Günlerdir ertelediğim temizliği bitirdikten sonra, laptopu aldım ve yatağa uzandım. Fonda çalan Cem Karaca eşliğinde yemek sipariş etmeye çalışırken, sağ alttaki bildirim gözüme çarptı.
“Hatırlatma! Düğün Salonundan Tarih Al.”
Bir an için boğulduğumu hissettim. Laptopu kapatıp yatağın öbür ucuna fırlattım. Unutmaya çalıştığım görüntüler odanın dört bir yanında belirdi. Silah sesleri, Nazlı’nın çığlığı, karnımda hissettiğim sıcaklık… Üzerimdekileri aceleyle çıkartıp soğuk suyun altına girdim.
Duştan çıktıktan sonra, duvardaki takvimin yanına 44. çentiği attım. Onu kaybedeli 44 gün oldu. Başkomiserim, terapiste gitmemi söylüyor. Oysa benim için her şey, geri döndürülemeyecek şekilde bitti.
Zaman, tek yönde ilerler.
***
Çarşamba sabahı, büroda poğaça ve çayla kahvaltımızı yapıyorduk. Henüz ortalık sakindi.
“Keşke krem peynir de alsaydık,” dedi Cengiz, elindeki peçeteyi buruştururken. Daha ağzındaki lokma bitmemişti ki telefonu titremeye başladı. Yanımızdan kalkıp koridora doğru yürüdü. Masada Başkomiser ve ben kaldık.
“Nasılsın Aykut, daha iyi misin?”
“Bildiğiniz gibi amirim. Siz nasılsınız?”
“Bildiğin gibi. Bak ne diyeceğim, yarın akşam Cengiz’i de al, bana gelin. Liverpool-Madrid maçı var, izleriz.”
Cevap vermeme fırsat kalmadan, Cengiz koşarak içeri girdi. “Acil bir durum var. Yolda anlatırım.”
Apar topar araca bindik. Hızlı bir şekilde debriyaja basıp kontağı çevirdim. Araba şiddetle titreyip stop etti.
“Şansımızı sikeyim. Tam zamanını buldu,” diye söylenerek tavana vurdu Cengiz. Her zamankinden daha stresliydi.
İkinci denememde kısa bir titremeden sonra nihayet çalıştı yaşlı Accent. Otoparkın arkasından U dönüşü yapıp ana yola çıktık.
“Eee,” dedim. “Nereye gidiyoruz?”
“Öğretmenevinin karşısında bir kuruyemişçi var ya, onun üst katında Yordam diye bir gazete varmış. Oraya gideceğiz.”
“Ne olmuş ki orada?”
“Helin’in bir arkadaşının arabasının lastiklerini indirip tehdit mektubu bırakmışlar.”
“Helin kim oğlum?” diye sordu Başkomiser. Ceketinin cebinde çakmağını bulamayınca, aracın oto çakmağıyla yaktı sigarasını.
“Hani merkezin önündeki eylemde bana lafı koyup arkadaşlarının yanına giden bir kadın vardı. O işte.”
“Siz görüştünüz mü daha sonra?”
“Özür mahiyetinde bir kahve içmeye davet etmiştim. Sonra da birkaç kez mesajlaştık.”
“İyi iyi,” dedim. Dikiz aynasından gülümseyerek baktım Cengiz’e.
Kısa bir süre sonra gazeteye vardık. Bizi, Helin Diren karşıladı. Yüz ifadesinden tedirgin olduğu anlaşılıyordu.
“Hoş geldiniz. Kusura bakmayın böyle apar topar çağırdık sizi.”
“Sorun değil,” dedi Başkomiser. “Durum nedir?”
Avukat Hanım, arkadaki masayı işaret etti. Tüm gazete çalışanları, masanın etrafına toplanmış, bir şeyler konuşuyorlardı. Helin Diren’i takip edip yanlarına gittik.
“Başkomiser Orhan,” diyerek kendini tanıttı amirim.
“Merhaba. Ben Deniz Tertemiz. Gazetenin sahibiyim. Geldiğiniz için teşekkür ederiz. Yazarlarımızdan biri, çirkin bir durumla karşı karşıya kaldı.”
“Hangi yazarınız?”
Masanın başında oturan, kızıl saçlı, genç bir kadın, ayağa kalktı. “Tehdit alan yazar benim,” dedi. “Adım Yağmur. Yağmur Tenkit.”
“Neden tehdit aldınız?” diye sordum.
“Yazdığım yazılar yüzünden elbette. Altı aydır burada çalışıyorum. Azınlık hakları üzerine yazıyorum. Daha önce de tehdit telefonları almıştım. Ama bu kez evime kadar gelip, arabamın lastiklerini patlattılar. Bir daha sefere ne yaparlar tahmin edebiliyorsunuzdur.”
“Kim yapmış olabilir peki? Şüphelendiğiniz birileri var mı?”
“Kendilerine sözde milliyetçi diyen insanların toplandığı bazı dernekler var şehirde. Bence onlardan birinin muhakkak bilgisi vardır.”
***
Yağmur Tenkit’e gelen telefonları incelettiğimizde, hattın Alp Malazgirt adlı şahsa ait olduğunu tespit ettik. Üzerine kayıtlı, Yeni Mahalle mevkiinde bir bilardo salonu vardı. Olayı bir an önce çözmek için adrese doğru yola çıktık.
İki katlı, geniş bir binanın önünde durduk. Alt kat bilardo salonu, üst kat ise internet kafeydi. İçeri girer girmez yan yana duran Türk bayrağı ve kurt resmi dikkatimizi çekmişti. Ortalığa hızlıca göz gezdirip, kasada duran adama yöneldik.
“Selamun Aleyküm.”
“Aleyküm Selam. Buyurun?
“Polis. Alp Malazgirt sen misin?”
“Benim, Komiserim. Üniforma olmayınca anlayamadım polis olduğunuzu. Ne içersiniz? Çay, kahve, gazoz?”
“Bırak şimdi çayı kahveyi. Yağmur Tenkit diye birini tanıyor musun?”
“Hayır, tanımıyorum.”
“Yalan konuşma lan!” dedim. “Kadını arayıp tehdit etmişsin defalarca.”
O sırada, bilardo oynayan gençlerden biri, elinde ıstakayla yanımıza geldi. Bir süre ters ters baktıktan sonra Alp Malazgirt’e döndü. “Hayırdır Alp abi, Bir sıkıntı var mı?”
“Var lan, ne olacak?” dedi Cengiz.
Mekandaki tüm gözler bizim üzerimize çevrilmişti. Genç, elindeki sopayı işaret etti. “Varsa çözeriz birader.”
“Lan dingil, o sopayı götüne sokarım senin. Polisiz biz,” diyerek ayağa kalktım.
Polis lafını duyan genç bir şeyler söylemeye çalışırken, Alp Malazgirt araya girdi.
“Lan terbiyesiz. Sen devletimizin polisiyle nasıl böyle konuşursun? Siktir git, bir daha gelme buraya.”
Ardından, mahcup bir şekilde bize döndü. “Komiserim, çok özür dileriz. Ben bizzat ilgileneceğim bu terbiyesizle.”
Başkomiserin sabrı taşmıştı. “Sen önce hesap ver bize. Niye tehdit ettin kadını?”
“Tehdit etmedim. Milletimize saygısızlık yaptığı için uyardım sadece.”
“Telefon kayıtları elimizde. Basbayağı tehdit etmişsin. Arabasının lastiklerini de siz indirdiniz değil mi?”
Adam şaşırmıştı. “Yok valla Komiserim. Tamam, arayıp uyardım. Belki sert bir dil kullanmışımdır. Ama arabasını falan bilmem ben.”
“Kim yaptı lan o zaman?” dedi Cengiz. Hâlâ siniri geçmemişti.
“Pek sanmam ama başka bir dernek daha var, onlar da bizim kardeşimiz. Yanlış yapmazlar. Belki gençlerden biri bir hata etmiştir.”
“Tekrar görüşeceğiz Alp Malazgirt,” dedi Başkomiser. Bahsettiği derneğin adresin alıp mekandan ayrıldık.
***
Alp Malazgirt’in verdiği adresten de eli boş döndük. Hiçbirinin olaydan haberi yok gibi görünüyordu. Merkeze geri dönüp, toplantı odasına geçtik.
“Ben acıktım ya,” dedi Cengiz. “Sabahtan beri iki poğaçayla duruyoruz. Tost mu söylesek kantinden?”
“Olur valla,” dedim. “Yersiniz değil mi amirim?”
“Yerim yerim. Tostu söyle de işimize bakalım.”
Elimizde net olarak hiçbir şüpheli yoktu. Yağmur Tenkit’in bahsettiği dernekleri izlemeleri için ekipleri görevlendirdik. Birkaç saat sonra, büronun tecrübeli polislerinden Lütfü beni aradı.
“İyi akşamlar Komiserim. Az önce, Alp Malazgirt çok sayıda adamla birlikte dernekten ayrıldı. Biz takipteyiz. Size konum atarım şimdi.”
“Sağ olasın Lütfü,” dedim.
Hemen kalkıp harekete geçtik. Belediye binasının önünden sahil yoluna çıkıp Efirli’ye doğru ilerdik. Bir süre sonra Lütfü’den bir telefon daha geldi.
“Adamlar, Kacalı Mahallesi’nde bir eve girdiler Komiserim. Ne yapalım?”
“Bizi bekleyin. Birlikte girelim.”
On beş dakika sonra, bahsettiği yere gelmiştik. Başkomiser, planımızı açıkladı.
“Ben ve Aykut önden gireceğiz. Cengiz, sen terastan girmeye çalış. Lütfü, sen de adamlarını al, evin arkasından dolaşın. İçeride ne yapıyorlar bilmiyoruz. Dikkatli olun.”
Silahlarımızı çekip kapının iki yanına geçtik. Kapıyı çaldım.
“Kimsin?”
“Benim.”
“Halil abi, sen misin?”
“Aç lan benim.”
Kapı açılır açılmaz, adamı yaka paça aldık. Bizi görür görmez çığlık atmıştı. İçeridekiler arka tarafa doğru kaçmaya çalışırken, Lütfü’nün ekibi önlerini kesti. İçerisi sopa ve bıçaklarla doluydu. Köşede ellerini havaya kaldırmış Alp Malazgirt’i gördüm. Kapıyı açan çocuğa bağırıyordu.
“Ulan amına koyduğumun çocuğu, kapı deliğinden bakmadan niye açıyorsun?”
“Bağırma çocuğa,” dedi Cengiz. “Ne lan bu sopalar, bıçaklar? Gazeteciye mi saldıracaktınız?”
“Yemin ederim öyle bir şey yok Komiserim. Fidangör’de üniversiteliler eylem yapıyormuş, onları uyaracaktık. İnanmıyorsanız Whatsapp grubumuza bakın.”
Başkomiser, yerdeki sopalardan birini Alp Malazgirt’e fırlattı. “Sopayla mı uyaracaktınız üniversitelileri? En iyisi nezarethanede misafir edelim sizi biraz.”
***
Merkeze gittiğimizde, vakit kaybetmeden sorgularını tamamladık. Söyledikleri tutarlıydı. Yazışmalarını da inceledikten sonra, Alp Malazgirt’in doğru söylediğini anladık.
Ertesi gün, şüpheli olabilecek birkaç kişiyle daha görüştük. Hâlâ elimizde güvenilir bir delil yoktu.
“Bir sonraki hareketlerini bekleyeceğiz,” dedi Başkomiser. “Gazetecinin evine ekip gönderelim. Devriyeli olarak beklesinler.”
Mesai sonuna doğru merkezde otururken, telsizden gelen anons, olayın seyrini değiştirdi.
“Tüm birimlerin dikkatine. Öğretmenevi karşısında, 471 numaralı binada hırsızlık ihbarı. Yakın ekipler intikal etsin.”
Otoparka doğru koşturup, arabaya atladık. Cayır cayır yanan tepe lambası, şehrin boş sokaklarında yankılanıyordu. Atatürk İlkokulu’nun yanından dönüp, kavşaktan ana yola çıktık. Birkaç dakika sonra Yordam gazetesinin önündeydik. İlk gelen ekip biz olmuştuk. Torpido gözünden el fenerini alıp silahlarımızı çekerek binaya girdik. Gazetenin ofisi üçüncü kattaydı. Daha tek bir kat çıkmıştık ki yukarıdan gelen iki kişiyle karşı karşıya kaldık. Bizi görür görmez ellerini kaldırdılar.
“Ateş etmeyin. Lütfen ateş etmeyin.”
Feneri yüzlerinde tuttuğumda, büyük bir şaşkınlık yaşadım. Hırsızlar, Deniz Tertemiz ve Yağmur Tenkit’ti…
***
“Nereden başlayalım?” dedi Başkomiser.
“Bence neden kendi ofislerini soymaya kalktıklarını sorabiliriz,” diye ekledim.
Deniz Tertemiz, Yağmur Tenkit’e bakıp çığlık atarcasına konuşmaya başladı. “Aptal kadın, senin yüzünden ne hâle geldik. Sana uyan aklımı…”
“Kes lan orospu! Senin yüzünden oldu asıl. Bu akşam yapmayacaktık bu işi.”
“Hanımlar!” diye bağırdı amirim. “Doğru dürüst anlatın neler döndüğünü. Sen anlat Yağmur.”
Yağmur, başını öne eğip konuşmaya başladı. “Kaç yıldır bu meslekteyim, farklı farklı gazetelerde çalıştım. Ama bir türlü çıkış yapamadım. Gazetenin de satışları iyi gitmiyordu. Bir plan yapıp Deniz’e teklif ettim. Yazdığım yazılar yüzünden, hem benim hem de gazetenin saldırıya maruz kaldığını söyleyecektik medyaya. Böylece muhalif kesimin desteğini alacaktık. Geri zekalı gibi bu akşam girmeseydik, birkaç hafta içinde Twitter’da gündem olurduk.”
“Sizin yapacağınız plana sıçayım,” dedi Cengiz. “Amirim, ben gidip Helin’e haber vereyim. Siz tamamlarsınız işlemleri.”
***
“Nasıl kaçar o gol be?!”
Başkomiserin evinde toplanmış, bira içip maç izliyorduk. Uzun zaman sonra, kendimi biraz olsun iyi hissediyordum. Maç bittiğinde, benim de göz kapaklarım kapanmak üzereydi. Müsaade isteyip kalktım.
Eve geldiğimde, anahtarımın olmadığını fark ettim. Tam geri dönecekken Nazlı kapıyı açtı.
“Hoş geldin canım,” dedi. “Günün nasıl geçti?”
“Nazlı… Sen, sen…”
“Ne oldu ya,” deyip güldü. Saçlarını geri savurup, kollarını boynuma doladı.
Sarsıldım. Cengiz başımdaydı. “Aykut, uyan oğlum, sızdın kaldın koltukta.”