de yapabilmelisiniz. Sinema tarihi bilmelisiniz. Başka sanat-düşün dallarına aşina olmanın da faydası olur. Sadece film izlemek yetmez, okumak da gerekir. Sinema eleştirmenliği eskiden de arzuladığımız kadar önemsenmiyordu. Şimdi kolaycılık marifet sayıldığı için hak ettiği saygınlık daha da esirgeniyor.
Sevin Okyay yönetmenlik yapsa, hangi kitabın filmini çekmek isterdi, karakterlerde kimleri oynatırdı? Sosyal medyada hâkim olan şey, çok satan kitap gibi bir şey.
Hiç öyle bir niyetim yok. Ama sevdiğim yönetmenler sevdiğim kitaplarla ilgilensin isterim.
Sinema televizyon aklıma gelmişken, polisiye dizi izler misiniz, yerli polisiye dizimiz pek yok, olanları nasıl buluyorsunuz? Örneğin en son ‘’Alef’’ dizisi oynadı. Yerden yere vuran da oldu, çok beğenen de. İzlediyseniz, dizi sizce de olması gerektiği gibi miydi, yoksa eleştirildiği gibi eksik mi kaldı?
“Alef”i izlemedim. Yani, denk düşmedi. Ama sevdiğim diziler olmuştur, genellikle paralı kanallarda. Yabancı dizi sürekli izlerim. Cnbc-e varken onların dizilerini izlerdim. Daha doğrusu, “bizim”, çünkü Cnbc-e dergisinde çalışıyordum, NTV’deydim yani. Yabancı polisiye diziler, sporla birlikte en çok izlediğim şey belki de. Digiturk’de, BBC-HD’de, rastlarsam ve anlarsam Fransız kanallarında, Netflix’de…
Peki, edebiyatı, sinema eleştirmenliğini, caz üzerine yazılarınızı anlarım da spor üzerine yazılar yazıp, radyo programları yaptınız. Şimdi ne alaka diyesi geliyor insanın, spor yazmaya nasıl başladınız?
Spor seviyorum, onu da mı sevmiyorsun? Küçüklüğümden beri başta futbol, her türlü spor müsabakasına giderim. İyi bir Beşiktaşlıyım. Voleybol ve basketbol oynadım. Atletizmi, tenisi, snood’u, aslında pek çok sporu severim. Spor programları en sevdiğim radyo programlarının başında gelirdi. Yazmaya, Nokta’da çalışırken başladım.
Bu kadar kompleks biri olmanız bazen sizi korkutmuyor mu? Ya başarılı olmazsam ya beğenilmezsem endişeniz oldu mu hiç?
Kompleks değilim ki. Sade bir insanım. Böyle senin yaptığın gibi listeler yapıp, şunu yapar bunu yapar derlerse korkuyorum. Ayrıca, insanı antipatik gösteriyor. Oysa bana anormal bir şey yapmıyormuşum gibi geliyor. Çok gençken beğenilmek isterdim. Çok uzun zamandır, bu sevdanın peşini bıraktım. Küçükken bizim gittiğimiz yerlere herkes gider sanırdım. Gitmiyorlarmış ama. Keşke gitselermiş. Kötü bir şey değildir.
Bir insanın her şeyden bu kadar anlayıp üstüne yazılar yazması acımasızca eleştirilir bazen. Size de böyle tepkiler geldiği oldu mu?
Bir defa, “bu kadar”ı anlamıyorum. Ben daha ziyade seyirci-dinleyici-okurum. Konuşur gibi yazıyorum. Rahat yazıyorum. Belki onun için pek tepki gelmedi. Ama zaman zaman haddimi bilmemekle suçlanıyorum.
Zaman zaman kendinizi eleştirdiğiniz oluyor mu peki? En çok hangi tarafınızı beğenmiyorsunuz?
Çok sabırsızım, aceleciyim.
Yine polisiyeye dönecek olursak, POYABİR faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz, sizin de katkılarınız oluyor mu ya da olması yönünde size bir talep geldi mi?
Katkı yolunda herhangi bir talep gelmedi. Ben de “e-“ olan hiçbir şeyden hoşlanmadığım için (pardon, “e-mail” hariç) dergiye de bulaşmadım.
POYABİR tarafından polisiye roman üzerine ilk defa bir ödül, Kristal Kelepçe verildi. Sizce, polisiyede bir romanın çok satması mı önemli, yoksa ödüle layık görülmesi mi onu iyi kitap yapar?
İkisi de yapmaz, iyi yazılmış olması yapar. Bu arada, sanırım Kristal Kelepçe ödülünü de ben vermiştim.
Sevin Okyay’a göre bir polisiye roman yazarının, kitabında en çok neye dikkat etmesi gerekir?
Yazarına bağlı. Bence polisiyenin “olmazsa olmaz” unsurlarını içeren, kurgusu ve olay örgüsü sağlam, karakterleri inanılır ve mümkünse eğer sempatik, günün meselelerinden habersiz görünmeyen bir kitap yazmalı. Vahşet ve şiddet bence heyecanı arttırmıyor. Zaten korkutmak isteniyorsa eğer, bunlara ihtiyaç yok. Peter Straub bir sessizlikle, iç çekişle, nefes alışla bile okurunu korkutur. Ben hem okura yakın olmayı, hem de masanın öbür tarafında durduğunu unutmamayı doğru buluyorum. Esrar çözücü yaratanlar, esrarın birazcığına da sahip çıkmalı.
Geçmişe gidebilseydiniz, hangi kitabın çevirisini yapmak isterdiniz? Neden?
15-16 yaşında onu çevirebilecek durumda/akılda/bilgide olsaydım, Salinger’ın “Catcher in the Rye”ını çevirmek isterdim.
Sizin ‘’Ara Sıra Ve Daima’’ adlı kitabınızın tanıtımında unutkan olduğunuz yazıyor. Unutkanlığınızla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Çıkamıyorum. O da sakarlık gibi bir kötü huydur. Ne kadar dikkat etmeye çalışsan o kadar fazlalaşır. Ne yazık ki bende ikisi de var.
Yine ‘’Ara Sıra Ve Daima’’ kitabınızı neden ve nasıl yazdığınızı sormamı istedi bazı okurlarımız.
Onlara nasıl görünüyormuş? Yani bir insan hayatta meslek olarak yazarlığı (naçizane) seçtiyse, hayatını da böyle kazanıyorsa, nesini merak ettiklerini de ben merak ediyorum. Aslında Radikal Cumartesi’deki köşemde yazdığım portreciklerdi bunlar. Utku ile başladım, arkadan Haluk geldi. Editörlerim de sürekli olarak yazmamı istedi.
Kedileri de çok sevdiğinizi biliyoruz, ayrıca kediseverlerin asil bir soydan geldiği söylenir. Bu sevginizin kaynağı nereden geliyor, çocukluktan mı?
Asil soyu bilmem, ama kendileri Mısır’da tanrı katındaymış. Acaba bu mu bize asalet bulaştırıyor? Sevgimin kaynağı hayvan sevmekten geliyor. En çok kedileri sevsem de, köpeklerle de aram iyidir. Kirpileri de seviyorum ama yaklaşmıyor namussuzlar. Bir de, çok hızlı koşuyorlar. Kaz sevmem, küçükken onlardan çok çektim. Keçi çok severim. Herhalde annem de hayvan sevdiği için. Bir de tavşanla tilki…
Sevin Hocam, bu güzel ve keyifli sohbet için kendim ve Dedektif Dergi okurları adına çok teşekkür ederim. Sevin Okyay’dan dünyaya bir söz bırakmasını isteselerdi, bu ne olurdu?
Burada sözsüz tarafından tamamlayıp vedalaşalım mı? Teşekkür ederim, Özlem.