Bir yaz günü, güneşin tüm ışığını en sıcak ve en sarı gönderdiği gün ortasında mavi bir derenin çağıltılarla akan serin sularının yamacında sırtını bir ağaca dayamış oturuyordu Derviş.
Derviş diyordu kendine ve Derviş diyordu ona onu bilenler. İlahi bir görevin yükünü taşır gibi hep omuzları çökük, beli eğik dolaşırdı. Sessizdi, yalnızdı. Kimse bilmezdi nerede oturur ne yer ne içer ne eylerdi. Diğer dervişlerden ayrı olarak bir asası yoktu onun. Asa yerine bir şapka taşıyordu başında ve yaz kış hiç çıkarmazdı şapkasını. Genelde hüzünlü ve yere dönük bakışları bazen anlaşılmaz bir sevinçle ışıldar, utangaç biraz muzip bir sıcaklığa dönüşürdü. Çok sonra anladı onu tanıyanlar bu sıcaklığın sebebini. Kalbinde yeşeren önüne geçilemez duygularının, her geçen gün biraz daha yakan aşkın sıcaklığıydı. Bahardaki çayırlar kadar taze, dağdaki Allah vergisi pınarlar kadar duru ve dünyanın tüm kahkahaları kadar neşeli bulduğu sevdasına bir arpa boyu kadar bile yaklaşmadı derviş. Ömründen yıllar teker teker eksilirken bu sevdayı özenle sakladı gönlünde kimseye göstermeden.
Bir şapkası vardı dünya malı olarak saydığı tek varlığı. İnancının kuvvetiyle dünyaya ait olmaktan çıkardı şapkayı dost edindi kendine. Artık iki kişi gibiydi, sanki yalnızlığı eksilmiş bir rahatlama gelmişti ruhuna. Aşkını anlatıyordu uzun cümlelerle şapkaya derin düşüncelere dalıyordu, sonra o düşüncelerini anlatıyordu, sorular soruyordu cevap beklemeden. Yine böyle bir anda birden mucize gibi şapkanın cevap verdiğini duydu. Kulaklarına inanamadı önce anladı daha dikkatli dinlediğinde. Kendi sesim dedi kendi kendine, benim içimin sesi bu şapka. Daha çok sevdi, neredeyse cisimsiz denilebilecek kadar şekilsiz arkadaşını. Açtı gönlünün sırlarını, bir oldular birlik oldular hem düşüncede hem eylemde ta ki o güne kadar.
O gün, sıcağın acımasız alevden oklarıyla dünyayı kavurduğu gün seslendi sırdaşına karartarak gönlünü Derviş.
”Hani biz dünyayı daha güzel yapacaktık? Ne oldu da vazgeçtik emelimizden?”
“Emelimiz, elemimiz oldu, “ dedi şapka onun dillendiremediğini söyleyerek ve hiç duraksamadan devam etti yalnızca dervişin duyabildiği bir sesle. “Elem, istemesek de kesti yolumuzu, çeşitli bahaneler sürdü önümüze. Sonunda yolumuza aşkı çıkardı anlayamadık. Sandık ki çok seversek aşk bizi takdir eder açar mutluluk kapılarını. Oysa çok sevmek kalbin içinde boğulmakmış Derviş’im geç öğrendik. Boğulduk yüreğimizin sol tarafında. Kan doldu iliklerimize, kıpırdayamaz olduk.”
“Haklısın,” dedi derviş iç geçirerek. “Haklısın ama pişman değilim aşkımdan. Sevmenin aynı zamanda fedakârlık olduğunu öğretti bana bu tecrübe. İnsan aşkı için ölmeli hatta öldürmeli. Kaybeden olmak bile üzmüyor beni. Değer çünkü bir anlık o muhteşem kalp çarpmasına hüsran.”
“Sen iflah olmaz bir romantiksin,” dedi şapka. Alay kokuyordu sesinin tınısı. “Kaç yıl oldu üç mü, beş mi? Takıldın kaldın, sana hiç gülmeyecek gözlere. Elem, ölüm olup geldi kucağına sen hâlâ vazgeçmedin.”
“Güzellikle tutamadık elini, sarmadı isteyerek tenine bizi, her gidişimiz hicranla bitti sevgiliye ancak, yine de ben dünyanın aşk için döndüğüne inanıyorum”
“Biraz önce yaşadığımız o zifiri karanlıktan daha karanlık andan sonra mı söylüyorsun bunları? Sen, sadece kendini kandırıyorsun bence. Elem, yakında bir kara delik gibi yutacak ikimizi de. Geç bile kaldı kaderin kılıcı hesabımızı kesmekte.”
“Kim bilir, belki de bu karadelik açacak gönlümüzün sırlı kapısını?” dedi derviş umutla.
“İmkânsıza geçit vermeye çalışıyorsun inanılmaz bir şekilde, “ diye itiraz etti şapka, “Oysa ölüm imkânsızlığın doruk noktasıdır. Geri dönüş yok artık. Ölüm karanlık perdesini çekti bir kere üzerimize. Bundan böyle başka renk olmayacak ve sen yalnızca o yeşili göreceksin nereye bakarsan. Hani o biraz önce yavaş yavaş söndürdüğün yeşili. Son aldığı tonu hatırlıyor musun? Kalabalık, toprak bir yolun kenarında bütün tozu yutmuş küçük bir yaprağın yeşili gibi solgun ve kirliydi.”
“Sus! Öyle benzetmeler nakşetme zihnime onu ilk gördüğüm zamanki gibi canlı ve heyecanlı hatırlamak istiyorum”
“Belki de haklısın böyle bir teselliyle kendini kandırmakta. Gerçeğin buz dağları kadar soğuk ve sert yüzeyi seni her zaman korkutmuştur.”
“Ben de solacağım yakında hatta sen bile kim bilir ne olacaksın? Belki bir kutuya tıkarlar seni yıllarca beklersin ümitle. Biri gelsin de açsın şu kutunun kapağını diye belki de çöp olacaksın hiç var olmamış gibi yaratılanlar arasında”
“Şimdi de sıra bana mı geldi Derviş? Hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda hep saldırıp solduracak mısın seni sevenleri?”
“O beni sevmedi. Unutma sebebimiz buydu elemimizi yaratırken.”
“Hem diyorsun ki yaşanan o bir an uğranılan tüm hüsrana değer. Hem kıymetli hüsranını alıp saklayacakken yüreğinde, hüsranı yaratanı yok etmeyi yeğliyorsun dünyada. Bu dervişliğe sığar mı? Bu ilahi renklerle boyamaya çalıştığın dünyana çektiğin kara bir fırça darbesi değil mi? Bu bir ikilem, bir soru işareti değil mi sence?”
“Ben hüsranımı da aşkımı da paylaşmamayı tercih ettim. Bu ilahi bir davranış. Nasıl göremiyorsun?” diye bağırdı öfkelenerek Derviş. Hâlbuki hiç öfkelenmezdi gerçekte.
“Ben senin yaptıklarına şahitlik etmek kaderi olan soyu keçeden bir şapkayım aslında. Seninle olmayı ben seçmedim, sen beni seçip koydun başına. Hem de benim seni isteyip istemediğime hiç aldırmadan. Ama niye şaşırıyorum ki; Sen öyle hoyrat bir ruhsun aslında büründüğün zarif bedenin aksine.”
“Şimdi de hakaret faslına mı geldik bu karanlık hikâyenin?”
“Hakaret değil bu gerçeğin söylenişi Derviş. Ömrünce bunun peşinde değil miydin? Daha geçen gün, ‘Gerçek olsun dileklerim. Bunca yıllık dualarım kabul olsun. Elimle tutayım gözümle göreyim sarsın bedenim bedenini dünya güzelleşsin. Aşk olsun, od ateşinde yanar gibi tutuşayım, yeter ki zevk olsun,’ diyordun hasretin gücüyle.”
“Olmadı ama biliyorsun. Gördün sen de, yalvardım. Bütün gururumu serdim sevgilinin ayakları altına. Çarem kalmamıştı, ya seyirci olacaktım ellerin almasını onu benim ellerimden ya da çekip ben alacaktım onu onların ellerinden. Hem sen değil miydin bana, ‘Böyle karşıdan hasret çekmekle olmaz git ve göster kendini eyleme geç,’ diyen? Şimdi neyle suçluyorsun beni?”
“Ben, hiç suça teşvik etmedim seni. Şimdi iftira ile karalama beni. Suç, üstü örtülemez bir ışıktır azizim. Ne yapsan ne kadar affetmeye ve affettirmeye çalışsan da kendini, sonunda mutlaka sızar ve parlar bir köşeden ve vicdan en acımasız celladın olur, gelir alır başını. Hele ki bu suç, bir ölüm meleği yapmışsa seni, hiç kurtuluşun yok. İnsanlardan kurtarsan o zavallı bedenini ruhunu kurtaramazsın bu celladın elinden”
“Ne yapmalı o zaman söyle başımın belası, dili kemiksiz, sözü tekinsiz arkadaşım? Ne yapmalıyım onu da söyle de bitsin bu işkence. Kalbimin büyüdüğünü hissediyorum içimde sanki iman tahtam yırtılacak ve kara bir irin akacak içinden. Ağzımda tadını, burnumda pis kokusunu duyuyorum kara kanın. Biliyorum zihnimin bir oyunusun ama alıştım kendi yarattığım varlığına. Benim yoldaşım, sırdaşım oldun şimdi de bir yol göster. Bakalım o yol, nereye gider?”
“Doğru beni sen yarattın düşünde yoksa bir şapka nasıl dile gelir de söyler senin de dediğin gibi bütün bu tekinsiz sözleri? Yalnızlığına eş ettin beni, benimle avundun bitmez gecelerde, ibadetin oldum neredeyse öyle yücelttin ama dinlemiyorsun bazen ne beni ne kalbinin sağ tarafındaki temiz billur akan kanı. Sen o billurda yıkanıp arınmayı değil soldaki kara, kirli kanda boğulmayı seçiyorsun biraz önce yaptığın gibi. Bir can aldın az evvel. Can aldın, kan aldın, ırz aldın hiç acımadan. Sadece sen vardın ve senin nefsi arzuların vardı. Şaşırttın beni iğrendim senden. Canlı bir ölümlü olmayı diledim ilk kez, durdurabilmek için seni ve yine ilk kez senin ne kadar karanlık bir ruh olduğunu gördüm. Korktum seni bekleyen cehennemden çünkü Reddettin dervişliğin ulviliğini ve en karanlık en büyük nefreti hak eden insanın suretine büründün. Çıplak ellerinle soldurdun o uğruna ölürüm dediğin yeşil gözleri. Hiç titremedi ellerin, hiç tereddüt etmedin alırken kıymetlisini sevdiğinin ve yenik düştün şehvetin alevine fark etmedin bile solduğunu gözlerinin. Bir de hatırlatma diyorsun oysa o solgun kirli yeşil senin prangan bundan böyle.”
Attı kendini yerlere Derviş. Şimdi fark ediyormuş gibiydi. Bir kâbus bir dehşet yaratmıştı aşkı ararken. Masum sandığı arzuları ucube birer canavar olmuş yakmıştı evrenini.
“Kurtar beni” dedi, “ Böyle devam edemem Bir çare bir ümit ver bana ne olursa razıyım.”
“Tek bir kurtuluşun var,” dedi şapka artık sesi daha güçlü, daha tehditkâr ve acımasızdı, “O da; bırakmak kendi bedenini onunkinin yanına ve tatmak her canın bir gün tadacağı ölümü. Koynunda taşıdığın keyif otları bu şansı verecektir sana. Zevkle tüttür ölüm çubuğunu ve kendinden geç, bir daha ayılmamak kaydıyla. Zevkle arzula, az önce duyduğun o bedensel haz kadar yakıcı ve sarsıcı yok oluşu. Kendi gözlerinin de solmasına razı ol. Karış, bilinmez âlemin gizemine. Cehenneme hazırla kendini ve cezanı kabul et. Unutma af yok senin gibilere fakat teessürle boynunu eğ, ruhunun derinlerine in. Bul orada kaybettiğin asil insanı. Aşkın en karanlık yüzüyle tanışıp gerçek fedakârlığı yap. Aşkın uğruna işlediğin suçun cezasını kendin ver ve kırıver kalemini. Bu belki de yaptığın en ulvi şey olacak hiç yaşamadığın o değersiz hayatında.”
***
Şapkalı Derviş’i bulduklarında genç bir kızın henüz katılaşmamış ölü bedeninin yanında cansız yatıyordu. Kız boğulmuştu ama Derviş nasıl ölmüştü anlayamadı ölümlüler. Tüm görebildikleri yüzüne kapanmış eski bir şapka ve adeta iki misli büyümüş ve göğsünde kocaman bir yumru olmuş kalbi ve otlara düşmüş bir tütün çubuğu oldu. Havada keskin kafa bulandıran bir koku ve ıssızlık vardı. Dere bile sessizleşmiş neşesini yitirmiş gibi akıyordu şimdi. Birden kızın gözlerinde solan ışığın son haresi yeşil bir kelebeğin kanadına tutundu ve kelebek güneşin kavurucu sıcağından kaçıp sığındı şapkanın eskimiş kıvrımına. Bir umut kırıntısı, bir dua oldu ilahi gücün merhametine sığınarak, kalbinin en saf yanıyla diledi güzel bir dünyada özgürce uçabilmeyi kendi hayatında.