Çeviren:
Gencoy Sümer
1932 baharı herkes için kötü bir zamandı. Fabrikalar kapanıyor, insanlar işsiz kalıyordu. Kasabada morali bozuk olmayan kimse yoktu. Bu da yetmezmiş gibi başkanlık seçimi yaklaştıkça ortalıkta devrim söylentileri dolaşmaya başlamıştı.
Northmont, ülkenin geri kalanı kadar kötü durumda olmasa da ekonomik krizden hepimiz etkilenmiştik. Harcamalarımızı kısmak, birikimlerimizi idareli kullanmak için elimizden geleni yapıyorduk.
Üç yıl önce açılan Pilgrim Memorial Hastanesi’nin, kasabamızın ihtiyaçlarını karşılamak için fazlasıyla büyük olduğu anlaşılınca, binanın bir bölümü ofislere dönüştürülmüştü. Pilgrim Memorial yönetim kurulu, bana cazip bir kira teklifinde bulununca, bu teklifi reddetmek gibi bir seçeneğim olmadığını düşündüm. Borçlarımın arttığı, hastaların da faturaları ödemekte zorlandığı bir dönemdi ne de olsa. On yıl boyunca çalıştığım, kasabanın yakınındaki küçük kliniğime veda edip hastanedeki ofislerden birine taşınmaya karar verdim.
Hemşirem April, yeni iş yerimizin çalışma alanımızı neredeyse iki misline çıkardığı için mutluydu. Benimse bazı endişelerim vardı.
“Kasabadan iki mil uzaklaşacağız. Bize gelemeyen veya atlı arabaya binmek için çok yaşlı olan hastalar ne olacak?”
“Çoğu zaten kasabaya arabayla geliyordu. Aslında genellikle siz onların evine gidiyordunuz. Ayrıca burada olmamız, hastane ziyaretlerinizi de daha kolay yapmanızı sağlar.”
“Sanırım haklısın,” dedim isteksizce.
Yeni yerimize taşındığımız sıcak Nisan sabahında, hastane yöneticilerinden biri olan Dr. Fenshaw bizi karşıladı.
“Duvarlar yeni boyandı Sam. Tam istediğin gibi.” Kısa boylu, cırtlak sesli biriydi. Ve nedense sinirli bir hali vardı.
“Teşekkürler, Dave,” dedim. “Güzel görünüyor. Mobilyaları getiren kamyon birazdan gelecek.”
Pencereyi gösterdi. “Manzara da çok güzel.”
Aynı fikirde değildim. Yüzümü buruşturarak “Mezarlıkları seviyorsan güzel,” dedim ve hemen ekledim, “Bazı hastalarım bundan hoşlanmayabilir.”
Fenshaw, “Spring Glen, bir mezarlıktan çok bir parka benziyor,” diye kendini savundu.
Biraz düşününce haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Spring Glen, ara sıra piknikçilerin bile ilgisini çeken hoş bir mezarlıktı. Ağaçlar ve dolambaçlı yollar arasında sadece küçük bir grup mezar taşı görünüyordu. Mezarlığa adını veren vadi boyunca uzanan dere, minyatür bir nehir gibi akmaktaydı. Kuzeyde, Cobble Dağı’ndaki karların hâlâ erimekte olduğu yılın bugünlerinde derenin her zamankinden daha geniş ve derin olduğundan emindim.
Günün geri kalanını mobilyaları taşımak ve yerleşmekle geçirdik. April, sabah hastaları karşılamaya hazır olmak için fazladan birkaç saat daha çalıştı. Şerif Lens, karısından aldığı bir sepet dolusu çiçekle yeni muayenehanemizi ziyarete geldi.
“Kasaba bu yaz yüzüncü yılı için gerçekten güzelleşiyor.”
“Beş yıl önce üç yüzüncü yıl dönümümüzü kutladık Şerif. Bu yıl nasıl yüzüncü yılını kutlayabiliriz?”
Sırıtarak cevap verdi. “Bu, Northmont’un resmi kuruluşudur.”
“Yaklaştığında bunu düşüneceğim,” dedim.
Cevap yerine homurdandı. Arkasından, “Matt Xavier’in cenazesine gidecek misin?” diye sordu.
“Buradaki ilk günümde biraz zor,” dedim. “Ama işim yoğun olmazsa öğle saatlerinde törene katılabilirim.”
Xavier, Fenshaw’ın sonunda hayata tutunmayı bırakmış hastalarından biriydi; doksan iki yaşındaydı. Kasabanın önemli adamlarından sayılırdı. Hastalıklarıyla ilgilenecek başka bir doktor seçtiği için cenazesini boykot edermiş gibi görünmek istemedim. Öğle üzeri cenaze alayının mezarlığa doğru yürüdüğünü görünce törene katılmaya karar verdim. Zaten sabah da fazla hasta gelmemişti. Daha çok yeni yerimizle ilgili soruların sorulduğu telefonlar almıştık.
Tören kısa sürdü. Mezar kazıcı iki kardeş Cedric ve Teddy Bush, kürekleriyle mezarın başına geldiklerinde kalabalık yeni dağılıyordu. Daha genç ve biraz yavaş olan Teddy Bush beni görünce el salladı. Ben de ona el salladım. Sonra etrafta biraz gezindim.
Önümde, yolun hemen dışında, tomurcuklanan söğüt ağaçlarının altında siyah bir Ford duruyordu. Yaklaşık on beş metre ötede, henüz mezar olarak kullanıma açılmamış çimlerin üzerinde piknik yapan genç bir çift gördüm. Bu sevimli yerden yararlandıkları için onları suçlayamazdım. Sandviçlerini bitirmek üzereydiler. Ben onlara doğru ilerlerken genç kadın aniden sırtı bana dönük olarak ayağa kalktı. Omuzlarına kadar uzanan siyah saçları vardı. Lacivert bir pantolon ve mavi puanlı bir bluz giymişti. Birden yola doğru koşmaya başladı. Genç adam tedirgin olmuştu. Ayağa fırladı ve arkasından seslendi: “Rose! Geri gel!”
Ama Rose koşmaya devam etti.
Yol, iyice kabarmış olan derenin yaklaşık üç metre yukarısındaki taş bir yaya köprüsüne çıkıyordu. Rose köprünün ortasına varınca, sanki bir şeye takılmış gibi taş korkuluğun üzerinden suya düştü.
Arkasından koşarken dehşet dolu çığlığını duydum. Vahşi akıntıya kapılarak sürüklendiğini görünce peşinden dalmayı düşündüm. Ama zavallı kadın saniyeler içinde gözden kayboldu. Ve ben onu çaresizce izledim.
***
Şerif Lens, acil çağrıma cevap verişinden yirmi dakika sonra yolda ağır ağır yürürken
“Burada ne oldu?” diye sordu.
Genç kadının perişan haldeki kocasını ona telefon etmesi için göndermiştim. Ben de kadının sürüklendiği yeri bulmak amacıyla akıntı boyunca yol almaya çalışıyordum.
Ona, “Kadın köprüden düştü,” dedim.
“İyi bir yüzücü müydü? Belki, yüzmek istemiş olabilir.”
Kadının kocası, “Rose yüzme bilmez,” dedi.
Şerif sert bir tavırla, “Arabamla daha uzağa gideceğim,” diye homurdandı. “Onu bulabileceğimiz bir yer biliyorum. Şuradaki derenin karşısında ölü bir ağaç var.”
Kadının kocasına “Biz de onunla gidelim,” dedim.
Şerif’in arabasına yürürken, “Ben doktorum,” diye kendimi tanıttım. “Sam Hawthorne.”
“Bob Duprey,” diyerek o da kendini tanıttı.
“Uzaktan mı geldiniz?”
“Shinn Corners’tan geldik.”
Shinn Corners yaklaşık yirmi mil uzakta bir kasabaydı.
“Kıvırcık saçlı genç adam metin görünüyordu ama arabaya biner binmez soğukkanlılığını kaybetti.
“Tanrım, eğer Rose öldüyse ben nasıl yaşarım? Sadece üç yıldır evliyiz—”
“Onu bulacağız,” dedi Şerif Lens kontak anahtarını çevirirken.
Yeni gömülen Matt Xavier’in mezarının yanından geçtik. Orada sadece Bush kardeşlerden birinin çalıştığını fark ettim. Teddy kahve içmek için bir yere gitmiş olmalıydı.
Şerif tekerlek izleriyle dolu yolu ustalıkla aştı. Mezarlığın kenarındaki devrilmiş ağaca ulaştığımızda o ana kadar sessiz duran Bob Duprey “İşte orada!” diye bağırdı. “Onu görüyorum!”
Ben de görmüştüm. Siyah saçları ve puantiyeli bluzu ağacın ölü dalları arasına sıkışıp kalmıştı. Arabadan inip koşarken Duprey arkamdan bağırıyordu. Ölü ağaca tutunarak soğuk suya girdim. Bluzu ağaçtan kurtarmayı başardıktan sonra diğer ikisiyle birlikte zavallı kadını taşmış derenin çimenli kıyısına götürdük. Yirmi dakika boyunca elimden geleni yaptım. Ciğerlerindeki suyu dışarıya pompalayıp yerini havayla doldurmaya çalıştım ama artık çok geç olduğunu biliyordum. Sonunda, Şerif Lens sessizce ayakta dikilirken ve kocası bir ağaca yaslanıp ağlarken, o korkunç sözleri söyledim.
“Faydasız. O öldü.”
Şerif, “Ağacı geçebilseydi durumu iyi olabilirdi” dedi. “Dere, Ördek Göleti’ne akıyor ve orada bütün gücünü kaybediyor.”
Arkamızda duran ve kendi kendine sessizce karısının adını tekrarlayan Bob Duprey’e “Ne olduğunu bize anlatabilir misin?” diye sordum.
Uzun bir süre bana baktı ve gözyaşlarını sildi. Şerif Lens soruyu tekrarlayınca şu cevabı verdi: “Bilmiyorum. Pikniğe gelmek istiyordu. Geçen ay işimi kaybettim ve bunun beni neşelendirebileceğini düşündü. Arabayla Shinn Corners’tan geldik ve sanırım saat on bir civarında buradaydık.”
Şerif arabadan cesedi örtmek için bir battaniye alırken sordum. “Hanginiz burada, mezarlıkta piknik yapmayı önerdiniz?”
“Rose. Bir arkadaşımız bunun ne kadar güzel olduğunu söylemiş. Tanrım…”
“Kendini suçlayamazsın,” dedi Şerif Lens.
“ Konuşuyor, sandviçlerimizi yiyorduk. Aniden ayağa kalktı. Bir şey onualarma geçirmiş gibiydi. Patikadan aşağı koşmaya başladı. O sırada Dr. Hawthorne’u gördüm. Bize doğru geliyordu. Karımın onu bizi buradan kovmak isteyen bir mezarlık çalışanı sandığını zannettim. Ama bu onun o şekilde kaçmasını açıklamıyor.”
Şerif bana döndü. “Sen ne gördün Doktor?”
Elimden geldiğince gördüklerimi doğru bir şekilde anlattım. “Bir şeye takılıp da köprünün korkuluğundan aşağıya düşmüş gibiydi. Ama takılacak hiçbir şey yoktu. Oraya giden yol gayet düzgün. Arkasından köprüye ben de çıktım. Eğer bir tel ya da buna benzer bir şey olsaydı onu görür ya da hissederdim.”
“Karınız hiç baş dönmesi yaşadı mı Bay Duprey?”
“Öyle bir şeyi yoktu Şerif. Bildiğim kadarıyla hiç bayılmadı.”
“Peki ya düşmanı var mıydı?” diye sordum. “Ya da sizin bir düşmanınız…”
“Bunu neden soruyorsunuz ki? Onun ölümüne kimse sebep olmadı!”
Şerif Lens beni kenara çekti. “O haklı Doktor. Bu olay bir kaza. Bundan başka bir şey çıkaramazsın.”
“Bence bu olayda birçok tuhaflık var,” diye ısrar ettim.
Şerif bıkkın bir tavırla içini çekti. “Bak, amcasının öldürüldüğünü söyleyip duran Xavier’in o kaçık yeğenine katlanmak zorunda olmak zaten yeterince kötü!”
“Pekâlâ,” dedim.
O sırada Xavier’in ölümüyle ilgili bir şey duymak istemiyordum. Bayan Duprey’in battaniyeye sarılı bedenine baktım. Ya trajik bir kazaya ya da imkânsız bir cinayete tanık olduğumun farkındaydım ama hangisi olduğunu hayatım boyunca bilemeyecektim.
***
Şerif Lens ertesi sabah beni görmeye geldi.
“Rose Duprey’in otopsi raporunu henüz almadın mı?” diye sordu.
Başımı salladım. “Az önce bir kopyasını istedim. Sıra dışı bir şey yok. Boğularak ölmüş. Düşme ve akıntıya kapılma nedeniyle oluşan bir-iki morluk dışında başka yaralanma yok.”
“Ona ilaç verilmiş olabilir mi?”
Güldüm. “Şimdi benim gibi konuşmaya başladın Şerif. Hayır, midesi boştu ve kan dolaşımında uyuşturucu ya da alkole dair bir kanıt yoktu. Sıradan bir genç kadındı. Aslında otopsi onun yaklaşık iki aylık hamile olduğunu gösteriyor.”
“Hamile mi?”
“Bu her evli çiftin başına gelebilir, Şerif.”
“Evet,” diye itiraf etti. “Kocasının bundan haberi var mı?”
“Ona sormanız lazım. Kadının akrabaları olup olmadığını öğrendiniz mi?”
“Anne-baba ve bir erkek kardeş. Ülkeye dağılmış durumdalar.”
Aklıma başka bir şey geldi. “Yeğenin, Xavier’in öldürüldüğünü düşündüğünü söylemiştin.”
Şerif Lens başını salladı. “Yeğeni Scott Xavier. Onu tanıyorsun, değil mi?”
“Sanırım onunla bir kez Grange toplantısında tanışmıştım.”
“Scott amcasının öldürüldüğünü ve Doktor Fenshaw’un bunu örtbas ettiğini söylüyor.”
“Fenshaw ne diyor?”
“Xavier’in yaşlılıktan öldüğünü ve Scott’ın aklını kaçırdığını söylüyor.”
“Peki sen ne düşünüyorsun Şerif?”
“Scott’un aklı başından gitti, tamam. Bunu herkes biliyor.”
“Belki onu görmeye giderim.”
“Gerçekten kendine bir cinayet bulmak mı istiyorsun Doktor?”
“Bulunacak bir cinayet varsa, evet,” diye ona güvence verdim.
***
Scott Xavier, ellili yaşlarının başında, çiftçilik yaptığı arazisini Büyük Buhran başlangıcında kaybetmiş , gri saçlı bir adamdı. Malını mülkünü kaybetmesi dengesini biraz bozmuştu. Yaşadığı sarsıntı, kafasından var olmayan entrikalar üretmesine yol açıyordu. O sabah onu adliyede amcasının yeni gömülmüş cesedinin mezardan çıkarılmasını münakaşa ederken gördüm..
Elimi yavaşça omzuna koydum. Güven verici bir sesle “Beni hatırladın mı Scott?” dedim.
Başını geri çekerek beni süzdü. “Evet hatırlıyorum. Sen Fenshaw’un arkadaşısın.”
“O sadece bir meslektaşım, hepsi bu. Sorun ne?”
“Matt Amca öldürüldü. Fenshaw onu zehirledi.”
“Buna dair herhangi bir kanıtın var mı?”
“Elbette hayır; Fenshaw kanıtları yok etti! Bu yüzden tekrar bakmalarını istiyorum!”
“Böyle temelsiz suçlamalarda bulunamazsın Scott.”
“Ben ne bildiğimi biliyorum!”
“Dün seni cenazede gördüm. Aynı sıralarda genç bir kadın da mezarlık deresinde boğuldu.”
“Duydum.”
“Bu konuda bir şey biliyor musun?”
“Ne bileyim?”
Onunla konuşmak beni hiçbir yere götürmeyecekti.
“Amcanı unut,” diye tavsiyede bulundum. “Doğal bir ölümle öldü.”
“Boğulan kadın gibi mi?” diye kurnazca sordu.
Adliyeden ayrılırken, Bush kardeşlerden büyük olanı mezarlıktaki kamyonetin önünde uzanmıştı. Görünüşe göre gübre torbalarının içeriye taşınmasını bekliyordu.
“Merhaba Cedric,” diye selamladım onu. “Bugün nasılsın?”
“Şikâyet edemem Dr. Sam.”
“Teddy nerede?”
“Öğle yemeği tezgahında bir fincan kahveyle sabah içkisini yudumluyor. Roosevelt’in aday gösterilmesi durumunda gerçekten de içki yasağının kaldırılacağını mı düşünüyorsunuz?”
“Her iki aday da bunu desteklerse şaşırmam.”
Polis Gazetesi’nin berber dükkânı nüshasından daha moral verici bir şey okumayan Teddy’nin aksine, Cedric yarı zekiydi.
“Dün Xavier’in mezarıyla işin bitti mi?”
“Bize bunun için para ödeniyor.”
“Öğle civarında oradan geçtim ve Teddy orada değildi.”
“İhtiyaçlarını gidermek için çalıların arasına gitti.” Güldü. “O kadar uzun süre ortalıkta yoktu ki, kaybolduğunu sandım.”
“Yine de çok çalışkan biri.”
“Bazı zamanlar.”
“Parkta boğulan genç kadını duydun mu?”
“Herkes bunu duydu. Shinn Corners’tan biri değil mi?”
Başımı salladım. “Sen ve Teddy onu görmediniz mi?”
“Hayır.”
Cedric’i kamyonun önünde bıraktım ve aşağıya, öğle yemeği tezgahına doğru yöneldim. Rose Duprey’in öldürüldüğünden giderek daha fazla emin olmaya başlıyordum. Bilinçaltımda gömülü bir gerçek beni bu noktaya yönlendiriyordu. Ama nasıl ve neden? Teddy Bush öğle yemeği tezgahında değildi, gerçi bana çok uzun süre kalmadığı söylenmişti. Şerif Lens’in aceleyle yanımageldiğini gördüğümde muayenehaneme geri dönmek üzereydim.
“Sana ihtiyacım var Doktor!”
“N’aber?”
“Teddy Bush az önce bir kızı taciz etmeye çalıştı. Onu tutuklamak zorunda kaldım.”
Kız korkmuştu ama herhangi bir zarar görmemişti. Vücudunda birkaç mavi-siyah renkte morluk dışından önemli bir şey yoktu. Yirmili yaşlarının başında, Cabin Yolu’ndan Shinn Corners’a giden Susan Gregger adında genç ve güzel bir kızıldı. Hudson ailesini alışveriş yapmak için tek başına kasabaya getirmişti. Öğle yemeği tezgahının arkasındaki otoparkta yürürken Teddy Bush ona yaklaşmıştı.
Şerifin ofisinin dışındaki özel bir odada muayenemi tamamlarken bana “Nefesindeki içki kokusunu alabiliyordum,” dedi. “Anlayamadığım bir şey söyledi ve sonra eteğimi tuttu. Çığlık attım ve…”
“Artık giyinebilirsin,” dedim. “Sen şanslı bir genç hanımsın.”
Şerif, ofisine döndüğümüzde bana bilgi verdi.
“Çığlığını duyunca koşarak geldim. O sırada Teddy kızı yere yatırmıştı. Adamı çekip kelepçelemek zorunda kaldım.”
“Teddy’ye inanamıyorum,” dedim. “Onunla konuşmalıyım.”
Üst kattaki hücre bloğuna çıktık. Teddy gözlerini kapamış, karyolada yatıyordu. Başını kaldırıp “Merhaba doktor,” dedi.
“Ne oldu Teddy? Ne yapmaya çalışıyordun?”
“Hiçbir şey doktor. İçtiğim içki yüzünden oldu.”
“Yani dışarı çıkıp gördüğün ilk kadını mı yakaladın? Bu sana göre bir davranış değil Teddy.”
“Bilmiyorum doktor. Bunun hakkında konuşmak istemiyorum.”
“Teddy…”
“Sarhoştum, hepsi bu!”
İç çekip onu bıraktım.
Aşağıya inince Şerif’e sordum. “Ona ne olacak?”
“Kıza zarar vermedi. Ona ne olacağı kızın suçlamada bulunmak isteyip istemediğine bağlı.”
Aniden Cedric’i hatırladım. Kamyonda kardeşini bekliyordu. Yanına gidip ona her şeyi anlattım. Beni sessizce dinledi. Bitirdiğimde, “Lanet olası aptal,” diye homurdandı.
“Haydi, Cedric,” dedim. “Onu görmen için seni hapishaneye götüreceğim.”
***
Öğlen saatlerinde Şerif Lens’le yalnız kaldığımda kendimi iyice bunalmış hissediyordum. Rose’un ölümünün kaza mı, yoksa cinayet mi olduğunu asla bilemeyecek olmak beni sinirlendiriyordu.
Şerif, beni teselli etti. “Belki de öyle bir durum yoktur Doktor. Her açıklanamayan ölüm cinayet değildir. Her şeyin çok düzgün olmasını istiyorsun. Matt Xavier’in cenazesini, Duprey’in ölümünü ve Teddy’nin o kıza saldırısını tek bir pakette birleştirecek bir çözüm arıyorsun. Ama hayat öyle değil.”
“Belki de,” diye itiraf ettim.
“Bob Duprey buraya geliyor. Kalıp onunla konuşmak ister misin?”
“Ne için geliyor?”
“Cenaze düzenlemeleri. Onu yarın sabah Spring Glen’de gömmek istiyorlar ve benim de cesedi teslim etmem gerekiyor. Bunu yapmamak için hiçbir nedenim yok.”
“Doğru. Yok,” diye onayladım.
Duprey geldiğinde solgun ve gergindi. Trajik olayı hâlâ tam olarak kabullenemiyordu.
Şerif Lens cenazenin teslim belgelerini imzalarken, “Onu buraya gömmek istemenize şaşırdım,” dedi.
“Spring Glen’i her zaman sevmişti.”
“Bay Duprey, karınızın hamile olduğunu biliyor muydunuz?” diye sordum.
Üzgün üzgün onayladı. “Geçen hafta Dr. Fenshaw’dan öğrendi.”
“Bebek konusunda mutlu muydu?”
“Evet. İkimiz de bunu sabırsızlıkla bekliyorduk.”
Derin bir nefes aldım. “Hiç Teddy Bush adında bir adamdan söz edildiğini duydunuz mu?”
“Hayır.”
“Karınız onu tanıyor olabilir mi?”
“Şüpheliyim. Bu sorularla ne demek istediğinizi anlayamadım.”
“Kaza olduğunda karınız kaçıyormuş gibi görünüyordu. Bush, mezar kazıcısıdır. Ondan kaçıp kaçmadığını merak ediyorum.”
“Gördüğüm tek kişi sizdiniz.”
“Biliyorum ama karınız bana hiç bakmadı.”
***
O gittikten sonra Şerif Lens, “Sizce onu bir şekilde öldürmüş olabilir mi?” diye sordu.
“Kocalar her zaman baş şüphelidir,” dedim. “Ama Duprey gözümün önündeydi. Onun bir şey fırlattığını ya da karısının dereye düşmesine sebep olacak bir tel filan çektiğini görmedim. Eğer Rose öldürüldüyse bunu yapan başka biri olmalı.”
“Belki de biriolta atıp onu köprünün kenarından aşağı çekmiştir.”
“Bunu kesinlikle görürdüm. Parlak güneş ışığı altındaydık. Ve Rose kenara çekilmedi. Sadece devrildi. Evet devrildi.”
“Vücudunda uyuşturucu yokmuş. Bunu sen söyledin. Lanet olsun, bırak şunu Doktor. Bu bir kazaydı. Belki hamile olduğu için başı döndü ve düştü. Olmayan bir cinayeti görmeye çalışan Scott Xavier gibi konuşmaya başladın.”
“Sanırım haklısın,” diye itiraf ettim. “Hastaneye dönsem iyi olacak.”
Tam çıkarken Şerif arkamdan seslendi. “Bu arada kız, Teddy’e dava açmamaya karar verdi. Birkaç saat daha onun içerde terlemesine izin vereceğim ve sonra serbest bırakacağım.”
“Eh, yine de bu iyi bir haber. Keşke ona bunu yaptıran şeyin ne olduğunu bilseydik.”
“Ve eğer bunu tekrar yapma ihtimali varsa…”
***
Muayenehaneme girdiğimde Dave Fenshaw’u beni beklerken buldum. Hastanedebulunmanın dezavantajlarını yeni yeni fark etmeye başlıyordum. Masamın bir köşesine oturarak, “Seninle biraz konuşmam lazım,” dedi.
“Seni dinliyorum,” dedim April’in not defterine bıraktığı birkaç mesaja göz atarak.
“Bu sabah adliyede Scott Xavier ile konuştuğunuzu duydum. Adam gerçekten deli, biliyorsun.”
“Tıbbi teşhisin bu mu?”
“Bak Sam, Xavier yaşlı bir adamdı. Doğal bir ölümle öldü.”
“Çok fazla itiraz ediyorsun Dave. Ama sana inanıyorum.”
Bu onu tatmin etmişe benziyordu. ” Scott Xavier’le sorun yaşamak istemiyorum.”
O gittikten sonra varsayımlarla oynamaya başladım. Dave Fenshaw, Xavier’i öldürmüştü ve Rose Duprey bir şekilde bunu öğrenmişti. Kadın da Fenshaw’ın bir hastasıydı. Xavier’in cenazesini gözlemlemek için kocasına mezarlık pikniği yapmayı önermişti. Fenshaw onu orada görünceöldürmüştü. Ya da belki onu öldürmek için başka bir nedeni vardı. Ama nasıl? Büyüyle mi? Hipnotizma mı? Yüzme bilmeyen bir kişi hipnotize edilip köprüden dereye atlatılabilir mi? Vazgeçtim ve kendimi April’ın mesajlarına odakladım. Görmem gereken hastalar vardı.
***
April, Teddy Bush’un dışarıda beklediğini söylediğinde saat neredeyse beş olmak üzereydi. Son hastamla işim bitince içeri çağırdım. Utanmış bir halde, başını eğerek, gözlerini kaçırarak muayene odasına girdi.
“Demek hapisten çıktın, Teddy.”
“Evet doktor. O… o kız suç duyurusunda bulunmayacak. Başıma ne geldi bilmiyorum. Hasta mıyım yoksa başka bir şey mi diye merak ediyorum.”
“Otur da bu konuyu konuşalım. Bu sabah içiyordun değil mi?”
“Her zamanki gibi kahve fincanına tek attım.”
“Yeterince büyük bir tek atış, aç karnına ağır gelmiş olabilir.”
“Sanırım öyle,” diye onayladı.
“Demek dışarı çıktın, kızı gördün ve ona saldırmaya çalıştın.”
“Ben… bunu yapmazdım… Ama Doktor, dün onu Ördek Gölü’nde çıplak yüzerken gördüm… Ve sonra işte orada, kıyafetleriyle tam önümdeydi. Sanırım içki onu arzulamama yol açtı ve…”
“O kız bizim kasabada yaşamıyor Teddy. Buraya bu sabah gelmiş. Muhtemelen başka birini görmüşsündür.”
“Hayır, o kızıl saçlıyı nerede olsa tanırım. Tepedeki ormanda, doldurduğumuz mezarın yanındaydım. Aşağıya baktım, oradaydı, gölette yüzüyordu. Dışarı çıkmasını ve kıyafetlerini giymesini izledim.”
“Demek Cedric seni ararken sen oradaydın.”
“Sanırım,” diye itiraf etti. “Gözlerimi ondan alamadım.”
“Teddy, içmeyi bırakmanı istiyorum. Sana neler yapabileceğini görüyorsun. Bir daha böyle bir şey yaparsan bu kadar şanslı olamazsın. Şerif Lens seni kilitleyip anahtarı da kuyuya atacak.”
“Biliyorum.” Başını tekrar indirdi.
“Tamam o zaman. Çık ve beladan uzak dur.”
“Bir çeşit ilaca ihtiyacım olduğunu düşünmüyor musun?”
Başımı iki yana salladım.
O gittikten sonra April ofisime geldi.
“Yarın sabah randevum var mı?” diye sordum.
“Bayan Wennis’e bir ev ziyareti.”
“Telefon et ve öğleden sonra uğrayacağımı söyle. Sabah Rose Duprey’in cenazesine katılmak istiyorum.”
***
Cenazeye Şerif Lens’le gittim ve tören başlamadan önce arabasında uzun süre konuştuk.
“Hiçbir kanıtın yok Doktor,” diye ısrarını sürdürdü. İçini çekti ve daha sonra Shinn Corners’taki kiliseden Spring Glen Mezarlığı’na giden cenaze alayını takip ettiğimizde bu konu hakkında konuşmayı reddetti. Tek söylediği “Tahmin,” oldu. “Katilleri varsayımlara dayanarak mahkum etmiyoruz.”
Nisan ayının sıcak havası, Rose Duprey’in öldüğü güne çok benziyordu. Kafile, kendilerini bekleyen mezara doğru ilerlerken, Teddy ve Cedric Bush’un kürekleriyle bir kenarda durduklarını gördüm. Ölen kadın kalabalık bir aileden geliyordu ve alayı tek başına yöneten kocasının peşinden gidiyorlardı. Dönüpdiğerlerinebaktım, Dr. Fenshaw’un da orada olduğunu görünce şaşırdım. Görünüşe göre o da benim Matt Xavier’in cenaze gününde yaptığım gibi hastaneden yürüyerek gelmişti.
Kısa cenaze töreni sona erdiğinde Şerif Lens “Memnun musun?” diye usulca sordu.
“Hemen hemen,” dedim.
Ağaçların arasında bir renk parıltısı görmüştüm. “Hadi!” deyip koşmaya başladım.
Bana yetişmeye çalışan Şerif, nefes nefese arkamdan bağırdı. “Doktor, ne oluyor…?”
Ağaçlar pek uzak değildi ve mesafeyi saniyeler içinde kat ettim.
“Katil suç mahalline dönmüş,” dedim.
İnce bileğini kavrayıp ağacın arkasından çekip aldığım kadını Şerif’e gösterdim. “Rose Duprey’in katilini tanıştırayım: Bayan Susan Gregger.”
Kadın çığlık atarak “Bırak beni,” diye bağırdı. “Deli misin nesin sen?”
Şerif Lens mutsuz görünüyordu. “Doktor, ben…”
Aceleyle onu susturup konuşmaya başladım. “Sen iyi bir yüzücüsün Susan. O köprüden düşüp dere boyunca Ördek Gölü’ne kadar yüzmek zorundaydın. Siyah bir peruk, bir bluz ve Rose’un giydiği gibi bir pantolon dışında ihtiyacın olan tek şey bir tanıktı. Yüzünü iyice görmediğim sürece bu işi benden daha iyi yapacak birini de bulamazdın. Gölete ulaştığında ıslak kıyafetlerini ve peruğunu çıkardın; kendi kuru kıyafetlerini giymek için dışarı çıktın. İşte o zaman Teddy Bush seni fark etti. Rose’un cesedinin bulunmayı beklediği o ağaç kütüğünün yanında yüzmek hoş bir şey miydi?”
Susan Gregger, “Onu ben öldürmedim,” diye ısrar etti. “Bunların hiçbirini kanıtlayamazsınız. ”
Parmaklarımı göstererek delilleri birer birer saydım. “Teddy Bush seni Ördek Gölü’nde çıplak yüzerken gördü. O gün dere suyunun soğuk olduğuna tanıklık edebilirim; sonuçta derenin suyu dağda eriyen karlardan geliyordu. Kimse serinlemek için bu kadar soğuk suda çıplak yüzmez. Arkadaşın Bob Duprey, gelişimin karısını korkutmuş olabileceğini söyledi. Oysa yüzün bana dönük değildi. Benden tarafa hiç bakmadın. Bakarsan bu senin için büyük bir risk olurdu. Bana bakmayan biri beni nasıl görmüş olabilirdi ki? Üçüncüsü, ben geldiğimde Duprey ve sözde karısı -yani sen- sandviçlerinizi bitirmek üzereydiniz ama otopsi Rose Duprey’in midesinin boş olduğunu ortaya çıkardı. Demek ki benim piknik yaparken gördüğüm kadın Rose Duprey değildi. Başka bir ifadeyle, köprüden düştüğünü gördüğüm kadın başka biriydi. Dördüncüsü, Teddy’nin saldırısından sonra seni muayene ettiğimde bazı siyah-mavi morluklar fark ettim. Ama morluklar bu kadar çabuk oluşmaz. Bu çürümeler önceki günden kalmaydı, yani derede olmuştu. Beşincisi, Rose’un vücudu, sözde köprüden Ördek Gölü’ne kadar sürüklenmesine rağmen neredeyse hiç morarmamıştı. Neden? Çünkü o kadar mesafe kat etmemişti de ondan. Oluşan birkaç morluk, onu boğmadan önce bayıltmandan kaynaklanmıştı.”
Bob Duprey’in aceleyle bize doğru geldiğini gördüm. Susan Gregger de onu gördü.
“Hayır,” diye haykırdı. “Bu suçu üstlenmiyorum. Onu Bob öldürdü. Onu bayılttı ve boğdu. Benim tek yaptığım bir tanığın önünde suya atlamaktı. Ondan boşanıp benimle evlenmek istiyordu ama karısı hamile olduğunu öğrenince gitmesine izin vermedi.”
Bob Duprey artık işitme mesafesindeydi, yüzü öfkeyle kızarmış ve çarpılmıştı. “Kapa çeneni!” diye böğürdü. “Kapa çeneni! İkimizi de mahvediyorsun.”
Şerif Lens’in ihtiyacı olan tek şey bunu duymaktı. Duprey, kızın üzerine atlayamadan kelepçeleri çıkarıp adamın bileklerine geçirdi.
“Gördüğünüz gibi,” dedim. “Rose Duprey’in boğulmasını Teddy’nin Susan Gregger’a saldırısıyla ilişkilendirmeyi başardım.”
“Matt Xavier’in ölümü hakkında ne düşünüyorsun? O da mı cinayet?” diye sordu Şerif.
“Hayır, bildiğim kadarıyla o, doğal nedenlerle gerçekleşen bir ölüm.”