Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Samanlık

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Gamze Yayık
Gamze Yayık
Gamze Yayık. 1972 yılında doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle Türkiye’nin farklı şehir ve okullarında süren eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1994 yılında mezuniyetiyle son buldu. İşsiz bir mühendis olarak başladığı yetişkinliğini Ying Yang mahlasıyla DivxPlanet sitesinde polisiye dizi ve filmlere gönüllü altyazı çevirmenliği, altyazı editörlüğü yaparak geçirdi. En büyük tutkusu olan kitaplardan ve okuyup öğrenmekten asla vazgeçmedi. İzmir’de yaşıyor. Halen Handan Gökçek’in “Yaratıcı Yazarlık” Atölyesi’nde polisiye okuma tutkusunu yazma uğraşına çevirmeye çabalayan bir öğrenci.

Jandarma Emekli Başçavuş Kutsal Bayraktar’ın hatıratından…

 

1967 senesi, henüz çiçeği burnunda genç bir askerken geçici görev emriyle merkeze uzak bir bucağa tayin oldum. Aynadaki üniformalı aksimden gözlerimi alamıyor, saçımı ve görünüşümü her şeyden çok önemsiyordum. Henüz hayatın zorluklarıyla tanışmamış, küçük insanların büyük acılar taşıdığı diyarlara adım atmamıştım.

Boğucu bir yaz günüydü. Bucağa bağlı köylerin birinden intihar vakası ihbarı geldi. Karakol amirim benden oldukça yaşlı ve tecrübeli bir başçavuştu. Yanımıza iki jandarma eri alarak askeri araçla yola çıktık. Sarsılarak ilerlediğimiz toprak yol arkamızda toz bulutuna dönüşüyor, gözlerim ufukta taşın, toprağın dışında bir yaşam belirtisi arıyordu. Kışın, üzerinden kar kalkmayan bu uçsuz bucaksız bozkırın, yazın lanetli bir çöle dönüşmesine hayret ediyordum. Tanrının, yarattıktan sonra bazı yerleri ve insanları tamamen unuttuğuna, belki de anımsamak istemediğine kanaat getirmiştim. Yoksa buralar nasıl bu kadar terkedilmiş, bu kadar yalnız görünebilirdi?

Köy, duvarları eğri büğrü, renksiz on-on iki kadar tek katlı haneden ibaretti. Kapı önlerinde yüzü kirli, yalın ayaklı çocuklar, zayıflıktan kaburgaları göğüslerinden fırlamış uyuz köpeklerle oynaşıyordu. Muhtarın olduğu söylenen ev, çamur ve hayvan terkiyle yoğrulmuş duvarların çevrelediği bir avlunun içindeydi.

Muhtar ellili yaşlarının başında esmer bir adamdı. Bizi, avlu başında tıpatıp muhtara benzeyen üç beş adam karşıladı. Yemek, çay, nargile davetleri art arda sıralandı. Mahcup bir baş eğişle kelimeleri yutarak gözümüze bakmadan konuşuyorlardı. Söylediklerinin bir kısmını anlamakta güçlük çekiyordum. Karakol amirim lafı fazla uzatmadan cesedi görmek istedi. Köylüler birbirleriyle bakışıp huzursuzlandılar. İçeriden bir bebek ağlaması duyuldu. Ağıtı andıran yanık bir ninni, yavruyu avuttu. Genç, kavruk bir delikanlı köşede çökmüş cigarasının uzayan külüne dalmış düşünüyordu. Muhtar gidip oğlanı ayağıyla dürttü. Delikanlı, izmariti savurup gözleri yerde, evin kuytu karanlığında kayboldu.

Kirli perdelerin ardında kara gözlü kadınlar bakışlarımızdan ürküp içerilere kaçıştılar. Köyün üzerine sinmiş ağır tezek kokusuna kim bilir hangi rüzgârın getirdiği yabani otların kokusu karışıyor, nefes almak zorlaşıyordu. Yıkık bir evden bozma olduğu anlaşılan yüksekçe tavanlı penceresiz bir dama girdik. Gözlerimiz karanlığa alıştığında tavan kirişine bağlanmış urganın ucunda genç bir kız silueti gördüm. İnce bedeni masum bir hayalet hafifliğinde sallanıyordu. Kırmızı oyalı yazması, garip bir açıyla duran başından omzuna kaymış, kınalı elleri iki yanında, toza bulanmış ayakları boşlukta yüzen bir beden, bir çocuk.

Damın yıllanmış hayvan terki, çıra ve saman kokusuna karışan sidik kokusu, urganın ucunda can veren yavrucağın son dakika yaşadıklarını ele veriyordu. Erlerle beraber sessiz bir törenle narin bedeni yere indirdik. Muhtar ileri geri adımlar atarak bizi izliyor, elleri ceplerinde muhtemelen çıkarken evinde bıraktığı cigara paketini arıyordu. Çevresindeki erkekler sorduğumuz her soruda ürkek gözlerini muhtara dikiyorlardı. Ölen çocuğun hali ve köylünün şüpheli hareketleri beni o kadar rahatsız etmişti ki komutanıma yaklaşıp konuşmak istedim. O, halimden anlamış olacak ki eliyle omzumu tutup bekle anlamında gözlerini yumdu.

Bir saat kadar ilçe doktorunun civar köydeki doğumdan dönüşünü bekledik. Çocuğun cesedi üzerine ince, eski bir kilim atılmıştı. Örtünün altından sıyrılan eli, ayak ucuna çöreklenmiş urgana doğru uzanmıştı.

Komutan, ifadelerini imzalattığımız köylüleri tek tek evlerine yolladı. Çocuğun tüy gibi hafif bedenini çarşafa sarıp nakil aracına yükledik. Kendi aracımıza doğru ilerlerken bir şeylerin saklı kaldığı hissi beni boğuyordu. Köyden ayrılacağımızı anlayan muhtarın omuzları dikleşti, çenesi düştü. Altın dişlerinin arasından ettiği arsızca davetleri duymazdan gelen karakol komutanım tam araca binecekken dönüp muhtara sordu.

“Bebek oğlundan mı?”

Muhtar ağzı açık, bir müddet öylece kaldı. Sessizlik sinek vızıltılarına karışarak büyüdü, köyü sardı.

“Al senin oğlanı da yanına, karakolda biraz sohbet edelim. Asmış bu yavrucak kendini diyorsun ama ben ortada merdiven, tabure, kova falan göremedim. Urgana uçtu da mı kondu bu günahsız sabi?”

Muhtarın elleri iki yanına düştü, benim omuzlarımdaki yük havalandı. İlçeye doğru arkamızda toz bulutu yükselirken komutanım ön koltukta derin bir of çekti.

“Bak oğlum,” dedi. “Burada her şey samanlıkta yaşanır. Namus, muhtarın oğlunun belinde değil on dördünü görememiş kimsesiz masumun apış arasında aranır. Sanma köyde cahil bunu yapıyor da şehirde okumuşu akıllı duruyor. Her yer samanlık olmuş bu ülkede. Kurtlar, çakallar masum kuzularımızı gözlüyor köşe bucak. Uyanık olacaksın. Baktın baş edilmiyor, bulup bütün samanlıkları tek tek yakacaksın.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU