Merhaba Mustafa Bey, Dedektif Dergi sayfalarına hoş geldiniz… Nasılsınız bu günlerde, hayat nasıl gidiyor?
Öncelikle nazik davetiniz için teşekkür ederim. Hoş bulduk. İyiyim, şükür.

Öncelikle sizi okurlarımıza kısaca tanıtmak isteriz. Kimdir Mustafa Kalender? Ne işlerle iştigal eder? Nerede yaşar? Günlerini nasıl geçirir?
1980 yılında Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde doğdum. Kırgız-Türk Manas Üniversitesi, Türkoloji (Türk Dili ve Edebiyatı) mezunuyum. 2004 yılında üniversiteyi bitirdim ve Türkiye’ye döndüm. Kendi alanımda istihdam olanağı bulamadığımdan, 2008 yılında polis oldum ve yaklaşık on yıl kadar polis memuru olarak görev yaptım.
Afşin’de yaşamaktayım. Ticaretle uğraşıyorum. Günlerim genelde evle iş yeri arasında geçer. Düzenli olarak okurum ve tabii ki yazarım.
Polisiye yazarlığınız (ve tahminimce önce okurluğunuz) hayatınızın hangi döneminde, nasıl başladı? Nelerden, kimlerden ilham aldınız? Çıkış noktanız, sizi farklı kılacak yönleriniz nelerdi?
Çoğu polisiye yazar gibi ben de yerli ve yabancı birçok polisiye eser okudum. Her edebi türün kendine özgü, onunla özdeşleşmiş bazı kuralları olsa da roman türlerini ben birbirinden çok da farklı görmüyorum. En nihayetinde, türü ne olursa olsun roman dediğimiz şey yazar denen emekçinin dil ve kurgu unsurlarıyla inşa ettiği bir yapıdır.
Üniversite yıllarında özellikle deneme türünde yazılar yazardım ve genelde çok beğenilirdi. Belli bir zaman Yeşil Afşin gazetesinde denemelerim yayımlandı.
Meslekte; Asayiş, Olay Yeri İnceleme, Polis Merkezi başta olmak üzere Emniyet’in birçok biriminde çalıştım. Hâliyle bu durum belli bir mesleki birikimimin oluşmasını sağladı. Bir yandan polislik mesleği ile ilgili bir birikim, diğer yandan edebiyatçılık derken ikisini harmanlayıp zemini Emniyet olan polisiye bir roman yazmaya karar verdim. İstedim ki roman kahramanı olacak kişi polislik mesleğine, Emniyet’e hâkim olsun.
Ben, “Katil kim?” polisiyesi yazmıyorum. Malumunuz, “Katil kim?” polisiyesinde bir cinayet işlenir ve bir soruşturmacı –ki bu genelde bir dedektiftir– şüphelileri sorgulayarak üç beş şüphelinin içinden katili bulur. Tabii, bu tür de güzel ve saygıdeğerdir. Ben, katilin bulunmasında gerçek hayatta bir polisin izlediği metodu, prosedürü izliyorum.
Gerçek hayatta, bir cinayet işlendiğinde çoğu zaman elimizde üç seçenek vardır: Ya cinayetin faili bellidir ve yakalanmıştır ya faili bellidir ama fail elde değildir, yani olay faili firardır ya da katil bilinmiyordur, yani faili meçhuldür. Dolayısıyla her zaman ortada polisin sorgulayacağı üç beş şüpheli yoktur.
Peki, gerçek prosedürleri uygulamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Avantajı şu ki, daha inandırıcı ve ayağı yere basan bir roman oluyor. Okuyucu kendini daha rahat veriyor kitaba. Dezavantajı ise uyulması gereken hukuk kuralları başta olmak üzere mevzuat ve prosedürler başkarakteri sınırlandırıyor, zorluyor.
Her zaman olmasa da zaman zaman tekrara düşmek durumunda kalınıyor. Örneğin, bir ceset olduğunda savcı, Olay Yeri İnceleme ekibi, Asayiş Büro/Şube polisi olay yerine intikal ediyor, rutin tutanaklar tanzim ediliyor. Söz gelimi çoğu cesedin tırnak arasına bakmak gerekiyor, çünkü bu çok önemli, katile ait bir biyolojik delil olabilir. Olay yerinde benzer çıkarımlar yapılabiliyor, çünkü işlenen cinayetler, cesetler farklı olsa da izlenen metotlar aynıdır.
Sizin için “Emniyet’i edebiyata taşıyan kişi” diyorlar. Bu konuda ne demek istersiniz?
Amaçlarımdan biri de polisin yaşantısını, olaylara bakış açısını, polis jargonunu, açık kaynaklardan elde edilebilecek polisiye olgu ve anekdotları eserimde işleyerek Emniyet’i edebiyata taşımaktı. Geri dönüşlerden anlaşılıyor ki bunu başarmışım.

Gelelim, polisiye romanlarınızın başkarakteri olan Cinayet Masası polisi Barman Kara’ya. Kimdir Barman Kara? Nasıl biridir? Bu karakteri yaratırken esinlendiğiniz biri veya zorlandığınız durumlar oldu mu?
Bu isim, Alper Tunga Destanı’nda geçen bir Türk savaşçısının ismidir. Arkaik bir isim, günümüzde kullanılmıyor.
Eski savaş geleneklerinde iki ordu karşı karşıya geldiğinde, ordulardan birer yiğit meydana çıkarak dövüşür ve böylece ordular birbirlerine psikolojik üstünlük kurarmış. Bir gün Türk ordusuyla Pers (İran) ordusu karşı karşıya gelir. Türk ordusundan Barman, Pers (İran) ordusundan da Kubat çıkar meydana, dövüşürler ve Barman, Kubat’ı öldürür. Bir Türkolog olarak, bu büyük Türk savaşçısının ismi hiç olmazsa bir romanda yaşasın istedim.
Barman Kara devletin polisi, bizden, yani içimizden biri. Belli ilkeleri olan, işini seven, kendini işine adamış bir polis. Öyle filmlerdeki ya da romanlardaki gibi olağanüstü yeteneklere sahip biri değil. Her önüne gelene biber gazı sıkan, müdahale ettiği kişileri yerlerde sürükleyen, aşırı taşkın bir tip de değil.
Oldukça iyi kalpli, temiz biri. İşini hukukun gerektirdiği şekilde yapar, çok nadir fiziki müdahaleye başvurur. Kraldan çok kralcı değildir. Üniversite mezunudur, kitap okumasını seven biridir.
Romanları okuyan tanıdıklar, “Ya, bu adam sana çok benziyor,” diyor. Bana benzerlik gösterebilir ama ben değilim.
Başkarakteri ve diğer karakterleri oluştururken pek zorlandığım söylenemez. Genelde gerçek kişilerden esinlenerek oluşturuyorum karakterleri. Şöyle bir örnek vereyim: Olay Yeri İnceleme biriminde çalıştığım dönemlerdi. Sokakta yürürken genç bir adam selam verdi, selamını alıp devam ettim yoluma. Ben bu adamı nereden tanıyorum diye düşünmeye başladım, yüzü tanıdıktı ama kimdi? Bir saat kadar sonra birden hatırladım kim olduğunu. Bu genç adam, bir ay kadar önce hırsızlık suçundan yakalanmıştı, sabıka dosyası oluşturulması için fotoğrafını çekip parmak izini almıştım.
Hırsız, maganda, katil, tecavüzcü vb. suçlularla işimiz gereği etkileşim halinde oluyorduk.
Diğer taraftan birçok birimde çalıştım ve hâliyle birçok meslektaşımı gözlemleme imkânım oldu.

Geçtiğimiz yıl sizin açınızdan hayli üretken bir seneydi sanıyorum. Herdem Polisiye etiketiyle iki Barman Kara maceranız birden yayımlandı: İlki, Ebuzer Kalender ile birlikte kaleme aldığınız Ceraim: 46, diğeri ise Şathiye Cinayetleri. Her ikisinin de editörlüğünü ben üstlenmiştim. Yazım süreçlerinden kısaca bahseder misiniz? Okurların ilgisi nasıl? Ne tür geri dönüşler alıyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki sizin gibi deneyimli, yetkin bir editörle çalışmak her yazar için bir kazanımdır.
Ebuzer Bey hekim ve yazardır; öykü ağırlıklı eserler kaleme almakta. Ceraim: 46’da Adli Tıp ile Emniyet’i bütünleştirmeye çalıştık. Ebuzer Bey adli bilimler kısmına ağırlık verirken, ben Emniyet ve soruşturma kısmına ağırlık verdim.
Şathiye Cinayetleri’nde ise polisiye kurgunun önüne geçmeden, tasavvuf, tarikat gibi konulara değindim. Gerçek dindarların nasıl suistimal edilebildiğini işledim. Her iki eserden de oldukça olumlu dönüşler aldık.
Zannediyorum geçmiş yıllarda Dedektif Dergi’ye öykülerinizle de katkıda bulunmuştunuz. Öykü yazmaya ara mı verdiniz? Romanın sizin için daha uygun bir zemin olduğunu mu düşündünüz? Yoksa zaman içinde yeni öykülerinizi de bekleyebilir miyiz?
İyi bir öykücü olarak belki siz de hak veririsiniz bana. Benim kanaatim şu ki polisiyenin en zor türü öyküdür. Çünkü okur, heyecan ister, özellikle bir muammanın, suçun çözümünde şaşırarak “İşte bu!” demek ister. Tüm bunları kısa bir polisiye öyküde vermek çok zor. O yüzden güçlü bir muamma yahut suçun çözümünde etkili bir yöntem içereceğini düşündüğüm vakaları romanlaştırırım. Yine arada bir öykü yazıyorum, yani öyküden tamamen vazgeçmiş değilim.
Yerli polisiyemiz hakkındaki düşüncelerinizi de duymak isteriz. Türkiye’de polisiye yazarı olmanın zorlukları nelerdir sizce? Bunları nasıl aşabiliriz? Neleri eksik yapıyoruz?
Önce eksikliğimizden bahsedelim isterseniz. Sanırım en büyük eksiğimiz adli bilimlerden, adli tıptan, teknolojik gelişmelerden yeterince faydalanmayışımızdır. Elbette ki hiçbir okur bir eseri sayfalarca okuduktan sonra suçluya, başka şeylerle desteklenmemiş bir parmak izinden, MOBESE görüntüsünden yahut bir baz istasyonundan alınan sinyalle ulaşılmasını istemez. Ama kurgunun elverdiği ölçüde iyi bir denge kurarak akıl yürütmeyle teknolojiyi, adli bilimleri bütünleştirmeliyiz.
Maalesef yerli polisiye yazarlarımız yeterince ilgi görmüyor, hak ettiği yere gelemiyor. Her toplumun sosyoekonomik yapısı, suç çeşitliliği, suç gizemi kendine özgüdür, yerli yazarların eserlerini bu bağlamda değerlendirmek lazım. Senaristlerin, yapımcıların yerli yazarların eserlerini yeterince değerlendirmediğini düşünüyorum. Çünkü birçok yerli yazarın romanı, film olmaya oldukça müsait.
Burada çözümü olmayan kronik bir soruna da değinmek istiyorum. Maalesef, yazarlarımız arasında fırsat eşitliği yok ve hiçbir zaman da olacağa benzemiyor. Televizyonlarda, gazetelerde, edebi dergilerde hep sınırlı sayıda isimlerden bahsediliyor. Oysa kimisi kullandığı dille, kimisi polisiye kurgusuyla, kimisi kıvrak zekâsıyla ön plana çıkmayı, ciddi bir okur kitlesini oluşturmayı hak ettiği hâlde toplum tarafından bilinmeyen, sadece bu işin ilgilileri tarafından bilinen onlarca yerli yazarımız var.
Bizim memlekette eserler değil, isimler okunuyor. Diğer bir ifadeyle eserler değil yazarlar okunuyor. Okurlar ünlenen isimler etrafında kümeleniyor.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ediyoruz Mustafa Bey. Dedektif Dergi olarak çalışmalarınızda başarılar diliyor, Barman Kara’nın yeni maceralarını merakla bekliyoruz…
Ben teşekkür ederim. İnşallah Barman Kara’nın maceraları devam edecek.
Bu yıl içerisinde bir terslik olmazsa çok bakir bir alan olan çocuk polisiyesi alanında bir eserim yayımlanacak. Başkarakter olarak lise öğrencisi Ece çıkacak karşımıza. Hem çocukların hem de yetişkinlerin okuyabileceği bir tarzda olacak.