Asım, kendine geldiğinde eski, terkedilmiş bir fabrika binasındaydı. Sırtı duvara yaslı, bileğinden kalorifer peteğine zincirlenmiş, ayakları bağlıydı. Serbest olan sol elinin yakınına üzerine bir şeylerin yazılı olduğu bir dosya kâğıdı, kalem ve bir tabanca yan yana bırakılmıştı. Başı ağrıdan çatlıyordu. Yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Önceki geceyi ve son birkaç gününü…
Sabahki tartışmanın birkaç günlük gerginlik mazereti olacağını yirmi beş yıllık evliliklerinde çoktan öğrenmişti. Bundan ötürü akşam eve geç gitmeye karar verdi. Aysu’yla takıştıkları zaman hep böyle yapardı. Aslında zorda kaldığında, sıkıştığında hep kaçardı. Üstelik yalnızca karısına yönelik bir davranış değildi bu.
“Beni anlamıyorsun,” demişti Aysu’ya. Yılın bu zamanında izin alıp İsviçre’ye kayağa gidemezdi, göze batardı.
Ertesi sabah adliyedeki makamına geldi. O gün rutin kırtasiye işleri vardı. Bunu da kalem personeli yaptığından, onun için tembellik günüydü. Gazetedeki haberde ülkede hâkim başına yılda sekiz yüz küsur dosya düştüğünü okuyunca ‘Artık emekli olmalı mıyım?’ diye geçirdi içinden. Sakin bir Ege kasabasına yerleşip ideal bir emeklilik hayatı… İlkin güzel geliyor ama yapamazdı, kendisi de biliyordu. Hayat oralarda buradaki gibi hızlı akmıyordu. Çok çok balık tutardı, kahveye giderdi. Sıkıntıdan patlardı. Yoğundu ama bir yandan da seviyordu keşmekeşi. Zaten yakında hâkimlikten istifa edip avukatlığa başlamayı planlıyordu.
Bütün gün kitap okuyup internette gezindi, sosyal medyada zaman harcadı. Eve ne kadar geç giderse kârdı. Erken giderse Aysu’nun surat yapacağını bildiğinden, iş çıkışı bir zamandır gözüne kestirdiği bara girdi. Dışarıdan şık bir yer olduğu anlaşılıyordu, daha çok gençlere göre bir mekân olduğu belliydi. Buraya gelenlerin partner arayanlar olduğunu tahmin ediyordu. Kendi de aynı sebeple oradaydı. Uzun boyu, kırlaşmış saçları, düzgün fiziği ve altın orana çok yakın yüz hatları sayesinde birçok kadının bakışları üzerinde toplanmıştı. Mekân bir İngiliz birahanesi havasındaydı. Koyu yeşille acı kahve renklerin hâkim olduğu, rahat deri koltuklarda insanlar yayılarak oturmuş, etrafı süzerek içkilerini yudumluyorlardı. Müşterilerin çoğunluğunun stres atmak isteyen beyaz yakalılardan oluştuğu, koltuklardaki evrak çantalarından, tayyör giymiş kadınlardan, gevşetilmiş kravatlar ve birbirine karışmış parfüm kokularından anlaşılabiliyordu.
Bara yaklaştı, tek buzlu bir Red Label istedi. Barmaid anında hazırlayıp verdi. Kızın derin bir göğüs dekoltesi vardı. Sarışın, orta boylu, balık etliydi. Etkileyici bakışlara sahipti ve hiç çekinmeden bakıyordu Asım’a. Cüretkârdı.
Bundan cesaret bulan Asım, “Hep böyle kalabalık mıdır burası?” diye sordu.
“Genelde. Yazları, temmuz ve ağustosta şehir boşaldığı için azalır gelen giden.”
“Bu arada ben Asım.”
“Ben de Ilgın.”
“Çok memnun oldum.”
“Ben de Asım Bey.”
Bey lafına canı sıkıldı. Ama hemen samimi olmaları zordu. Atağa kalkması gerektiğinin farkındaydı. Bir an önce senli benli olmaları için bir şeyler yapmalıydı. Tek buzlu bir Red Label daha istedi.
Ilgın, kadehi uzattı “Sizi burada ilk defa görüyorum.”
İstediği olmuştu. Kız onunla ilgilendiğini belli etmiş,sohbet konusu açmaya çalışmıştı.
“Evet, ilk defa geliyorum. Ama son olmayacağı kesin,” dedi her zamanki gibi dişlerini göstermeden, tek yöne doğru gülerek. Bu gülüşe yıllardır çalışmıştı. Bir kadın dergisinde okuduğuna göre kadınlar böyle gülen erkeklerden daha çabuk etkileniyordu. Asım’a göre ondan etkilenmeyecek kadın yok denecek kadar azdı da onun asıl derdi çabuk etkilemekti. Malûm, vakit nakitti.
Ilgın “Bankacı mısınız?” diye sordu.
“Hayır. Sizce?” diye cevapladı Asım.
“Üniversite hocası?”
“Hayır.”
“Dikkat çeken bir mesleğiniz olmalı, ayrıca ciddi giyinmeyi gerektiren bir iş yapıyorsunuz,” dedi Ilgın.
Bu cümleyi de artı hanesine yazdı Asım. Kızın kıyafetiyle ilgili yorumunun aslında şık giyindiği yolunda bir iltifat olduğunu düşündü.
“Avukat?”
“Yaklaştın ama değil.”
“Hâkim?”
“Dördüncü tahminde bingo!” dedi Asım. “Ağır ceza mahkemesi hâkimiyim.”
Ilgın ellerini önünde kavuşturdu, başını eğdi, “Yemin ederim suçsuzum,” dedi ve ardından yüzünde şuh bir tebessüm belirdi.
“Daha önce bir hâkimle tanışmamıştım.”
“Her şeyin ilki vardır.”
Asım artık atak yapma sırasının geldiğine emindi.
“Burada senin gibi bir barmaidin olduğunu bilsem, çok daha önce bir hâkimle tanışırdın,” dedi.
Ilgın göz kırptı. Her şey yolundaydı. Asım bir Red Label daha istedi.
“Sen anlat biraz kendini, ne zamandır burada çalışıyorsun?” diye sordu kıza.
“İki yıldır buradayım. Daha önce Güzel Sanatlar Fakültesinde öğrenciydim. Öğrenciyken sergi, fuar gibi yerlerde çalıştım para kazanmak için. Mezun olduktan sonra da kafama göre bir iş bulamadım. Resim bölümünde okudum. Öğretmenlik yapabilirdim ama o kumaş yok bende. Zaten sevdiğim için okudum bu bölümü, iş sahibi olmak için değil. İşte sonra da burada çalışmaya başladım.”
“Ailen?”
“Annemle babam seneler önce rahmetli oldular. Bir ağabeyim var.”
“Allah rahmet eylesin, ağabeyin ne yapıyor?”
“Geçici bazı işlerde çalıştı, bir süredir taksicilik yapıyor.”
Uzun sohbetleri, Ilgın bardaki diğer müşterilerle ilgilenmek zorunda olduğundan kesintiye uğrasa da kızın “sizli bizli” konuşmayı bırakmasına yetmişti. Hatta kız artık çekinmeden Asım’ın gözlerinin içine bakıyor, onunla ilgilendiğini belli ediyordu. Bardaki diğer müşterilerle kurduğu yüzeysel diyalogla Asım’la iletişimi arasında dağlar kadar fark vardı. Üstüne üstlük telefon numaralarını alma teklifi de Ilgın’dan gelmişti.
Saat gece yarısına yaklaşırken Asım yakında tekrar geleceği sözünü vererek mekândan ayrıldı. Nasıl olsa telefonlar alınmıştı. Her zamanki taktiğini uygulamış, genelde yanında taşımadığı ikinci hattının numarasını vermişti Ilgın’a.
Hafta içi mesajlaştılar. Ilgın, illa perşembe akşamı bara gelmesini istiyordu. O gün akşam saat on gibi çıkacaktı bardan. Geçen haftaki bir günlük fazla mesaisinin karşılığını perşembe akşamı erken paydos ederek alacaktı. Salı günü öğleden sonra oldukça ilerleyen muhabbetlerinde nihayet Asım’ın iştahını kabartan teklif Ilgın’ın mesajıyla gelmişti. “Perşembe seni barda sarhoş edeceğim. Çıkışta bana gideceğiz, kahve yapıp ayıltacağım ki, yaşayacaklarımızın her saniyesini hisset…”
Asım heyecanlandı. Mesajı devamlı okuyor ve perşembe akşamının gelmesini iple çekiyordu. Çarşamba her zamanki gibi kırtasiye işleri vardı ve diğer günlere göre nispeten rahat geçti.
Perşembe yoğundu ve mesai bitmek bilmedi, nihayet akşam oldu. Asım barda birkaç duble viski üzerine Ilgın’ın ikram ettiği tekilaları ardı ardına içti. Terliyor, elleri ve ayakları uyuşuyordu. Dişi bir koku aldı, tarazlı bir ses duydu. Ilgın, Asım’ın kulağına yaklaşıp “Artık çıkabiliriz,” diye fısıldamıştı bangır bangır çalan müziğin gürültüsüne inat. Dudakları kulağına temas ettiğinde Asım’ı elektrik çarpmıştı sanki. Ilgın koluna girdi, evde kahve içince hiçbir şeyinin kalmayacağını hem ona ayık lazım olduğunu söyledi.
Bardan çıktıklarında saat ona geliyordu. Sokağın başında bekleyen taksilerden birine bindiler.
Asım gözünü açtığında bileğini acıtan zincirlere bakakaldı. Sonra kesif rutubet kokusunu aldı. Neden bu halde ve burada olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Karşısında dikilen Ilgın’a ve yanındaki adama bağırdı:
“Neler oluyor? Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Manyak mısınız ulan siz? Neden buradayım ben?”
Ilgın, “Dur dur, yavaş. Bizim o kadar acelemiz yok. Tek tek sor soruları,” diye yanıtladı.
“Bu resmen suç! Siz devletin hâkimine nasıl bunu yapabiliyorsunuz? Hemen çözün beni, başınız büyük belaya girecek yoksa!”
“Keşke söylediğin gibi devletin hâkimi olabilseydin be Asım Efendi!”
“Kimsiniz ulan siz, neden buradayım ben söyleyin!”
“Şuna bak bir de bağırıyor pezeve.k! Seni neden buraya getirdiğimizi merak ediyorsun. Neden bu vaziyette olduğuna hiçbir anlam veremiyorsun. Biz hırsız ya da seri katil değiliz. Yani senin kolundaki maaşının üç yüz altmış sekiz katı değerde İsviçre malı kol saatinde gözümüz yok. Ya da dikkat çeker diye binmediğin, eşinin kullandığı İngiliz malı dört çeker arabada da gözümüz yok. Kısacası senin kim bilir ne yollarla sahip olduğun parayla aldığın hiçbir şeyde gözümüz yok!”
“Ne saçmalıyorsun? Kimsiniz siz!”
“Hatırlar mısın, seneler önce bir yangın çıkmıştı. Yağlı suratlı, koca göbekli fabrikatör yeterli derecede ekipman bulundurmadığından fabrikada mahsur kalan işçilerin bir kısmı yanarak, bir kısmı da karbon monoksit zehirlenmesinden ölmüştü. Bizim annemizle babamız da oradaydı işte! İşçilerin fabrikada Allah’a emanet şekilde, hiçbir önlem alınmadan çalıştırıldığını bildiğin halde Bodrum’da bir yazlık karşılığı buna ses çıkarmadın. Yağ tulumu fabrikatörün tutuklu olduğu süre mahsup edildi, bir sene bile kodeste kalmadı Allahsız! Beş dakikada karar verdin herifi beraat ettirirken. Aleyhindeki delillerin yok edilmesine ses etmedin. Biz ağabeyimle küçücüktük o zaman. Bak, tanıdın mı ağabeyimi, bindiğimiz taksinin şoförü… Adı Poyraz.
“Tabii ya… Bak, deliller öyleydi. Ben ne yapabilirdim?”
“Ne demek deliller öyleydi! Polis de bu işin içindeydi, biliyoruz. O zaman suçluları kurtarmak için delil karartan hatta onları kurtarmak için delil üreten iki polis; Rıfat ile Serbülent gebermiş… Keşke elimize düşselerdi… Neyse, cehennemde yansınlar. Sıra sende Asım Efendi. Zaten çıbanın başı sendin.”
Asım çaresiz ağlamaya başladı. Bir dakika kadar kimse konuşmadı. Gözyaşları salyasına karışmış ter içinde kalmıştı.
“Ne olur bırakın gideyim. Çok pişmanım.
“Pişmansın demek! Sen zengin katillere parayla adalet sağlarken kimsemiz olmadığından bizi yetiştirme yurduna aldılar. On sekizimize gelince de saldılar sokağa. Aç kaldık. Sen safra kustuktan sonra boğaz nasıl yanar bilir misin? Nereden bileceksin! Bir parça ekmek bulmak için çöpleri eşeledik. Ağabeyim uyuşturucu mafyasının elinde ziyan olacaktı da şans eseri polis baskınında kaçıp kurtuldu. O gün bugündür konuşamaz, korkudan dili tutuldu.
Seni bir süredir izliyorduk ama sen kendiliğinden düştün benim bara. Sen gelmesen biz mutlaka bir imkanını bulacaktık sana ulaşmanın. Her yolu deneyecektik yağ tulumuna ulaştığımız gibi. Geçen sene, Taksim’in arka sokaklarında karnı deşilmiş halde bulundu Fabrikatör Temel Taciroğlu, hatırladın mı?
“Evet, yoksa siz…”
“Sus! Kes sesini! Ne sandın, her şeyin bir karşılığı vardır hayatta. Ayağının yanındaki kâğıdı iyi oku. İtirafların var orada. Annemizle babamızın öldüğü yangında rüşvet alarak suçluyu suçsuz yaptığın, ne haltlar karıştırdığın ayrıntılarıyla yazıyor orada. Bunu imzalayacaksın. İnsanlar yıllar sonra gerçekleri öğrenecekler.
Ondan sonra içinde tek kurşunun olduğu silahla kafana sıkarak acısız ölebilme şansı vereceğiz sana.
Eğer kendi kafana sıkmazsan, tam beş dakika sonra burayı ateşe vereceğiz. Annemizle babamızın öldüğü bu binada sen de yanarak öleceksin! Seçim senin. En azından nasıl öleceğini seçme şansına sahipsin!”
İki kardeş Asım’ın imzaladığı kağıtla beraber, el ele, gözyaşları içinde ve başları dik dışarı çıktılar. Çaresiz ama huzurluydular. Birer sigara yaktılar. Giden geri gelmese de biraz olsun teselli bulmuşlardı. Göz göze geldiklerinde Poyraz kolundaki saatin kronometresini çalıştırdı. Heyecandan oturamadılar. Asım’ın seçimini merak ediyorlardı. O beş dakika geçmek bilmiyordu.
Kronometredeki süre dolduğunda tek el silah sesi duyuldu.