Bu sayıda okurlarımızın yakından tanıdığı çok yönlü bir kalemle, polisiye yazarı, editör ve çevirmen Emel Aslan’la keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Merhaba Emel. Dedektif Dergi sayfalarına hoş geldin. Öncelikle bize kendinden bahsedebilir misin? Şu sıralar hayat nasıl gidiyor? Nelerle meşgulsün?
Merhaba Ramazan… Dedektif Dergi ailesine ilk kez 2019 yılında yayınlanan 16. sayısında bir öykümle dâhil olmuştum. Bugün itibariyle 50. sayıdayız ve bu sefer ben de dergimize röportaj veriyorum. Ne mutluluk! Çok teşekkürler bu söyleşi için…

Kısaca kendimden bahsedeyim elbette: Antalya’da doğdum, ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudum, Ankara’da farklı sektörlerde uzun süre çalıştım. Sonra bir gün canımıza tak edince eşimle birlikte istifaları basıp, daha önce tatile bile gitmediğimiz Dalyan’a otel işletmeye gittik. Maksat hayatımızı değiştirmekti ve işe yaradı. Ondan sonra bir süre Ankara’da barcılık, ardından Kabak Koyu’nda kampçılık, hadi bir de karavan derken gezgin bir hayatın içinde buldum kendimi… Tüm bunlar olurken bir taraftan da dümeni çevirmenliğe doğru kırdım –ki dille uğraşmak beni hep cezbederdi. Arada iki senelik eğlenceli bir dergicilik maceram da oldu; Mahalle Baskısı ilk göz ağrımdır. Bu arada ufak tefek yazmaya, kalemimi ısıtmaya başladım. Zaman içinde de beni asıl mutlu eden ve canlı tutan şeyin edebiyat olduğunu fark ettim. Diğer tüm işlerden elimi eteğimi çektim ve sadece yazmaya/çevirmeye/editörlüğe yoğunlaştım.
Hayat bu sıralar hayli sakin modda gidiyor. Yılın bir yarısını Ankara’da, diğer yarısını Antalya’da geçiriyorum. Öyküler yazıyor, tiyatro oyunları çeviriyor ve bolca polisiye eser editliyorum. Tam bir erken emeklilik hâli anlayacağın.
Yazma dürtüsü ilk defa ne zaman içine düştü? Seni yazmaya iten ya da çeken şeyler nelerdi?
Yazma dürtüsü içime çocukken düşmüştü aslında. Babamın da edebiyat öğretmeni olması dolayısıyla hep okunup yazılan bir aileydi bizimki. Şiirler yazar, günlükler tutar, minik öyküler yazardım. Kalemi elime aldığımda kendimi çok rahat ve özgür hissettiğimi, sanki başka bir dünyaya geçiş yaptığımı hatırlıyorum. Ancak yıllar içinde bu dürtü, eğitim sisteminin derinliklerine gömülüp kayboldu. İlerleyen senelerde her nedense mühendis olacağım diye tutturdum. Matematiği de seviyordum ve o yaşlarda sayısal zekâyı daha matah bir şey zannediyorduk sanırım. Üniversite hayatım gayet keyifli geçse de aldığım mühendislik eğitimi uzun vadede beni pek mutlu etmedi. Sonrasında türlü işlerde çalıştım, genellikle yurtdışı ilişkiler yürüttüm ve en azından farklı sektörlerde sosyalleşerek dil becerilerimi geliştirmiş oldum. Yıllar boyunca o kadar çok teknik çeviri yaptım ki sana anlatamam. Bir oda dolusu ihale dosyası tercüme etmişimdir herhâlde, otomatik pilota bağlamıştım artık. Kurumsal hayatla bağlarımı kopardıktan sonra o teknik çeviriler yerini yavaş yavaş edebi çevirilere bırakmaya başladı ve ben ilk kez bundan ne kadar haz aldığımı fark ettim.

Polisiye merakın ne zaman ve nasıl başladı? Neden polisiye okuyorsun, okumakla kalmayıp yazıyorsun? Çoğu zaman küçümsenen polisiye türüne varoluşsal anlamlar yükler misin yoksa polisiyeye yönelik ilgin daha çok kaçış zevki ile mi alakalı?
Polisiye merakımın ne zaman başladığını tam olarak hatırlamıyorum. Çocuklukta ve ilk gençlikte elimize ne geçerse okurduk, herhangi bir kısıtlamamız yoktu. Bunlar, o yaş için ağır sayılabilecek klasik eserler de olabilirdi, ansiklopedi setleri de, polisiye, macera, gerilim romanları da. Bana heyecan veren, kalbimin hızlı hızlı çarpmasına neden olan kitaplardan ayrı bir zevk alırdım. İlk kez Edgar Allan Poe okuduğumda ne kadar etkilendiğimi anımsıyorum. Rüyalarıma girmişti. Öyle çok büyük anlamlar yüklemiyorum. Bana keyif veren her şeyi okuyabilirim; yeter ki özenilerek, belli edebi standartlar gözetilerek yazılmış olsun. Okurken bulmacalar çözmeyi, zihnimi zorlamayı, parçaları birleştirmeyi severim. Hele çocukken bu tür şeyler çok daha yeni ve şaşırtıcı geliyor. Suç öyküleri yazmak ise hiç planladığım veya hayalini kurduğum bir şey olmamıştı. Olaylar öyle gelişti. Dedektif Dergi ile tanıştım ve hayatım değişti. Meğerse aradığım şey buymuş. Büyük keyif alıyorum.

Hikâyelerindeki fikirler nereden gelir? İlhamını nereden alırsın? Yazma sürecinden bahseder misin?
Yeni fikirler aklıma her yerden, türlü şekillerde ama en çok yürüyüş yaparken gelir. Bazen bir çocukluk anısından, bazen bir rüyadan, bazen otobüste gözlemlediğim insanlardan veya bir gazete haberinden ilham alabilirim. Kimi zaman aklıma sadece bir başlangıç cümlesi gelir, devamı günlük yürüyüşlerimde şekillenir. Bazense aklımda sadece bir final fikri olur, aylarca bir kenarda bekler, sonra bir gün birdenbire tüm hikâye çözülür. Hiç belli olmuyor. O sıralar ne yazmak istediğime biraz içgüdüsel karar veriyorum. Her hikâyenin anlatılmak için beklediği uygun bir zaman var sanırım. O zamanı bekliyorum.
Öykülerinde sürprizli son ve şaşırtmacaların yanı sıra derinlikli karakterler yaratmayı da ihmal etmiyorsun. Karakterlerini hem görünen yanları hem de bilinçaltı gibi görünmeyen taraflarıyla ele almanın öykülerine gerçekçilik kattığını, onları daha etkileyici kıldığını düşünüyorum. Anladığım kadarıyla psikolojiye özel bir merakın var. Bu konuda özel araştırma ya da okumalar yaptın mı?
Teşekkür ederim düşüncelerin için. Doğru, psikolojiye biraz merakım var. Kendimce birtakım araştırmalar ve okumalar yaptım. İnsanları gözlemlemeyi, davranışlarının altında yatan nedenleri irdelemeyi seviyorum. Aslında kendimle yüzleşmek, kendimi daha iyi tanımak ve keşfetmek isteğiyle yola çıkmıştım ancak katmanlar dolusu bilgiyle karşılaştım. Ucu bucağı yok. İhtiyacım olduğu kadarından faydalanıyorum.
İnsanları doğru analiz ettikçe, aslında iletişimde yaşadığınız pek çok sorunun altında yatan sebepleri de çözümlüyorsunuz. Karşınızdaki kişiden aldığınız ters bir tepkinin mesela, aslında sizinle değil, kişinin kendisiyle ilgili olduğunu anlıyor ve bir müddet sonra üzerinize alınmamaya başlıyorsunuz. Empati duygunuz gelişiyor, ilişkiler kolaylaşıyor. Bence toplumca en büyük sorunumuz bu: Empati eksikliği. Birbirimizi dinlemiyor, dolayısıyla anlamıyoruz. Herkes sadece kendini anlatma derdinde. Yazarken de karakterin altını doldurmayı mühim buluyorum. Kısa hikâye de yazsanız, minik birkaç ipucuyla karakterinizin sınırlarını çizebiliyor, ete kemiğe büründürebiliyorsunuz. Böylece okur, hikâyenin içine daha rahat girebiliyor, kendinden bir parça bulması kolaylaşıyor.
Neleri, kimleri okursun? Kimlerden, hangi kitaplardan çok etkilendin? Başucu eserlerin var mıdır, varsa nelerdir?
Oooo, isim vermek o kadar zor ki… Kimi saysam eksik kalır. Her şeyi okumak isteyip, kendi çapımda epey bir şey de okuyup, okuduklarımın okyanusta ancak bir kum tanesi olduğunu fark ediyorum. İnsan bu konuda asla tatmin olmuyor sanırım, hep yetersiz hissediyorum. İlk gençlik yıllarımda Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Vüsat O. Bener, Murathan Mungan, Edgar Allan Poe, Charles Bukowski, Jeryz Kosinski beni en çok etkileyen yazarlardandı. Cemil Kavukçu, Barış Bıçakçı ve Hakan Şenocak öykülerine bayılırım. Şiir deyince Şükrü Erbaş ve Ahmet Erhan. Sonra Ursula K. Le Guin bambaşka bir ufuk açan, çok özel bir isimdir benim için. Alper Canıgüz, Mahir Ünsal Eriş, Hakan Bıçakcı başucu yazarlarımdan. Yeni nesil çağdaş öykücü ve romancıları elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Bunların dışında mizah dergileri de her zaman hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu, ömür boyu istikrarla takip ettim.
Beş sene önce polisiye dünyasına adım atmamla birlikte önümde yepyeni bir kapı açıldı ve Türk polisiyesine emek veren onlarca değerli yazarla tanıştım. Arayı kapatmak için son yıllarda ağırlıklı olarak yerli polisiye öyküler ve romanlar okuyorum. Tabii, sürekli yeni eserler çıkmaya devam ediyor ve hâliyle yine hepsine yetişemiyorum.
İlk kitabın “Suç ve Bela Öyküleri” İthaki Yayınları’nın Pangea Kitaplığı’ndan yakın zamanda yayımlandı, epeyce ilgi gördü ve görmeye de devam edeceğinden eminim. Kitabının yayımlanma sürecinden bahseder misin? Aldığın tepkiler nasıl?
Kitabımın yayımlanma süreci –ilk kitabını çıkarmaya çalışan her yazar adayının bilebileceği gibi– biraz uzun ve meşakkatli oldu. Edebiyat ciddi bir sabır işi; yazmak, yani işin üretim kısmı nispeten kolay olan tarafıymış. Eserinizi okura ulaştırma süreci çok daha yıpratıcı olabiliyor. Titizlikle hazırladığım kitabımı sanıyorum doğru yayınevine, doğru zamanda gönderdim, aceleye getirmeden, sabırla bekledim ve beklediğime değdi. Bu konuda kendimi şanslı hissediyorum çünkü yeni yazarların karşılaştıkları zorlukların farkındayım.

“Suç ve Bela Öyküleri” tahmin ettiğimden fazla ve güzel tepkiler alıyor, bu da beni çok mutlu ediyor elbette. Daha önce birçok kolektif öykü seçkisinde yer almıştım ama tamamen kendi eserin olan ilk kitabını elinde tutmak bambaşka bir hismiş gerçekten. Tanımadığım bir okurun “Kendi karanlığınızla yüzleşmeye hazırsanız bu kitap tam size göre,” yorumu çok hoşuma gitti mesela. En sık karşılaştığım övgünün ise “doğru ve temiz Türkçe kullanımı” olması beni şaşırtıyor aslına bakarsan. Zaten olması gereken bu değil midir? Edebi bir eser yayımlamak üzere yola çıkan birinin en azından Türkçeyi doğru kullanıyor olması gerekmez mi? Çıta bu kadar düşük mü cidden? Kafam karışıyor bazen.
İyi yazmanın sırrı sence ne?
Bu işin bir “sırrı” var mı bilemiyorum. Kendimden ve çevremde gözlediklerimden yola çıkarak birkaç şey söyleyebilirim belki: Öncelikle bir derdiniz, anlatacak bir hikâyeniz olmalı sanırım. Yeterince içselleştirilmeden, ezberden yazılmış metinler karşıdakinin yüreğine pek dokunmuyor, yüzeysel kalıyor gibi geliyor bana. Sonrasında, azimle çalışmak elbette. Bolca okumak, araştırmak, gelişime, değişime ve eleştiriye açık olmak mühim. Üzerine ekleyip geliştirmedikten sonra “yetenek” çoğu zaman tek başına bir anlam ifade etmiyor, hatta ters bile tepebiliyor. Çevrenizde sizi layıkıyla eleştirecek, ilerlemenize katkı sunacak doğru insanların bulunması da müthiş bir itici güç. Ama şöyle de bir gerçek var ki; her şeyi doğru da yapsanız, ne kadar çalışsanız, çabalasanız da bazen olmadı mı olmuyor. O yüzden her deneyim, kişiye özel. Kesin bir formülden bahsetmek mümkün değil.
Yerli polisiye hakkındaki düşüncelerini alabilir miyim?
2019 yılında Dedektif Dergi’yle tanışana kadar yerli polisiye camiamızın varlığından bile haberdar değildim açıkçası ve bundan epey utanmıştım. Meğer ülkemizde herkesin tanıdığı Ahmet Ümit haricinde de pek çok değerli yazar, yıllardan beri polisiyemiz için özveriyle çalışıyormuş. Nice sağlam kalemler tanıdım, son derece özenli, zekice yazılmış eserler okudum ve uzun yıllardan beri verilen emeği, gösterilen çabayı yakından gözleme fırsatım oldu. Yerli polisiyemizin elbette çok daha iyisini hak ettiğine inanıyorum. Ancak ne yazık ki ülkemizde hemen her konuda olduğu gibi hak ettiği değeri görebilenler azınlıkta.
Bu konuda polisiye yazarları olarak bize de önemli görevler düştüğünü düşünüyorum. Öncelikle “Polisiyede edebi dil kaygısına yer yoktur,” düşüncesine kesinlikle katılmıyorum. Eğer “İyi polisiye iyi edebiyattır,” mottosuna sahip çıkıyorsak, biz de buna uygun eserler üretmeliyiz. Okurdan saygı bekliyorsak, biz de okurun karşısına saygıdeğer bir biçimde çıkmalıyız. Üzerinde titizlikle çalışılmış, iyi yazılmış eserlerin yanı sıra, zaman zaman o kadar özensizce, çalakalem yazılmış, kurgu hatalarıyla dolu, imla kuralları dahi hiçe sayılarak yayımlanmış eserlerle karşılaşıyoruz ki… Parasını bastıranın kitap çıkarabildiği, editörlerin kalem oynatmadan eser yayına soktuğu edebiyat dünyasında bunlar elbette okurun gözünde çıtayı düşüren ve “Türkler polisiye yazamaz,” önyargısını besleyen unsurlar. Hepimizin önce kendi evimizin önünü süpürmeye ihtiyacı var gibi geliyor bana.
Yazarlığın yanı sıra Herdem Polisiye Serisi için editörlük de yapıyorsun. Editörlük nasıl bir iş? Sana neler kazandırdı ya da kaybettirdi?
Editörlük kesinlikle çok keyif aldığım bir iş. Zaten ben genel olarak “düzeltmeyi” seven bir insanım. Gündelik hayatımda insanlara (fikrim talep edilmedikçe) fazla müdahale etmemem gerektiğini yıllar içinde çok şükür bir nebze öğrendim ama metin düzeltirken sizi sınırlayan hiçbir şey yok ve bence bu harika bir şey. Hata düzeltmek kendi yazın yolculuğum açısından da çok geliştirici oluyor. Yazarken nelerin yapılmaması gerektiğini ayan beyan görebiliyorum çünkü.
Dezavantajı ne dersen; ayaklarımı uzatıp şöyle keyifle kitap okuma zevkimi neredeyse kaybettim. Bir nevi meslek hastalığı oldu. Gözlerim sürekli hata tarıyor ve maalesef kolaylıkla buluyor. Okuduğum çoğu kitapta “Keşke editörü ben olsaydım,” diye söylenip duruyorum. Kendimi metnin akışına bırakabildiğim eserlere nadiren denk geliyorum.
Tabii, bir de son yıllarda sürekli yerli polisiye okumak zaman zaman “polisiye zehirlenmesi” geçirmeme neden oluyor, fenalık basıyor. Öyle durumlarda acilen uzaklaşıp ruhumu arındıracak farklı türde eserlere yönelmeye çalışıyorum.
Yeni kitap çalışmaların var mı? Roman da yazacak mısın yoksa öykücü olarak mı devam edeceksin?
Öykü her zaman başımın tacı olacak, okumayı da yazmayı da çok seviyorum. Şu anda ikinci öykü kitabım üzerinde çalışıyorum. Neredeyse tamamlamak üzereyim. 2025’in başlarında yayımlanmasını umuyorum. Dosyamı yayınevine gönderdikten sonra belki ufaktan bir roman fikrine tutunmaya başlarım gibime geliyor. İçimde o yönde de birtakım kıpırtılar var. Bakalım neler olacak.
Okurlarımız için polisiye kitap-film-dizi önerilerini alabilir miyim?
Yerli polisiyemizden iyi bir örnek okumak isteyen okurlarımıza, Hasan Bulut’un geçtiğimiz yıl Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı ödülünü alan “Aynadaki Düşman” adlı eserini tavsiye ederim. Herdem Polisiye’den çıkan bu güzel romanın editörlüğünü ben üstlenmiştim. Tertemiz bir dille ve özgün bir üslupla yazılmış bu eser, yerli polisiyemizin parlak bir örneği bence.
Son dönemde izlediğim en güzel dizilerden biri, Netflix’te yayınlanan “Ripley” oldu. Vasat işlerin arasında yıldız gibi parlayan, gerçek bir sanat eseri.
Sinemada ise Coen Kardeşler’e bayılırım. 1996 yapımı “Fargo” filmi bir klasiktir mesela. Daha sonra dijital platformlara aynı isimle dizi uyarlaması da yapıldı. O da hiç fena değildi.
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim. Yeni eserlerini sabırsızlıkla bekliyoruz.
Asıl ben teşekkür ederim Ramazan, çok keyifliydi. Birlikte nice yeni eserlere diyelim…