Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

DEDEKTİF DERGİ POLİSİYE KİTAP KULÜBÜ’NDE BU AY: GÜLÜN ADI

Diğer Yazılar

Gamze Yayık
Gamze Yayık
Gamze Yayık. 1972 yılında doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle Türkiye’nin farklı şehir ve okullarında süren eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1994 yılında mezuniyetiyle son buldu. İşsiz bir mühendis olarak başladığı yetişkinliğini Ying Yang mahlasıyla DivxPlanet sitesinde polisiye dizi ve filmlere gönüllü altyazı çevirmenliği, altyazı editörlüğü yaparak geçirdi. En büyük tutkusu olan kitaplardan ve okuyup öğrenmekten asla vazgeçmedi. İzmir’de yaşıyor. Halen Handan Gökçek’in “Yaratıcı Yazarlık” Atölyesi’nde polisiye okuma tutkusunu yazma uğraşına çevirmeye çabalayan bir öğrenci.


Dedektif Dergi olarak geçtiğimiz sayılarda farklı kitap kulüplerine konuk olmuş, toplantı notlarımızı sizlerle paylaşmıştık. Kendi okuma kulübümüzde yaptığımız toplantıları önceki sayılarda yayımladık, okumayanlar veya tekrar okumak isteyenlere önceki sayılara bir göz atmalarını salık veririz.
Şimdilik sadece Dedektif Dergi yazarlarına açık olan kulübümüze ilerleyen aylarda belki sizlerin de katılımını planlamaktayız. Bu sayıdaki toplantımız için ünlü yazar Umberto Eco’nun Orta Çağ tarihi ağırlıklı polisiyesi “Gülün Adı” romanını seçtik. İtiraf edelim zor bir okuma oldu. Altı Dedektif Dergi yazarının katıldığı toplantıdan hem okur hem de yazar olarak keyif aldık. Sözü uzatmadan Ramazan Atlen’in sunumunu yaptığı üçüncü kulüp toplantımızın sadeleştirilmiş metnini sizlerle paylaşmak isteriz.  Kitabı okumak isteyen okurlar için sürpriz bozan uyarısı vererek başlayalım. Keyifli okumalar.


DEDEKTİF DERGİ POLİSİYE KİTAP KULÜBÜ’NDE BU AY: GÜLÜN ADI 1

Ramazan Atlen: Merhaba arkadaşlar. Roman oldukça uzun ve dili ağır. Sunumu uzatmamak adına mümkün olduğunca kısa bir özet hazırlamaya çalıştım ki tartışabilmek için zamanımız kalsın.

İtalyan YAZAR, Umberto Eco 1932 doğumlu, mesleği akademisyenlik. Dilbilim, estetik ve felsefe dallarında çok sayıda eser yazmış.1980 yılında yazdığı Gülün Adı romanıyla bütün dünyada tanınmış.

Roman, İtalya’nın ilk postmodern yapıtlarından sayılıyor. Otuz dile çevrilmiş, on milyondan fazla satmış, birçok ödül almış, 1986’da aynı adla sinemaya uyarlanmış. Türkçe olarak 1986’da basılmış. Elimde 2016 tarihli 37. Can Yayınları baskısı var.

Şadan Karadeniz, Trabzon doğumlu Türk yazar ve çevirmen.Ankara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu.Dışişleri Bakanlığı’nda uzman çevirmen olarak çalışmış.80’lerden itibaren İngilizce, İtalyanca ve İspanyolcadan çeviriler yapmış.Foucault Sarkacı çevirisiyle ödül almış.

Çeviriyi genel olarak beğendim ancak bazı eleştirilerim var: “olmak” sözcüğü sık ve gereksiz kullanılmış. Örneğin; uzaklaşmakta olduğunu (uzaklaştığını) görünce.  En az iki yüzyıl önce yapılmış olduğunu (yapıldığını). Hazırlanırken görmüş olduğum (gördüğüm) tavuk. Uçurumun dibinde çoktan ölmüş olduğunu (öldüğünü) öğrendim…

Bir de yaygın kullanılmayan “kösnü (şehvet)”, “erdenlik (bekaret)”, “tasım (kıyas)”, “Sağtöre (ahlak)” gibi kelimelerin kullanımını yadırgadım.

ROMANDAKİ BAŞLICA KARAKTERLER

Melk’li Adso: Romanın anlatıcısı Adso’nun babası İmparator Ludwig’in yanında savaşan bir soyludur ve güvende olacağı düşüncesiyle Adso’yu Rahip William’a çırak vermiştir.

Rahip William: Elli yaşlarında, Fransisken rahibi.Adso, William’ın kişiliğini şöyle tarif ediyor: “Davranışlarını yöneten tek şey, gerçeğe ulaşma isteği ve gerçeğin o anda ona görünen şey olmadığı kuşkusu.” Yani William bir rahip olmasına karşın kuşkucu bir adam.

Engizisyon mahkemeleri için sorguculuk yapmış ama birçok davada sanıkları suçsuz bulan, yalnızca ağır bir suç işlediğinden emin olduklarına ceza veren biri. Bu da onun vicdan sahibi olduğuna işaret ediyor.

Eco, romanında William karakteri üzerinden Sherlock Holmes’a gönderme yapmıştır. William’ın fiziki tarifiyle Holmes’unki nerdeyse birebir aynıdır.

“Boyu normal bir adamın boyundan uzundu; öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe işleyiciydi; ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam anlatımı veriyordu. Çenesi güçlü bir isteği açığa vuruyordu.”

Doyle’un Kızıl Soruşturma romanında Holmes’un tarifi:

“Boyu bir sekseni geçiyordu ve o kadar zayıftı ki olduğundan da uzun görünüyordu. Yukarıda sözünü ettiğim uyuşukluk dönemleri dışında, bakışları keskin ve deliciydi; şahin gagasına benzeyen ince burnu, genel ifadesine bir tetikte oluş havası veriyordu. Kare şeklindeki çenesi de kararlı bir adamı ifade eden belirginliğe sahipti.” (Kaynak: Ekin Açıkgöz, Cinairoman.com)

Ama benzerlik bununla sınırlı değil. Holmes’un alameti farikası olan küçük ayrıntılardan yola çıkarak çıkarımda bulunma yeteneği Rahip William’da da var.

Abbonne. Manastır başrahibi

Jorge. Kör rahip

Malachi. Kütüphaneci

Berengar. Kütüphane yardımcısı

Severinus. Hekim

Adelmo. Kitap süslemecisi

Venantius. Yunanca, Arapça çevirmeni

Alinardo. Yaşlı rahip

Remigio. Kilercibaşı

Salvatore. Kilercibaşının yardımcısı

Ubertino. William’ın eski arkadaşı.

Nicola. Cam ustası

Benno. Söz bilimci

Bernardo Gui. Sorgucu, papanın elçisi.

ROMANIN GEÇTİĞİ ZAMAN VE MEKÂN

Hikâyenin geçtiği siyasi zemin, olayları anlamak açısından önemli. O yıllarda Papa’yla Kutsal Roma İmparatoru Ludwig arasında ciddi bir anlaşmazlık vardır. Çünkü Ludwig, 1314 yılında papalık makamının onayını beklemeksizin imparator olur. Papa, Ludwig’i 1322’de aforoz eder. Aynı yıl Fransisken tarikatının lideri Michele, İsa’nın yoksulluğunu inanç ilkesi olarak kabul eder. Papa bu durumu sahip olduğu güce karşı bir tehdit olarak görüp Fransiskenleri yok etme hareketine başlar. İmparator Ludwig’se ‘düşmanımın düşmanı dosttur’ ilkesiyle Fransiskenlere sahip çıkar. Rahip William, İmparator’a danışmanlık yapan Fransisken rahiplerden biridir. Hikâyenin geçtiği 1327 yılında İmparator Ludwig İtalya’ya sefer düzenlemiştir ve Papa’nın bulunduğu Avignon’u işgal etmeye niyetlidir.

Hikâye kısıtlı bir mekânda, İtalya’nın kuzeyindeki bir manastırda geçiyor. Manastır, ana bina, kütüphane, yazı salonu, mutfak, kilise gibi bölümlerden oluşuyor. Ama bunların içinde en önemlisi ana binanın üçüncü katındaki kütüphane. Kütüphane labirent şeklinde tasarlanmış ve planını yalnızca kütüphaneci bilmektedir. Bu bilgiyi sadece kendinden sonra kütüphaneci olacak kişiye yani yardımcısına aktarır. Bu gizliliğin sebebi bazı kitapların sapkın ve yanlış bilgiler içerdiği ve okunmaması gerektiğinin düşünülmesidir. Bu yüzden rahipler, okumak ya da kopyalamak istedikleri kitapları kütüphaneciden isterler, o da uygun görürse kitabı getirip yazı salonunda kopyalanmasına izin verir.

OLAY ÖRGÜSÜ

Birinci gün, Rahip William ve Adso 1327’de İtalya’nın kuzeyindeki manastıra giderler. İmparatorluk damgalı bir mektupla gönderilen William’ın görevi Fransisken ve Papalık temsilcilerinin manastırda yapacağı toplantıda arabuluculuk yapmaktır. Ancak manastır başrahibi ondan genç rahip Adelmo’nun ölümünü aydınlatmasını ister. Adelmo birkaç gün önce uçurumun dibinde ölü bulunmuştur. Başrahip, William’a keşişleri sorgulama ve manastırda serbestçe dolaşma yetkisi verir ancak kütüphaneye girmenin yasak olduğunu belirtir.

William araştırmasına başlar. Hekim Severinus’tan Adelmo’nun kütüphane yardımcısıyla içli dışlı olduğunu öğrenirler.

Yazı salonunda Malachi onları rahiplerle tanıştırır. Kitapların nasıl listelendiği hakkında bilgi alırlar. Adelmo’nun masasındaki kitapları incelerken yaşlı Jorge gelip onları güldükleri için azarlar. William’la Jorge arasında gülmenin yasak olup olmadığı hususunda tartışma yaşanır.

Cam ustası Nicola’yla konuşup ondan geceleri birilerinin kütüphaneye girmeye çalıştığını öğrenirler.

William, Adelmo’nun intihar ettiğine inanmaktadır. Ona göre Adelmo korkuluklardan atlayıp kayalara çarpmış, fırtına cesedi kulenin altına sürüklemiştir.

İkinci gün, gece yarısı duası sırasında hizmetçiler domuz kanı dolu büyük bir fıçının içinde Venantius’un cesedini bulurlar. Karda derin ayak izleri vardır, cesedin taşındığını anlarlar. Cesette boğulma emareleri yoktur, bu yüzden zehirlendiğinden şüphelenirler.

Koroya döndüklerinde, Benno sinirli, Berengar korkmuş görünmektedir. Öncelikle Benno’yu sorgularlar. Benno, Jorge ile Venantius’un yazı salonunda tartıştığını anlatır. Bu tartışmada Poetika’nın ikinci kitabının sözü geçtiğini, Jorge’nin bu kitabın hiç yazılmadığını iddia ettiğini, sonrasında Berengar’ın Adelmo ve Venantius’a kitaplıktaki bir şeyden bahsettiğini, Adelmo’yla Berengar’ın da avluda baş başa konuştuklarını anlatır.

Bunun üzerine Berengar’ı sorgularlar. Berengar, Adelmo’yu ölmeden önce mezarlıkta çıldırmış gibi dolaşırken gördüğünü itiraf eder. 

Venantius’un masasına bakmak için yazı salonuna giderler. Masada Yunanca bir kitap vardır. William masayı daha fazla inceleyemeden Benno gelip hamamın arkasında buluşmak istediğini söyler. Malachi’ye masaya gözcü koymasını söyleyip çıkarlar.

Benno şu bilgileri verir; Berengar kitaplıktaki gizli bir bölüm olan Finis Africae’den bahsetmiştir. Adelmo bu gizli bilgi karşılığında Berengar’la ilişkiye girmeyi kabul etmiştir. Benno, Adelmo ölmeden önceki gece onun gizlice Berengar’ın hücresine gittiğini görmüştür. Adelmo çıktıktan sonra Jorge’ye günahını itiraf etmiş ve kiliseye yönelmiş, Berengar ise mezarlığa gitmiştir. Benno, Venantius’un iki adamı gözetlediğini fark etmiş, sonra Adelmo’nun peşinden kiliseye gittiğini görmüştür.

William bunları öğrendikten sonra ölümlerin sırrının kütüphanede olduğunu düşünür, gizlice girmeye karar verir.

Başrahip’le görüşürler. Başrahip kilercinin geçmişte Dolcino[1] yanlısı olduğundan şüphelenmektedir. William tekrar yazı salonuna gider ama Venantius’un masasına bakmasına izin verilmez.

Alinardo’dan kütüphaneye kemik mezarlığından girildiğini öğrenirler. Akşam yazı salonuna girerler. Ancak Venantius’un masasındaki iki kitaptan Yunanca olanı alınmıştır. Masada bir kâğıt bulurlar. Kâğıdı ısıtınca bazı işaretler görünür hale gelir. Ancak o sırada içeride bulunan birisi şifreli yazıyı okuyamaması için William’ın gözlüğünü çalar. Adamı yakalayamazlar. Ardından kütüphaneye çıkarlar. Labirentte kaybolurlar. Odalardan birinde görüntüyü değiştiren ve üzerinde yazı bulunan bir ayna görürler. Uzun uğraşlar sonunda dışarı çıkmayı başarırlar. Odalarına döndüklerinde başrahip Berengar’ın kayıp olduğunu haber verir.

Üçüncü gün, William yeni bir gözlük yaptırmaya gittiğinde Adso, Salvatore’dan hayat hikayesini dinler, sonra William’ın yanına gider. Üstadı şifreyi çözmüştür; kâğıtta “Finis Africae’nin sırrı; putun üstündeki el dördün birincisinde ve yedincisinde işler” yazmaktadır. Ancak put derken ne kast edildiğini anlayamazlar.

Başrahip onlara acımasız bir engizisiyoncu olan Bernardo Gui’nin geleceğini haber verir. Cinayetler çözülmezse Gui’nin manastırı denetlemesinden çekinmektedir. Binayı dışarıdan inceleyerek labirentin planını çıkarırlar. Karşılaştıkları Alinardo’nun söyledikleri Berrengar’ın hamamda olabileceğini düşündürür. Böylece fıçılardan birinde Berengar’ı boğulmuş halde bulurlar.

Dördüncü gün, William, Severinus’la Berengar’ın cesedini inceler. Başparmağıyla işaret parmağının karardığını görürler. Severinus aynı şeyin Venantius’un cesedinde de olduğunu hatırlar. Berengar’ın dilinin de karardığını fark ederler. Severinus bir süre önce kaybolan kuvvetli bir zehirden bahseder.

William’la Adso’nun sorguladığı kilercibaşı, Venantius’u pazarı pazartesiye bağlayan gece mutfakta ölü bulduğunu, yanında kırık bir kupayla su izleri gördüğünü söyler.

Severinus gelip William’ın gözlüklerinin Berengar’ın üstünde bulunduğunu haber verir. William gözlüklerine kavuşunca şifreyi çözmeyi başarır. Parşömende yazanların Venantius’un Finis Africae’den çalınan kitaptan yaptığı alıntılar olduğunu düşünür.

Öğlen, Fransisken müritleri, ikindi üzeri de Papalık temsilcileri manastıra gelir. Bernardo Gui cinayetleri öğrenince hemen araştırmaya el koyar.

Akşam William ve Adso, yaşlı Alinardo’yla konuşurlar. Alinardo, yıllar önce kendisi kütüphaneci olacakken Silos’tan çok güzel elyazmalarıyla dönen bir başkasının kütüphaneci olduğunu ancak tanrının onu günü gelmeden karanlıklar ülkesine gönderdiğini söyler. Kim diye sorarlar? Cevap veremez ama kast ettiği kişi Jorge’dir.

Akşam duasından sonra kütüphaneye gidip Finis Africae’yi bulurlar. Venantius’un notlarında put diye çevirdiği “idolüm” kelimesinin imge anlamına geldiği ve odadaki aynanın kast edildiğini çözerler. Ayna aslında kapıdır ama nasıl açıldığını anlayamazlar.

Yemekhaneye dönerken mutfaktan bağrışmalar gelir. Bernardo Gui, Salvatore ve köylü kızı yakalamıştır. Üzerlerinden kara bir kedi ve ölü horoz çıkınca büyü yapacaklarını iddia ederek onları sorgulamak için mahzene gönderir.

Beşinci gün, toplantı sürerken Severinus, William’la konuşmak ister. Berengar’ın hamama gitmeden önce revire uğradığını, çünkü revirde kendisine ait olmayan bir kitap bulduğunu haber verir. William, Severinus’a revire gidip kapıyı kilitlemesini söyler. William’ın toplantıdaki konuşması bittiği sırada Severinus’un ölü bulunduğu haberi gelir. Başı ezilerek öldürülmüştür. Kilerci odada telaşla rafları karıştırırken yakalanır, tutuklanır. Benno, Malachi’nin içeriye kilerciden önce girdiğini görmüştür.

William kitabın hala orada olduğunu düşünüp reviri aramaya başlar. Ama bulamaz. Çünkü aradıkları kitabı Yunanca sanmaktadır oysa ilk sayfası Arapçadır. Oradan çıkınca bunu anlayıp geri dönerler ama kitap ortada yoktur.

Bernardo Gui, Salvatore ve Kilerci’yi sorgular. Sapkın olarak görülen Dolcino’nun müritlerinden olduklarını itiraf ettirir. Kilerci manastıra geldiğinde Dolcino’nun mektuplarını Malachi’ye emanet etmiştir. Revire gitme sebebi mektupların Severinus’un eline geçtiğini sanmasıdır. Kilerci işkence görmemek için bütün cinayetleri üstlenir.

William ve Adso, Benno’nun yanına giderler. William kitabı onun aldığını iddia eder. Benno bunu kabul eder ama yerini bilmediğini söyler. Artık Berengar’ın yerine kütüphane yardımcısı olmuş, kitabı Malachi’ye teslim etmiştir.

Jorge, akşam ayininde manastırın en önemli vazifesinin bilginin saklanması olduğuna dair bir konuşma yapar. Kutsal kitapla çelişen kitaplar saklanmalı ama yok edilmemelidir çünkü onların yok edilmeleri tanrının istediği yollardan olacaktır.

Altıncı gün, gece yarısı ayini sırasında Malachi can çekişmeye başlar. Dili ve parmaklarının siyaha boyandığını fark ederler. Son sözü “Bir akrep kadar güçlüydü,” olur. Başrahip William’dan ertesi sabah manastırdan ayrılmasını ister. William, Adso’nun bir sözü üzerine Venantius’un kâğıdındaki şifrenin ne anlama geldiğini çözer. Şifrede Finis Africae’nin kapısının aynanın üzerindeki kelimenin dördüncü ve yedinci harfine basılarak açıldığı yazmaktadır.

Yedinci gün kapıyı açarlar. Jorge içeride onları beklemektedir. William cinayetlerin sırrını açıklar; Jorge yıllar önce Alinardo’nun yerine kütüphaneci olarak atanmıştır. Gözleri kör olunca seçtirdiği kişilerle kütüphaneyi geri planda yönetmeye devam etmiştir. Laboratuvardan çaldığı zehri kitabın birileri tarafından bulunma ihtimali ortaya çıkınca sayfalarına yedirmiştir. Berengar, Adelmo’ya, Adelmo da Venantius’a kitabın yerini söylemiştir. Venantius kitabı Finis Africae’den çalmış, okurken zehirlenmiş ve mutfakta ölmüştür. Berengar onu bulmuş, boğulmuş gibi göstermek için kan dolu fıçıya atmıştır. Kitabı yanına alıp rahat bir yerde okumak için revire gitmiş ama orada zehirlenmiş, rahatlamak için hamama gittiğinde ölmüştür. Revirdeki kitabı Severinus bulmuş ve toplantı sırasında William’a haber vermiştir.

Jorge, Severinus’un yasak kitabı bulduğunu oradan geçerken duyunca Malachi’yi kandırmıştır. Ona Berengar’ın Severinus’la ilişkisi olduğunu, ona hediye olarak Finis Africae’den bir kitap verdiğini, bin akrep kadar güçlü olan o kitabı getirmesini söylemiştir. Berengar’la ilişkisi olan ve kıskançlığa kapılan Malachi, Severinus’u öldürmüş ama kitabı bulamadan içeriye kilerci girmiştir. Kitabı daha sonra Benno alıp Malachi’ye vermiş ama Malachi merakına yenik düşüp kitabı okuyunca zehirlenmiştir.

William kitabı görmek ister. Jorge zehirli kitabı verir ama William eldiven taktığından zehirlenmez. William, kör rahibe neden kitabı saklamak istediğini sorar.

Jorge “Çünkü onu filozof yazmıştı. Yazdığı her kitap Hristiyanlığın yüzlerce yıllık birikiminin bir kısmını yok etti,” der. Ayrıca bu kitabın gülmeyi sanat düzeyine çıkardığını iddia eder. Gülmekse Jorge’nin anlayışına göre yasaktır.

Jorge kitabı yemeye başlar. William onu engellemeye çalışırken yangın çıkar ve kütüphane yanar. 

ANLATIM BİÇİMİ

Bütün hikâye Adso’nun dilinden anlatılmış. Birinci tekil şahıs anlatımda anlatıcının kişiliğine uygun bir dil kullanılması gerekir. Adso, hayatı kitaplar arasında geçmiş bir rahip olarak bir anlamda hatıralarını yazıyor. Dolayısıyla kullandığı dil de entelektüel bir din adamının dili. Bu yüzden kitapta yoğun tasvirler var, ayrıca diyaloglar da son derece kitabî. Eco’nun ifadesiyle “Gülün Adı yüksek nitelikli bir dille konuşan entelektüellerin hikayesi” olduğundan kitaptaki diyaloglarda çoğunlukla konuşma dilinden uzak bir dil kullanılıyor.

Kitabın başında isimsiz bir anlatıcı -yazarın kendisi- Adso’nun el yazmasını nasıl bulduğunu anlatıyor. Sonrasında biz bu el yazmasını okumaya başlıyoruz. Burada uygulanan tekniğe üstkurmaca deniyor.

Üstkurmaca, postmodern romanın en tipik özelliğidir. Kısaca “kurgu içinde kurgu” diye tanımlanabilir.

Sık olarak ana karakterin bir roman okumaya başlaması ve bu romanın okuyucuya aktarılması şeklinde yapılır.

Üstkurmacada yazar; kurmacanın gerçek olmadığını, bu kurmacanın da içinde bir kurmaca barındırdığını göstermeye çalışır.

POLİSİYE EDEBİYAT AÇISINDAN DEĞERLENDİRME

Gülün Adı’na Orta Çağ’daki mezhep çatışmalarına, İsa’nın yoksulluğu üzerine çıkan tartışmalara, din adamları ve halk arasındaki sapkınlıklara yer vermesiyle tarihsel, kim tarafından işlendiği bilinmeyen cinayetlerin çözümünü anlatması açısından polisiye bir roman denilebilir. Bu açıdan bir katil kim romanı, cinayetlerin yalıtılmış bir ortamda işlenmesi nedeniyle kapalı mekân polisiyesidir. Kitapta adil oyun, karmaşık olay örgüsü, çok sayıda şüphelinin bulunması, dedektifin mantık ve muhakeme yoluyla çözüme gitmesi gibi polisiyenin başlıca kurallarına uyulmuştur.

Söz hazır bendeyken kişisel görüş ve izlenimlerimi aktarmak isterim. Bence kitap tarihsel tarafının polisiyeye baskın gelmesinin handikabını taşıyor. Baştan sona bir polisiye kurguyu takip etsek de tarihsel zeminde geçen bir polisiyeden çok polisiye soslu tarihsel roman okuduğum hissine kapıldım, çünkü hikâyedeki tarih unsurları ve bununla bağlantılı teolojik meseleler çoğu zaman polisiye kurguyu unutturacak, metnin akışını kesintiye uğratacak kadar öne çıktı.

Ayrıca cinayet gerekçesini de sorunlu görüyorum. Jorge, Aristo’nun kitabının bulunmasını engellemek için cinayet işliyor. Ancak kitabın sayfalarına zehir koymak yerine onu yok ederek amacına kolayca ulaşabilirdi. Kitapları korumayı vazife bildiği için yok etmeyip bu yönteme başvurması bana yeterince ikna edici gelmedi.  Saklama güdüsü, kitapları koruma güdüsüne baksın gelmeliydi diye düşünüyorum.

Okurken sık sık romanın neden bu kadar başarı kazandığını sorguladım. Bunun sebebinin romanın teolojik tartışmalarla “yüksek edebiyat” sevenlere, polisiye tarafıyla da genel okura aynı anda hitap edebilmesi olabileceğini düşündüm.

Gencoy Sümer: Sunumun için teşekkür ederiz, aydınlatıcı bir sunum oldu. Cinayet gerekçesi konusunda olayın Orta Çağ’da geçtiğini hatırlatmak isterim. Bugünden çok farklı, kim bilir ne tür gerekçelerle cinayetler işlenmiştir. Kadınlar cadı diyerek yakılıyordu mesela. Kafa yapısı günümüzden farklıydı. Dönem skolastik, baskıcı bir düşünce yapısının hâkim olduğu çağlar. Aydınlanmadan ziyade karartmaya dayalı. Avrupa eski dönemlerde daha aydınken Orta Çağ’da durum tam tersi oluyor. Arşimet’ten sonra bin yıl hiçbir gelişme olmamış, tam bir karanlık. Sonra Kopernik, Da Vinci, Galileo vs. çıkıyor. Yaşlı Jorge bir din adamı. Kitabı yok etmiyor. Kaderi kendi çizmek istemiyor. Amacı zararlı gördüğü kitabı muhafaza etmek ve gözlerden uzak tutmak. Aristo “Gülün,” diyor, Jorge tam tersine buna karşı. Ona göre bu kitap sapkın bir kitap. Bu nedenle cinayet gerekçesi makul. Romanda Orta Çağ kadar insana dair tüm zaaf ve erdemler de anlatılıyor.

Derin Gezmiş: Cinayet gerekçesini zayıf bulmuyorum. Jorge neden kitabı yakmadı? Ben bir kitap yakamam. Adam hayatını hayalimizin alamayacağı kıymette kitapların içinde geçirmiş. Yaşamı kitap olan bir adam kitap yakamaz. Rahiplere okutmamasının sebebi şu; çok katı kurallarla eğitilmiş ve buna uygun yaşıyor. Kitap okunursa rahiplerin yoldan çıkıp sapkın olmasından korkuyor. Bir yerde “Biz rahiplerin şarap içmesini engelleyemiyoruz, sadece içmeyin diyebiliyoruz” demişti. Kitaplar için de durum aynı. Okunur ve içinde yazanlar mantıklı görülürse insanların yoldan sapacağından çekiniyor. Manastır tam olarak dönemin baskıcı karanlığını temsil ediyor. Yeni her şeye kapalılar (William’ın gözlüğüne bile mesafeli) Toplumu bu karanlığa sürükleyen dindi.

Gencoy Sümer: Kitabı yıllar önce okumuştum. O yüzden benim için sürpriz bir son yoktu. İkinci okuyuşumda daha dikkatle ve ilgiliyle okudum, çok beğendim. Son baskılar sadeleşmiş, belki de o nedenle daha rahat okudum. O dönem postmodern edebiyat hakkında da çok bilgi sahibi değildim. Keyif aldım, ancak roman tam olarak bir polisiye mi tartışılır. Polisiye bir romanda bu kadar polisiye dışı konu olması onu polisiye tür olmaktan uzaklaştırıyor. Daha çok polisiye kalıplarıyla oluşturulmuş tarihi bir roman diyebiliriz. Ben bunu polisiye türüne sokmam ancak polisiye unsurlar kullanılmış. Polisiye sever birinin bu eseri sevmemesi mümkün değil.

Dikkat ettiyseniz romanda Sherlock Holmes’e gönderme var. Zaten William’ın Baskervilleli oluşu Doyle’un romanına açık bir gönderme. Kör kütüphaneci karakteriyle de Borges’e gönderme yapılmış.

Yeşim Yörük: Kitapta sıkılarak okuduğum bölümler fazlaydı. Aslında polisiyelerde tarih, felsefe, teoloji bilgilerinin aralara serpiştirilmesini çok severim. Ama Eco tam tersini yapmış, polisiyeyi tarih içine yerleştirmiş. Karmaşık içerikler, sayfalarca süren betimlemelerle, uzun bitmek bilmeyen cümlelerle anlatmasına gerek var mıydı bilemiyorum. (Gülüşmeler)

Sıkıldım ama her sayfayı dikkatle okudum. Uzun tarihi bölümleri okurken soruşturmanın neresinde kaldığımı unutuyordum. Bu yüzden dönüp tekrar okuduğum bölümler oldu. Yazarın zaten Orta Çağ’ı anlattığı kitapları var. Dolayısıyla bu romana bunca detay eklemese daha iyi olurmuş. Sonuçta roman polisiyenin tüm kurallarına uysa da daha çok tarihi bir roman. Kitabın çevirisini okurken zorlandım. Bu daha ziyade benden kaynaklı bir sorun. Anlamını bilmediğim kelimeleri araştırırken kurgudan koptum. Ondurucu, sayrık, esrik gibi kelimelere yabancıyım.

Gencoy Sümer: Bu sıkıntı sanırım kitabın kırk yıl önceki çevirisinden kaynaklanıyor. O sıralar entelektüel yazarlar, çevirmenler bu tür kelimeleri çok sık kullanıyorlardı. Bir dönem insanlar siyasi yönden ayrışınca muhafazakâr kesim daha eski kelimeleri tercih ediyordu diğerleri daha modern sözcükleri kullandı. Zamanla azaldı, bugün hemen hemen hiç yok. Kösnü gibi kelimeler dile yerleşmedi, gündelik hayatta kullanılmadı.

Ramazan Atlen: Keşke son baskılarda bunlar güncellenseydi.

Gencoy Sümer: Belki de düzenlendi, bunlar kalanlar. (Gülüşmeler)

Yeşim Yörük: Keşke romanı orijinal dilinde okuma şansımız olsaydı. Belki de o nedenle Türk yazarları okumayı daha çok seviyorum. Çevirmenlere lafım yok tabii ama çeviri yüzünden bıraktığım kitaplar oldu. Romanın bana sıkıcı gelmesi eserin değerini düşürmüyor. Tekrar tekrar okunursa daha iyi anlaşılacaktır.

Gamze Yayık: Bahsettiğiniz konularla ilgili yazar, kitabın sonuna eklediği bir bölümde açıklama getirmiş. Diyor ki; yayınevi ilk yüz sayfayı kısaltmayı önermiş, fakat Eco reddetmiş. Manastırın yaşam ritmini kabullenmek için böyle zor bir girişin okunması gerektiğini, bunu başaramayan okurun bu kitapla bir işi olmadığını söylüyor. Evet, kitap bizi zorladı ancak bundan sonra okuduğumuz kitaplarda aynı edebi lezzeti arayıp bulamazsak mutsuz olacağız. Adso’nun uzun ifadelerinin nedenini de şöyle açıklıyor; “Orta Çağ kronik yazarlarının üslubu böyledir, ne zaman bir şeyin adını ansalar içine ansiklopedik kavramlar karıştırmaya bayılırlardı.” Bu, yazar arkadaşlara dönem öyküsü yazarken dikkat etmeleri gerektiğini söylediğimiz mevzu. Hikâyenin geçtiği dönemin dilini ve üslubunu takip etmek gerekir. Aksi durumda metin gerçekten uzak olur. Eco tam bir mekân ve karakter yaratma ustası. Mekânı hem anlatıyor hem de karakterleri dolaştırırken orayı görmemizi sağlıyor. Filmde de mekân ve olaylar romanın genel kurgusuna sadık olduğundan izlemek de ayrı keyifti. Sonunu hatırlamıyordum ancak kütüphanenin yandığını anımsıyordum. Zaten duvara asılı silah nasıl patlıyorsa ortada bir kütüphane varsa mutlaka yanar. (Gülüşmeler)

 Doğrusu Orta Çağ’da kilise ve krallık arasındaki sorunlar bana, yetiştiğim kültüre çok uzak. Ancak ikisi arasındaki çekişme, karakterlerin duygu durumları, dalavereler, ihanetler, cinayetler evrensel kavramlar. Eco orada mikro bir dünya oluşturuyor. Öldürme gerekçesinin çok güçlü olması gerekmiyor. Aksine kitap Jorge için o kadar önemli ki insanların ölümüne sebep olmak da dahil her şeyi yapabilir.

Daha çok yazarlık üstüne alıntılar yapmışım. “Yazar, yazdıktan sonra metnin gidişatını bozmamak için ölmelidir,” diyor Eco. Bu tam da postmodern edebiyatta gördüğümüz bir özellik. Roman hakkındaki sorulara yazarın cevabı “Çünkü ben öyle istedim.” Eco’ya göre romanı yazdıktan sonra işi bitmiştir. Geriye kalan okuyucunun algısıdır.

Romana başlarken tarihi bir konu anlatılacak ve okunur olması için içine polisiye bir kurgu yerleştirilmiş diye düşünmüştüm. Eco bunu şöyle açıklıyor, “Bir roman yazdım çünkü canım bir roman yazmak istiyordu. Bunun yeterli bir neden olduğuna inanıyorum. Bir rahip zehirlemek istiyordum.” Aslında yazar polisiye kurgu ve tarihi detaylarla katman oluşturdu ve biz her ne kadar zorlansak da takip etmeye çalıştık.

Karakter sayısı fazlaydı. Bu yüzden isim ve ilişki haritası çıkardım. Fakirlik ve erk sahiplerinin servet düşkünlüğü üzerine yazılan tüm satırlar hem evrensel hem de ebedi. Bu çok temel ve binlerce yıldır insanların tartıştığı bir konu. Sonuç olarak beğenerek okudum ve çok etkilendim.

Gencoy Sümer: Peki sen bu romanı bir polisiye olarak mı nitelendirirsin?

Gamze Yayık: Yazarın kendisi böyledir diyor. Her yazarın yapması gerekeni yapmış, bildiği yerden yani Orta Çağ’dan anlatmış. “Rahiplerim çağdaş bir manastırda yaşayacaklardı ancak manastırlar Orta Çağ’dan kalan anıları hala yaşıyor olduklarından kış uykusuna yatmış arşivlerimi karıştırmaya başladım,” diyor. Yani bildiği yere dönüyor aslında.

Ramazan Atlen: Hatta romanın adını Suç Manastırı koyacakmış ama yazdıkça o dönemin siyasi zemini, tartışmaları ağırlık kazanmış demek ki.

Derin Gezmiş: Bence Eco polisiye yazmak için yola çıktı. Romanın başında kayıp atla ilgili bölüm bunu gösteriyor. Ama yazar, tarihçi ve Orta Çağ’la derdi var. İster istemez arka planda kalması gereken konular öne çıktı.

Gencoy Sümer: Yazdığımız öykülerde insan ilişkileri, toplumsal olaylar elbette oluyor. Ama polisiye yazanlar bunları fazla öne çıkarmaz. Amaç bu değildir çünkü. Bu romanda Orta Çağ hikâyesinin öne çıkışı bana polisiye olup olmadığını sorgulatıyor.

Gamze Yayık: Postmodern edebiyatta artık türler de birbirinin içine geçmiş, girift bir yapı olduğundan tür konusunda polisiye mi tarih mi diye çok dertlenmemek gerek. Biz okurken belki de bizi sıktığı için tarih kısmını daha yoğun bulmuş olabiliriz. Romanın diyaloğu çok ve polisiye kısmı akıcıydı. Diğer kısımlarda evet, Eco dilin ustalığını zorlamış.

Gencoy Sümer: Geçen toplantıda postmodern edebiyat hakkında etraflıca konuştuk. Ben Eco’nun amacının geçmişteki toplumsal yapılarla günümüzdekileri kıyaslamak ve aslında çok fazla değişen bir şey olmadığını göstermek olduğunu düşünüyorum. Bu roman 50’lerde yazılsaydı, eleştirmenler “Bu eser Sovyetler Birliği eleştirisi” derdi. Hayvan Çiftliği öyledir mesela. Eco’nun kastettiği şey şu: Bilgi araçlaştırılınca iktidar sahiplerinin elinde kötü bir şey haline gelir. Tek doğru budur denir. Bugün pek çok ülkede ve toplumda bu şekilde dayatmalar mevcut. Demokratik ülkelerde bile bu yaşanıyor. Her siyasal ideoloji iktidara geldikten bir süre sonra baskıcı olur. Bertrand Russel 1950’lerdeki Sovyetlerin durumunu Hristiyanlığın orta çağına benzetir. Nasıl ki Hristiyan dünyası rönesansla aydınlanmaya döndü, Sovyetler de öyle oldu. Gülmenin yarın öbür gün yasaklanmayacağına garanti veremiyoruz. Yeter ki iktidarlar bunu istesin. Eco bunu hatırlatıyor bize.

Murat Yüksel: Ben de çok zorlandım kitabı okurken. Burada da bizdeki tarikatlarda olduğu gibi en dindar benim söylemi var. Kendilerinden olmayanı sapkınlıkla suçlayacak kadar ileri gidiyorlar. Ben tarih kitabı okuyorum hissine kapıldım. Polisiye kısmı toplasan yüz sayfa, gerisinde yazar kendi bildiğini anlatmayı tercih etmiş. Ben sıkıldım. Dünyanın en iyi polisiyesi listesinde ilk sırada. Bence bu mümkün değil.

Takıldığım bir ayrıntı var. Jorge kör haliyle nasıl bu kadar dalavere yapabilmiş anlayamıyorum.

Gamze Yayık: Kütüphaneyi arka planda yöneten kişiydi Jorge. Çok kuvvetli bir hafızası var, kütüphanede ne var hangi odada hangi rafta biliyor.

Murat Yüksel: Kitabın koruyucusu olduğunu düşünüyor bence, o nedenle de saklıyor.

Gamze Yayık: Kitap Yüzüklerin Efendisi romanındaki yüzük gibi. Çok tehlikeli, yok edilemiyor ve sürekli muhafaza ediliyor.

Gencoy Sümer: Bu kitap yasaklama olayı Almanya, İtalya, A.B.D’de, bizde oldu. Kitaplar yakıldı. Siyasi ideolojiler var oldukça ve iktidara geldikçe bu böyle sürecek. İnsanlar da buna karşı çıkacak.

Konuşmalar Eco romanından farklı sohbetlere doğru aktı ve önümüzdeki toplantıda ne okuyacağımızın kararlaştırılmasıyla sona erdi. Biz okurken konuşurken çok keyif aldık, umarız sizin için de verimli bir yazı olmuştur. Bol kitaplı, aydınlık günler dileriz.


[1] 1300’lü yıllarda bilhassa Kuzey İtalya’da yayılan ancak Katolik Kilisesince sapkın kabul edilen Dolcinoculuk akımının lideridir. Hristiyanların ilk havariler gibi fakir olmaları gerektiğine inanan Dolcino, mal ve mülke sahip olan bir kilisenin ortadan kaldırılması gerektiği üzerine vaazlar vermiştir. Komünizmin öncüsü kabul edilir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar