Dedektif Dergi olarak geçtiğimiz sayılarda farklı kitap kulüplerine konuk olmuş, toplantı notlarımızı sizlerle paylaşmıştık. Okuma kulübümüzde yaptığımız toplantıları önceki sayılarda yayımladık. Okumayanlar veya tekrar okumak isteyenlere önceki sayılara bir göz atmalarını salık veririz.
Bu sayı için Emel Aslan’ın tavsiyesiyle, Osmanlı-Türk polisiye geleneğinin bir parçası olmakla birlikte edebiyatımıza yeni kazandırılmış bir eseri okuduk; “Kesik Baş Cinayeti”.
Altı Dedektif Dergi yazarının katıldığı toplantıdan hem okur hem de yazar olarak büyük keyif aldık. Sözü uzatmadan Emel Aslan’ın sunumunu yaptığı beşinci kulüp toplantımızın sadeleştirilmiş metnini sizlerle paylaşmak isteriz. Kitabı okumak isteyen okurlar için sürpriz bozan uyarısı vererek başlayalım. Keyifli okumalar.
Emel Asan: “Kesik Baş Cinayeti”, Koç Üniversitesi Yayınları tarafından ilk baskısı Şubat 2020’de yayımlanmış, Tefrika Dizisi projesi kapsamında uzun süreli çalışmalar ve çokça emek isteyen arşiv taramaları sonucunda gün ışığına çıkarılmış, Arap alfabesinden Latin alfabesine çevrilmiş, ardından günümüz Türkçesine sadeleştirilmiş bir metin.
Eserin Haftalık Mecmua’da tefrika edildiği tarih Ocak- Mart 1926. Tefrika Dizisi Editörleri: Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar. Latin harflerine aktaran: İbrahim Öztürk. Günümüz Türkçesine aktaranlarsa yine Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar.
Tefrika Dizisi, TÜBİTAK tarafından desteklenen “Türk Edebiyatında Tefrika Roman Tarihi” başlıklı projenin bir ürünü. 1831-1928 yılları arasında Arap alfabesiyle basılmış 302 süreli yayın taranarak, roman tefrikaları tespit edilip dijital bir koleksiyon oluşturulmuş. Çalışmada Türk edebiyatı tarihi kitaplarında, antolojilerinde adı geçmeyen pek çok yazar gün yüzüne çıkartılmış. Yine bilinen bazı yazarların gazete ve dergi sayfalarında unutulan yapıtlarına ulaşılmış. Kimileri bilinçli olarak kanon dışına itilen, kimileri “popüler” oldukları ya da “edebî” bulunmadıkları için önemsenmeyen ve nedensizce edebiyat tarihçilerinin gözünden kaçan bu metinleri Türk edebiyatına kazandıran çok değerli bir çalışmanın ürünü. Tefrika dizisinin en önemli özelliklerinden biri de bilinmeyen kadın yazarların yapıtlarının edebiyatımıza yeniden kazandırılması.
Kesik Baş Cinayeti, bu dizinin onuncu kitabı olarak yayımlandı.
Dizide tüm eserlerin kapaklarında belli bir standart izlendiğini gözlemliyoruz. Her eserde farklı renk ve eserin içeriğine dair ipuçları içeren farklı desenler yer almakla birlikte, belli bir şablon takip edilmiş, çok da iyi yapılmış. “Kesik Baş Cinayeti” kapağında ana rengin kırmızı olması gayet makul bir seçim. Kesik kafa, el ve balta figürleri kapağa hoşluk katmış.
Yazar hakkında
Romanı ilginç kılan en önemli konu, metnin yazarı Ziya Bey’in kimliğinin bilinmemesi. Yani faili meçhul bir metinle karşı karşıyayız. Romanın tefrika edildiği Haftalık Mecmua popüler bir dergi ve bu dergide takma olduğu anlaşılan farklı yazar adlarıyla karşılaşmak mümkün. Ancak Ziya Bey’in Haftalık Mecmua’nın başka bir sayısında “Bir Borsası” başlıklı bir macerası daha yayımlanmış. Yazarın kimliğinin bilinmemesiyle bağlantılı diğer bir konuysa metin içindeki fotoğraflarla birlikte bu romanın gerçek bir olaya dayandığı iddiası. Yazar, metinde polis memuru olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bu roman gerçek bir olayın aktarımı mı yoksa kurmaca bir hikâyenin ticari kaygılarla gerçeklik etkisi yaratılarak okura sunulması mı? Ya da gerçek bir olaydan hareketle yazılmış kurmaca bir metin mi? Bu soruların net bir yanıtı yok.
Kitaptaki dipnota göre: “Erol Üyepazarcı Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler adlı çalışmasında Kesik Baş Cinayeti’nin yazarını “Ziya (Çalık) [Çalıkoğlu]” olarak belirtmiştir (s. 597). Erol Üyepazarcı ile iletişime geçtiğimizde, Çalıkoğlu’nun 1944 yılında yayımlanan 6 Numaradaki Kadın başlıklı kitabının arkasında listelenen yapıtları arasında Kesik Baş Cinayeti’nin de bulunduğunu not aldığını belirtti. Ancak Millî Kütüphane koleksiyonundan 6 Numaradaki Kadın kitabına ulaştığımızda, arka kapağındaki listede Kesik Baş Cinayeti’nin yer almadığını gördük. Dolayısıyla Kesik Baş Cinayeti’nin yazarının Ziya Çalıkoğlu olmadığı, takma ad kullanan başka bir yazar tarafından kaleme alındığı düşüncesi daha ağır basıyor.”
Romanımızı kısaca özetlersek: 1917 yılında, yani I. Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü günlerde İstanbul’un farklı semtlerine dağılmış ceset parçaları bulunuyor. Cinayet kamuoyunda büyük ses getiriyor ve kaygı yaratıyor. Emniyet birimleri aylarca süren araştırmalara rağmen bir türlü sonuç alamıyor. Nihayet “Nat Pinkerton” lakaplı eski Polis Müdürü Ziya Bey ortaya çıkıyor, işe el koyarak cinayeti çözmeyi başarıyor. (Ziya Bey’in Kesik Baş Cinayeti’ni kaleme aldığı 1926 yılında Nat Pinkerton hem dünyada hem Türkiye’de hayli popüler bir polisiye roman karakteriydi.)
Ziya Bey’in, gerçek bir olaya dayandığını iddia ettiği bu metin on tefrika olarak yayımlanmış. Yapısı, karakterleri ve olay örgüsünün gelişimiyle Osmanlı-Türk polisiye roman türünün bir parçası olarak kabul ediliyor. İlgilenenler Seval Şahin’in Cinai Meseleler kitabından Osmanlı-Türk polisiye roman türünün özelliklerine bakabilirler. Romanımızda kılık değiştirme, suç ya da araştırmada en çok kullanılan yöntem olarak karşımıza çıkarken o dönem polisiyelerinde sıklıkla kullanılan hipnoz ve manyetizmaya rastlanmıyor.
Kesik Baş Cinayeti hem “polis merkezli” bir anlatı hem de “gazete haberi ya da polis dosyalarından yola çıkarak kurgulanan” “gerçek suç” anlatısı türüne giriyor diyebiliriz.
Gelelim, “Kesik Baş” temasına: Kitaba adını veren “kesik baş” teması polisiye edebiyatta sık sık karşımıza çıkıyor. Erol Üyepazarcı’nın ilk olarak 1911 yılında yayımlandığını belirttiği Nat Pinkerton çeviri dizisinin ilk kitabının başlığı ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1921 yılında tefrika edilen polisiye romanının adları Kesik Baş. Hüseyin Nadir’in yarattığı 1922 yılında yayımlanmaya başlayan bir yerli polisiye olan Fakabasmaz Zihni serisinin dördüncü kitabının başlığıysa Kesik Kafa’dır.
Romanın kurgusu, karakterleri, olay örgüsü:
Tüm roman Ziya Bey’in ağzından anlatılıyor. Ziya Bey romanın en başında okurlara açıkça bu heyecan dolu vakanın gerçek(!) olduğunu ve açıklığa kavuşturan kişinin kendisi olduğunu söylüyor. Böylece finalde bizi neyin beklediğini bilerek okumaya başlıyoruz.
1917 yılı Şubat ayında, Hüsnü Bey adında, altmış beş yaşlarında, Ermeni ortağıyla birlikte kösele ticareti yapmakta olan bir zat, bir sabah işine gitmek üzere evden çıkar ve ortadan kaybolur. Birkaç gün ortalarda görünmeyince ailesi Vefa Karakolu’na başvuruda bulunur ve polis, Hüsnü Bey’i aramaya başlar. Ailesinin polise müracaatından üç gün sonra, bir lodos fırtınasının ardından Kumkapı kıyılarında atıkları kurcalayan iki çocuk, sahile vurmuş bir paketi açar ve içinden kolları, ayakları ve başı olmayan, kanlar içinde bir insan gövdesi çıkar. Daha sonra Gedikpaşa Hamamı’nın yanındaki viranelikte bir çift ayak bulunur. Bundan birkaç saat sonraysa Langa tarafında bir kesekâğıdının içinde haya, böbrek, bağırsak gibi organlar bulunur. Kollar ve kafa henüz ortada yoktur. Hüsnü Bey’e ait olduğu tespit edilen (nasıl tespit edildiğine dair bir bilgi verilmemiş, ailesi teşhis etmiş olsa gerek) ceset parçaları kamuoyunda infial yaratır. Hemen Emniyet içinde özel bir komisyon kurularak cinayet aydınlatılmaya çalışılır. Ancak cinayetin nerede işlendiğine dair bile kesin bir bilgiye ulaşılamaz. Bütün kuyumcular, çamaşırcılar, sarraflar özel araştırma ekipleri tarafından ayrı ayrı gözetlenir ancak sır perdesi aralanamaz. Öyle ki bir kovuşturma amiri fal bile baktırır ancak bir sonuç alınamaz. Ziya Bey, yaşanan çaresizliği şu sözlerle anlatır:
“Çünkü cinayet meydanda, cani yok… Herkes heyecanda, poliste küçük bir başarı eseri yok… Ceset, ayaklar, bağırsaklar ve üreme organları ortada, cinayet mahalli yok… Polis tarihinde şimdiye kadar görülmeyen bir kararlılıkla aralıksız altı ay failler arandığı ve bu konuda gereken masraflar tereddütsüz karşılandığı halde verilen raporların içeriği “Katil meçhuldür” kelimelerinden ibaret!”
Nihayet bir gün kurbanın kayboluşundan on beş gün önce, askere alınmış bir Ermeni gencin izin süresini uzattırmak için Hüsnü Bey’den ricacı olduğu ve olumsuz yanıt alarak üzülüp öfkelendiği öğrenilir. Ancak bu ziyarete şahit olan Mehmet Ağa, genci teşhis edemez.
Ziya Bey o sırada Galata Merkezi ikinci komiseridir ve vaka çok ilgisini çekmektedir. Maktulün fotoğrafını yanında taşımakta, geceleri vakayı düşünmekten uykuları kaçmaktadır. Katili bulma arzusu saplantıya dönüşmüştür.
Olayın üzerinde altı ay geçer, Ziya Bey nihayet üstlerine bu davada görev almak istediğini belirtir ve Genel Müdürlük tarafından vakaya atanır. Kendi ekibini oluşturarak ağırbaşlı, ciddi ve çalışkan polis hafiyesi adayı Ali Bey’i yanına yardımcı olarak alır. Evvelce yapılmış tüm çalışmaları detaylıca inceler ve işe koyulur.
Gündüzleri beden parçalarının bulundukları yerlerde, geceleri tebdili kıyafet Beyoğlu’nda gezerek incelemelerde bulunurlar. Bu gezilerin birinde kasa hırsızlarının soruşturma memuru olarak bilinen Marianetti ile karşılaşırlar. Cinayetten bahsederlerken, kadın kocasının da vakanın en başında gözaltına alındığını, içerideyken cinayeti işleyenin Rıza isimli bir Acem olduğuna dair bir söylenti duyduğunu söyler. Söylentinin kaynağı sabıkalı Kiryako’dur. Ancak söz asılsız çıkar.
Ziya Bey geceleri Beyoğlu’nun eğlenceli ve canlı hayatıyla geçirirken, gündüzleri kurbanın hayatını soruşturup vücut parçalarına ilişkin delilleri inceler.
Hüsnü Bey’i ziyaret eden Ermeni gencinden bahseden Mehmet Ağa’yla tekrar görüşür. Uzun konuşmaların sonucunda adının Aram olduğu ve evvelden o handa çırak olarak çalıştığı iddia edilen bu gencin İskenderiye’ye gidip geldiğini ve elinde gümüş bir kırbaçla gezdiğini öğrenirler. Ziya Bey’in sezgileri bu genç üzerinde yoğunlaşmıştır.
Araştırmalarına Kumkapı’dan başlar. Bu genci tanıma olasılığı olan serseri ve ayyaşları soruşturur ve nihayetinde L isminde sabıkalı, asker kaçağı bir hasta zat olduğu bilgisine ulaşır.
Söz konusu kişiyle görüşebilmek için doktor kılığına girer. Yardımcısı Ali de sıhhiye eri gibi giyinir. Ziya Bey hastayı muayene eder, ateşini ölçer, teşhis koyar, ilaç verir. Hasta birkaç gün içinde iyileşir ve “doktoru” davet eder. Doktor güya eski metresini arıyordur ve kadının erkek kardeşi de asıl aramakta olduğu şüpheli Ermeni gencidir. Hastası L araştırmak için birkaç gün müsaade ister ve gencin izini bulur. Adresini temin eder.
Ziya ve Ali Bey, Ermeni ailenin yerini tespit etmek için İaşe Müfettişi (savaş yıllarında yiyecek ve içecek dağıtımıyla ilgilenen memur), postacı ve kestaneci kılığına girerler. Ermeni ailenin altı ay kadar önce taşındığını öğrenirler ki, bu da tam cinayetin işlendiği zamana tekabül etmektedir. Bu da Ziya Bey’in aklına cinayetin bu evde işlendiği, parçaların dağıtıldığı ve hemen ardından buradan taşındıkları ihtimalini getirir. Yine kılık değiştirerek evin etrafında detaylı incelemeler yaparlar. Cinayetin nerede işlenmiş olabileceği, beden parçalarının nasıl taşınabileceği gibi konularda ölçümler yaparlar.
Ziya Bey, ailenin taşındığı Üsküdar’daki adrese doğrudan giderlerse, delillerin yok edilmesi endişesi taşımaktadır. Ertesi gün, Hıdırellez eğlenceleri için aile gezmeye çıkar. Döndüklerinde onları Ali Bey karşılar, Şevket Bey’i asker kaçağı olduğu iddiasıyla karakola davet eder. Diğerleri de onu yalnız bırakmaz, birlikte giderler. Karakola varınca her biri ayrı ayrı odalara konur, sorgulanır.
Hüsnü Bey’in öldürülmesinin ardından Çakmakçılar Hanı’ndaki kasası kendi anahtarlarıyla açılarak altın, kâğıt para ve birtakım mücevherlerden ibaret kırk bin liralık bir servetin aşırıldığı anlaşılmıştır. Kaybolduğunda Hüsnü Bey’e ait bazı özel eşyaların da Karabet’in üzerinden çıkmasıyla artık cinayeti onların işlediği kesinleşmiş olur. Evde yapılan aramalarda çok miktarda para ve ziynet eşyası, Hüsnü Bey’in kaybolduğu gün giydiği gocuk gibi ek deliller bulunur. Tüm bunların üzerine Karabet itirafta bulunur ve cinayeti kız ve erkek kardeşleriyle birlikte işlediklerini ve parçaları dağıttıklarını anlatır. Hüsnü Bey’in eksik parçaları ifade doğrultusunda bulunur. Karabet’le kız kardeşi Nazik idama ve henüz on sekiz yaşını doldurmayan erkek kardeşi Karakin de on beş seneye mahkûm olur. Karabet, Beyazıt Meydanı’nda asılır. Nazik’in cezası da müebbet küreğe çevrilir.
Bu büyük başarı karşısında Ali Efendi ile Ziya Bey altı aylık maaş oranında para ödülü alır, Ali Efendi polis hafiyesi adaylığından üçüncü sınıf memurluğa, Ziya Bey de başkomiserlikten başmemurluğa terfi eder.
Kesik Baş Cinayeti, heyecan dozu yüksek olmasa da sürükleyici bir anlatıma sahip, keyifle okudum. Sürpriz unsurlara fazla yer verilmemiş. Onun yerine zekice manevralar ve kılık değiştirmelerle sonuca adım adım nasıl yaklaşıldığı anlatılmış. Dikkatimi çeken bir diğer konu, roman boyunca yeme-içme detaylarına fazlaca yer verilmesi oldu. Bunu o zamanın şartlarına, savaş ortamına bağlıyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. Sizin fikirlerinizi almak isterim.
Derin Gezmiş: Kadına müebbet kürek mahkumiyeti verilmiş ya, Osmanlı’da kadın kürek mahkûmu bilgisine ulaşılamamış diye bir bilgi var internette. Bu nokta dikkatimi çekti. Yazar neden böyle bir detay vermiş olabilir?
Emel Aslan: Çok güzel yakalamışsın. Belki de olayın kurmaca olduğunu buradan anlamamız gerekiyor.
Derin Gezmiş: Belki de. Projeyi çok beğendim. Tüm seriye sahip olmak isterim. Roman da hoşuma gitti. O yıllarda adli tıp kurumuna karşılık gelen bir kurum var ve kan izlerini, kemikleri araştırabiliyorlar. Bunlar çok önemli bilgiler. Vakayı ilk araştıran polislerden birinin falcıya gitmesi ilginçti. Polise üst makamlardan gelen baskı o zamanlar da aynıymış.
Emel Aslan: Roman bana da hem anlatı hem de dönem itibariyle çok ilginç geldi. Olayın gerçekliğini sorguladığımız muamma enteresandı.
Gencoy Sümer: Benim tahminim şöyle. Bu gerçek bir olay ancak yazar bunu kurguya çevirmiş. Gerçek olay işin nüvesi, yazar kendi muhayyilesini işin içine katarak hikâyeyi oluşturmuş. Çünkü fazla teferruat ve bilgi var romanın içinde. Olay örgüsünü beğendim. Güzel bir eser çıkmış ortaya. Kitapta Fikirtepe’den bahsediliyor. Benim çocukluğumda Fikirtepe gecekondu mahallesiydi. Pek uğramak istemediğimiz bir semtti. Demek ki 1920’lerde öyle değilmiş. Günümüzde kentsel dönüşümle tekrar düzenlendi.
Zehra Açicbe Torun: Katilin Ermeni çıkmasının arkasında ne yatıyor acaba?
Gencoy Sümer: Server Bedii’nin Cingöz Recai hikayelerinde de suça maruz kalan kişilerin çoğunluğu yabancı.
Zehra Açicbe Torun: Dönem itibariyle gayrimüslimlerin zenginliği ellerinde bulundurduklarını düşünebiliriz.
Gamze Yayık: Romanı okuduktan sonra internette biraz bilgi taradım. Böyle bir cinayet İstanbul’da işlenmiş olsa dönemin gazetelerinde muhakkak günlerce, sayfa sayfa haber olurdu. Belli ki meçhul yazarımız benzer bazı cinayetlerden esinlenerek hikâyeyi kurgulamış. Resim ekleyerek, polisiye ögelerle destekleyerek kurgusunu gerçeğe çok yakın bir metne dönüştürmüş. İlginçtir günümüzde de kesik baş cinayetleri işleniyor. Demek ki öldürme biçimi olarak oldukça revaçta bir yöntem.
Kurbanın kimliğine nasıl ulaşıldığı konusu benim de aklıma takıldı. Sanırım metni bir seferde tamamlamıyor, bölüm bölüm, fasılalı yazıyorlarmış.
Emel Aslan: Evet, öyle olunca da kurguda bazı boşluklar olmuş, bir şeyler gözden kaçmış olabilir. Romanın sonunda birden peyda olan kız kardeş de öyle bir hata.
Gamze Yayık: Aynı dönemde yazılmış kurgularla kıyaslanacak olursa, mekânı, karakterleri ve kurgusuyla inanılmaz gerçekçi. Gazete kupürlerini yan yana koyup onlar üzerinden hikâyeyi geliştirmiş izlenimi yarattı bende.
Derin Gezmiş: Romanda gördüğümüz aksaklıklar, çeviri ve düzenleme esnasında olmuş olabilir mi?
Gamze Yayık: Ekleme veya eksiltme yaptıklarını sanmam, özgün metni güncel dile aktarmışlar sadece.
Gencoy Sümer: Romanın adının “Kesik Baş” olması bana tuhaf geldi. İnsan sadece bir kafa bulunduğunu düşünüyor. Oysa ilk bulunan parça adamın kolsuz bacaksız bedeni. İspritizma ve manyetizma konusunda şunu söylemek isterim. Osmanlı polisiyesinde yaygın kullanımı var, doğru. Burada kullanılmamış.
Sohbetimiz Osmanlı polisiyesinin o günlerde üretilen başka eserlerine kaydı, epey uzadı. Ziya Bey’in Kesik Baş romanını okumanızı ve dönemin tefrika geleneğine bir göz atmanızı salık veriyor, keyifli okumalar diliyoruz.