Bu adamlar okulda böyle öğretildiği için mi, yoksa doğaları gereği mi polis olurlar bilinmez ama çoğu hikâyenin başını anlatmayı sevmez. Bu sefer de değişen bir şey yoktu. Yüzündeki bıkkın ifade dış görünüşüyle birleşince, suçluları yakalamak için pek koşmadığı izlenimini veriyordu. Göbeğine denk gelen düğmeleri kapanmayan gömleğiyle sorgu odasında, bakışlarını karşısındaki genç adama dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. Sanki biz her şeyi biliyoruz ama bir de senden dinleyelim der gibi süzüyordu onu. Genç adam, bu bakışların altında büzüldü, küçüldü yeniden bir çocuğa dönüştü. Polis, yirmisinde ya var ya yok diye tahmin ettiği çocuğun istediği kıvama geldiğini anlayınca, saklamaya gerek duymadığı çarpık bir gülümsemeyle eğildi, göz hizasına gelerek “Anlat bakalım delikanlı,” dedi. Delikanlı gözlerini kaldırmadan, “Ne anlatayım Komiserim?” diye fısıldarken yerdeki karoların kahvehanedekilere benzediğini fark etti. Aynı siyah, aynı beyaz, tıpkı hayat gibi diye düşündü. Yılların alışkanlığıyla odadaki karoları saymaya başladı. Boyuna on beş, enine yirmi karo… Kaçı siyah, kaçı beyaz diye düşünürken zihninin griliğinde kayboldu. Ama bazı anlar vardır, kaçacak yer bırakmaz insana. Zihninde birbirine çarparak dolaşır durur.
***
Hem annesini hem de tatillerini kaybedeceğini bilmediği, ilkokulu bitirdiği senenin yazıydı. Annesi, onu elinden tuttuğu gibi sokağın sonundaki bu kahvehaneye getirmişti. Kadın kahveciyle bir süre fısıltıyla konuşurken o kenarda beklemişti. Sonra annesi gitmişti ama o gün bir şey olmuştu. Çocuğun bilmediği, annesinin bildiği bir şey. Kadın, gitmeden önce oğluna sıkı sıkı sarılmış, ağlayarak kokusunu içine çekmişti. Onu son görüşü olduğunu bilmiyordu. Bilmediği, anlayamadığı daha çok şey vardı. Evlerine girip çıkan adamları tanımıyordu. Kendi yatağının artık kahvehanenin arkasındaki rutubetli oda olacağını da bilmiyordu. Bileceği zaman gelmemişti daha. İlk öğrendiği şey, sabah kahvehaneyi ilk açan olmak zorundaydı. Hayatı, birbirinin aynı günlerin sıradanlığına takılıp kalacaktı. Zaten nereye gidecekti ki…
***
Her zamanki gibi kalabalık olan kahvehanede, Arif çayları taşırmadan doldurdu. Bardaklar sararmıştı. Akşama çamaşır suyuna bastırmak lazımdı. Zamanla, kahvehanedeki herkesin, ustasının, müşterilerin, gülüp geçenlerin, onunla alay edenlerin, sırtını sıvazlayanların, hepsinin ortaklaştığı tek bir şey vardı: Onun kahvehanedeki varlığı…
Kapıdan aceleyle giren adam, bütün bakışları üzerinde topladı. “Nerde kaldın oğlum yaa?” sorusuna herkese laf yetiştirmeyi seven, densiz başka bir müdavim atladı.
“Yengeden izin alamamıştır, ha-ha-ha. Bu sefer ne yalan attın kaçmak için? Özel dersim var deseydin.”
“Saçmalamayın ya,” diye ona sataşanlara cevap veren adam, tahta sandalyelerden birini çekip oturdu.
“Yalan mı? Her pazar aynı şey, pısırıksın oğlum sen.”
“Çalışıyor karısı, ne yapsın adam, yardım etmesin mi?” diyen kahveci, bu salağın daha fazla çirkinleşip dükkânın havasını bozmasına engel oldu. Her gelene böyle sataşıyordu şerefsiz.
“Ne anlasın bu sığır çalışmaktan, hâlâ baba parası yiyor. Ahmet abi, Arif’e söyle de bana bir çay getirsin.”
“Kahve iç kahve, yorgunluğa iyi gelir ha-ha-ha.”
Öğretmenin, “Kapa o kapçık ağzını da taşları diz, onu da babandan bekleme,” dediğini duyunca, Arif’in içinin yağları eridi. Tepsideki bardakları titretmeden masaya yaklaştı, önce öğretmene uzattı, sonra diğerleri aldı. Oyun taşları dizildi. Gülüşmeler, sataşmalar, bahşiş yerine geçen cimri tebessümler…
“Beyler, çayı üç lira yaptım, peşin alıyorum. Darılmaca gücenmece yok.”
“Abi, öğretmenlere de mi üç lira, yazık değil mi bu çocuğa? Ha-ha-ha,” diye gülerek devam etti. “Bu işler afili cümle kurmaya benzemez Yık ıstakayı, şu okeyi de al. Bu oyunu okullarda öğretmezler hocaa, benden öğreneceksin. Ahmet abi, o piçe de söyle örtmenden bir kahve getirsin, okkalı olsun.”
“Oğlum deme öyle piç miç, yazıktır. Gariban, çalışıyor akşama kadar.”
“Ben mi diyom, bütün mahalle diyo be abi, ha-ha-ha.”
Ustası, çocuğa dönüp mahcup gülümsedi. Arif elindeki lekeli bezle tezgâhı silerken, “Asıl sensin piç,” diye mırıldanmayı bildi. Bu öğretmenin de bu adamla konuşmasına, yetmezmiş gibi her pazar onunla oyun oynamasına çok sinir oluyordu. “Sen koskoca öğretmensin, ne işin var bu adamla?” diyecekti bir gün ama biraz daha büyümeyi bekliyordu. Çipil, saydam bakan mavi kem gözlerini, sürekli üzerinde hissediyordu. Değdiği yer sanki üşüyordu. Tezgâhın aynı yerini sildiğinin farkına varmadan ona dikili saydam camlara ilk kez o da baktı ama uzun sürmedi. Şeytan yoklamış gibi içi titredi. Yeniden önüne döndü. Sonradan olanları düşündüğünde, ilk o gün aklından geçirdiğini hatırladı. Çıngırağın sesiyle bütün bakışlar merakla kapıya yöneldi.
“Ooo, Albayım hoş geldin,” dedi karısı ölen, kendisi ölmeyi unutan emekli banka müdürü. “Gel Albay oğlum, yanıma otur.”
“Sağ olun. Ben az şekerli bir kahve alabilir miyim Ahmet Bey?” dedikten sonra yanındaki mumyaya dönüp, “Müdürüm nasılsınız, ne yazıyor gazeteler?”
“Hep aynı şeyler Albay Bey oğlum, seçimler yaklaşıyor ya vaatlere başladılar yine.”
“Emekli maaşlarıyla ilgili gelişme var mı?”
“Olsa ne olur evladım. Biz maaşı almadan onlar her şeye zam yapıyor. Gölge etmesinler yeter.”
“Vatan sağ olsun Müdürüm,” diyen adamı, sanki onun suçuymuş gibi tersleyerek “Olsun, tabii olsun da adalara sahip çıkamamışlar, Yunan gelmiş, çökmüş.”
“Öyle, herkesin eli kolu bağlı. Sesi çıkanları da böyle kahvehane köşelerine tayin ediyorlar.” Kahveci Ahmet, burada siyaset konuşulmasından hoşlanmadığından, Albayın gönlünü almak için, “Vatan size minnettar Albayım,” dedi.
“Yok estağfurullah, görevimiz Ahmet Bey. Arif, oğlum bana bir çay getirir misin?” Arif saygılı bir baş eğişle tezgâha koştu.
“Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz azizim, adamlar İzmir- İstanbul arasını üç buçuk saate düşürdüler,” diyen mahallenin imamına, normalde etliye sütlüye karışmayan, masalara yancılık yapan bir müşteri, “Düşürdüler de ne oldu Osman Hoca? Senin o yoldan geçmeye maaşın yetmez,” dedi.
“Yeter yeter, devlet onlara çalışıyor, ha-ha-ha” diye güldü kapçık ağızlı adam.
“Çok şükür, hamdolsun. Azizim, benim borcum ne? Ezan saati, müminleri namaza çağırmak lazım.”
“Bize laf sokuyor sakalını… tövbe tövbe…”
“Biz namaza başlar mıyız bilmem ama o yakında kumara başlar, ha-ha-ha.”
“Arif oğlum, çayları tazele, yok öyle bir çayla akşamı etmek.”
Arif, artık bir parçası olan elindeki bezle tezgâhı silerken dalıp gitmişti. Bu kadar ses içinde kendi sesini duymaz olmuş, kaybolmuştu. Onu duyan bir kulak, gören bir göz olmadığı için yalnız olduğunu bilmiyordu. Annesinin bırakıp gidişiyle onun için atan kalbini de kaybetmiş, hiçliğin ortasında kalmıştı. Annem… Nerede acaba? Ustasının bu sefer daha yüksek sesle adını söylemesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Elindeki parçalanmış sarı beze baktı. Adam yine ona kızacaktı, bu kaçıncı diye.
“Şu geçen, mahallenin yeni dulu değil mi ya?”
“Ağzını kapat yavşak, içine düşeceksin,” diyen kahvehanenin müdavimlerinden birine, “İzin verse düşecem valla, ha-ha-ha. Ne göt var karıda,” diye cevap verdi.
“Evladım ayıptır, sizin de ananız bacınız var,” dedi Albay ama kime diyorum ki ben diye düşünmekten de kendini alamadı.
Arif biliyordu, büyüyünce bu kapçık ağızlı gibi olmayacaktı. Çok zaman sonra hatırlamıştı, içip içip kapılarına dayanmasını. Annesi o kadar korkardı ki yok sanıp gitsin diye ışıkları bile yakmazdı. Yüzüne açılmayan kapılar kalbindeki nefreti çoğaltmış, sararmış dişlerinin arasından çıkan sözleriyle çevresini zehirliyordu. Sigaradan çatallaşmış sesini duyunca düşüncelerinden sıyrıldı.
“Mahmutların alta taşınmış, şanslı puşt.”
“Oğlum, o başını seccadeden kaldırıyo mu lan?”
“Kaldırıyo kaldırıyo, onlar hep şükür namazı, ha-ha-ha.”
Telefonun ısrarlı çalışı karşısında fırsatı kaçırmayan, hayatının son demlerinde olduğundan habersiz olan kapçık ağızlı adam, “Hadi öğretmen eve, kütüphane geç kapandı dersin, ha-ha-ha,” dedi.
Öğretmen çıkarken Arif’in başını okşadı, eskiden annesine verdiği gibi şimdi de onun cebine biraz para koydu. Nedenini bilmese de her gördüğünde böyle saçını okşar, cebine para sıkıştırırdı. Oysa bir insanı öldürmenin en iyi yolu merhametti, özellikle de hak etmişse… Bunu öğretmen bilmiyordu. Bir zamanlar annesinin hizmet verdiği bu adamlara şimdi de kendinin hizmet ettiğini bilmeyen Arif, cebindeki parayı eliyle yoklayıp gülümserken onlara dönen bakışların anlamını da şimdilik bilmeden tezgâhına döndü.
Oysa bilmesi gerekenleri öğrendiği gün, bu kahvehaneden birkaç ceset çıkacaktı. Çocuk başka bir hapishanede ömrünü tüketecekti ama ne Arif ne de o sinsi bakışlar henüz bunun farkındaydılar.
Polis, iyice sessizliğe gömülen çocuğun sandalyesine bir tekme attı. “Karoları saymayı bırak da anlat bakalım delikanlı,” diyerek sabırsızca sorusunu tekrarladı.
Arif, başını kaldırmadan karolara bakmaya devam etti. Siyah… Beyaz… Ama artık bilmesi gerekenleri bilmiş, hayatın sadece siyah-beyaz olmadığını anlamıştı. Başını yerden kaldırdı, gri bir sesle cevap verdi.
“Ne anlatayım Komiserim?”