Ruhumun bir labirente benzediğini düşünürüm. Bir labirent… Sonu çıkmaz sokaklara ve tercihsizliklere doğru açılan bir yanılsamalar labirenti. İşte benim yaşadığım dünya da bu çıkmaz sokaklardan biriydi. İçinde yaşadığım bu çıkmaz sokak, birbirini anlamamayı göze almış olan ben ve ailemin çıkmazıdır.
Daha on altı yaşındaydım. Bir arkadaşımın bana uzattığı esrarı içime çektim. Akran zorbalığı karşısında direnemedim. Biraz da özendim. İlk uyuşturucu maddeyi içime o gün çektim, hoşuma gitti. Bir kereden bir şey olmaz, bir kerecik tadına bakarım, bir daha da asla ağzıma sürmem, dedim. Yanıldım. İlk kez tadılan madde uyuştururmuş, sonrakiler tekrardan ibaretmiş. Çok geç anladım.
Bütün organlarım azap içindeydi ve bu azap içerisinde organlarım tir tir titriyordu. Geceleri yatamıyor, nefes alamıyordum. Sık sık hasta oluyordum. Hele o ölüm tribi var ya, o hepsinden beterdi. Peki ya sinirlerime ne dersiniz? Gittikçe yıpranıyordu. Tercihler olmadan yaşadığım bu dünyada, öylece çaresizliğin çarkında yorulmuş bir şekilde yaşıyordum. İster memnun ol ister olma. İçindeki labirentin çıkmaz sokağı kendini süslüyor. Bu tercihle yetinmen gerek.
Seçmek zorunda kaldığım bu tek tercihim için, ne yapıp edip para bulmalıydım. Çaresizce evin yolunu tuttum. Korktum. Hatta o kadar ileri gidiyordum ki, daha evin kapısına adım atar atmaz, tedirginlik ve korkular üşüşüyordu etrafıma. O korkularla çaldım evin kapısını. Kapıyı açan annem, beni görünce çok korktu. Hemen kapıyı kapadı.
“Anne ne olur aç kapıyı,” dedim.
“Korkuyorum,” dedi. “Yalnızca senden değil, tüm dünyadan, insanlardan korkuyorum. Ne olur beni anla oğlum.”
Annemin bu sözleri içimi dağladı, ruhumun derinliklerinde büyük yaralar açtı, ama yine de umursamadım. Yeni uyuşturucu maddeler almam için paraya ihtiyacım vardı. Bunu da bana ailem sağlayabilirdi. O yüzden anneme tekrar yalvardım.
“Ölüyorum anne, anlıyor musun? Eğer o parayı vermezsen azar azar yok oluyorum. Beni anlıyor musun?” dedim.
Beni anlamış mıdır, bilemiyorum. Anlamasa bile alışmıştır. İnsan nelere alışmıyor ki? O içeride, bense dışarıda çaresizliğin çıkmaz sokağında, uzun süre hıçkıra hıçkıra ağladık. Bir yandan anneme üzülüyor, diğer yandan dışarıda, kendi çıkmaz sokağımla boğuşuyordum. O yüzden dışarısı ile içerisi arasında denge kuramıyordum. Çıkmaz sokağımın verdiği çaresizlik ile anneme tekrar yalvardım.
“Anne, ne olur aç kapıyı, param yok diyorsan başka şey de olur. Değiş-tokuş mesela. Yeter ki aç kapıyı, bana yardım et,” dedim.
“Oğlum,” dedi annem. “Oğlum, çare bu değil. Eğer istersen kurtulabilirsin bu çıkmaz sokaktan. Yeter ki içindeki aynaya bakmasını bil.”
“Benim aynam kırık anne, bakamıyorum. Baksam bile göremiyorum,” dedim.
“Olsun,” dedi annem. “Olsun, aynanın her parçası bir başka şeyi, başka bir dünyayı gösterir. Sen yeter ki bakmayı bil oğlum.”
Annemin dediğini yaptım, içimdeki aynama baktım. Kırık aynamın parçalarını nereye tutsam, nefret duygusuyla bir araya gelip, keskin bıçak gibi her şeyi kesip atasım geliyordu. Beni bu hale getiren uyuşturucu, bıçağın her iki tarafına bakmama izin vermiyor, sadece keskin tarafını gösteriyordu. Öyle bir uyuşturuyordu ki, kendi dehşetinin sonuçlarını görmem için bana fırsat tanımıyordu. Biraz da güçsüzlüğüm buna engeldi.
Bana sürekli kendi aynama bakmamı nasihat eden annem de bıkmıştı artık. Aynamın kırık olduğunu o da kabul etti. Irmakların bile taşıyamayacağı bir yükün altında azar azar ölüme gittiğimi, kendi çabalarımla bu çıkmaz sokaktan çıkamayacağımı anladı. Gözlerinin önünde can çekişen oğlunun bu haline daha fazla dayanamadı. Elleri ile beni ölüme yollamaya çalıştı. Aldığım uyuşturucunun etkisi ile ölüm tribine girdiğim bir anda, durmadan vurmaya başladı. Annem, benim sevgili annem, sevgi ile nefretin arasındaki bir sınırda öylece kalakaldı. Bir tarafta nefretin demir yumruğu, diğer tarafta sevginin giydiği ipek eldivenle durmadan vuruyordu. Annem nefretin ötesine geçmiş, ben hiçliğin. O kaderini kabul etmişlerin arasındaydı, ben ise karanlık bir boşluğun. Annemin, çaresizlik içerisinde indirdiği acımasız darbeler, içimdeki kırık aynanın parçalarını yok etti. İçimde artık bakacak bir ayna bile yoktu. Sadece acı vardı, yalnızca acı.
Ölüm tribinden kurtulup, tekmelerle, tokatlarla kendime geldiğimde annemin yüzüne baktım. İndirdiği her darbenin ardından bana tuhaf tuhaf bakıyordu. O tuhaf bakışlar, daha sonra yerini bir çocuğa duyulan acı bakışlara bırakıyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. O an biraz can gelseydi içime, ona neler neler diyecektim.
“Anne, kafam çok ağrıyor.”
“Beni öldürecek misin?”
“Buz gibi oldum.”
Ellerim titriyor, kafamın içi çok ağrıyordu. Ağlamak istiyordum, ağlayamıyordum. Annem, yüzüme bakıyordu tuhaf tuhaf.
“Anne,” dedim diyeceğim. “Kafam çok ağrıyor, kafam kırıldı.”
“Kırılırsa kırılsın,” dedim diyeceğim. Diyemedim. Dillerim lal oldu.
Öyle bir çaresizlik girdabının içindeydim ki, hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum. Sevdiğin herkesin parmaklarının arasından kayması neydi? Bir türlü içinden çıkamamak neydi? Bu ateşin içinde yanarken yalnız olmak neydi? Ölüm neydi? Hayat neydi? Gitmek neydi? Gelmek neydi? Tek bildiğim şey bu girdabın içinde artık yaşayamıyordum.
Başka çarem yok, kurtulmalıyım kendimden. Sadece ben mi? Hayır. Bütün herkesi kurtarmalıyım kendimden. Özellikle de annemi… Etrafımdaki insanlara hatta tüm dünyaya, içimdeki bu çıkmaz sokaktan artık kurtulmanın zamanının geldiğini söyledim.
“Benim gücüm tükendi anlıyor musunuz? Gücüm tükendi. Geçmişin iplerini toplayıp şimdiki zamana sahip olamıyorum. Ben, bütün perdelerimi kapattım. Anlıyor musunuz? Geleceğe açılan bütün yolları da. Perdelerin arkasında kalan odam bu yüzden karanlıktır,” dedim.
“Dur!” dediler. “Dur, hemen pes etme!”
“Dayan!”
“Kendine gel!”
“Allah’tan ümit kesilmez, günaha giriyorsun.”
“İstersen yaparsın!”
Daha neler neler dediler. Her ne kadar ölümü arzulasam da hiç kimse kalbini dağlayan bıçağa, bir kurtarıcı gözüyle bakmaz, bakamaz. Hele bu kendi ölümünse… Soğuk ve acımasız bir sonu kim ister? Hak etmediğimi düşündüğüm bir cinnetin ortasındaydım.
“Artık vakti geldi,” diye bağırdı içimden biri. Artık vakti geldi. İçimdeki bu şeytandan kurtulmalıydım. Ölüm çare değil. Ama nasıl? Dua eder gibi ellerimi kaldırdım göğe doğru. Kararlıydım, kurtulacaktım bu şeytandan.
Her şeyin bir son durağı var, uyuşmuş bedenimin son durağı da ya ölümdü ya da yardım alıp bu illetten kurtulmaktı. Ben bu illetten kurtulmayı seçtim. Hemen, ALO 191 hattını aradım.
“Alo,” dedim. “Alo, yardım edin, ruhum bir labirentin içinde, yolumun sonu çıkmaz sokak. İçimdeki aynam da kırık, bakamıyorum, baksam da göremiyorum. Tek başıma bulamıyorum yolumu. Lütfen yardım edin.”
Uzun uzun konuştum, hiç bıkmadan, yılmadan beni dinlediler. Anlayışla karşıladılar. İhtiyaçlarıma göre gerekli bilgileri verdiler, tedavim için beni yönlendirdiler.
Sabah erkenden kalktım, son sarılmalar, son kez dokunan eller ve çaresiz bakışlar eşliğinde arabaya bindim. Her şey titriyordu, uyuşturucunun etkisinde kalmış damarlarımdaki kan titriyordu. Yüreğim titriyordu. Ellerim ayaklarım titriyordu. İçimde donan tek şey vardı. Çaresizlik. Fakat ardımda duran hiç kimse aldırış etmiyordu içimde duran çaresizliğime. Kimse duymak istemiyordu bu kelimeyi. “ÇARESİZLİK”
Çaresizliğin girdabı eşliğinde arabaya bindiğimde, çaresizliğin son durağında ağır ağır ilerlerken, arkamdan annemin kederli elleri sallanıyordu.
“Oğlum, içindeki aynana iyi bak, üzme bizi,” dedi.
Onun bu sözleri, hem içimi dağladı hem de bana cesaret verdi. Kararlıydım. Kurtulacaktım. Annem için yapacaktım. Gözlerimden ağır ağır akan geçmişim, beni kendine çekse de kararlıydım. Geçmişim, geçmişte kalacaktı. Daima içimdeki aynama bakacağım. Geçmişi geçmişte bırakacağım. Son durağım asla ölüm olmayacak. Annemin demirden yumruğunu, sevginin giydiği ipek eldivene çevireceğim. Bir kereden bir şey olmaz diyerek girdiğim bu girdaptan kurtulacağım ve tüm dünyaya haykıracağım:
“Siz siz olun, asla bir kereden bir şey olmaz demeyin.”