Eylülün ortalarında güneşli ve sıcak bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra karım, “Büyükada’ya gidelim mi Mitat?” dedi. Yüzümü buruşturduğumu görünce, “Çamlar altında romantik takılacak hâlimiz yok,” diye devam etti. “Deniz kıyısında biraz yürürüz, sonra sahildeki lokantalardan birinde yemek yeriz. Ne dersin?”
Fena fikir değildi ama hazır İstanbul’da asayiş berkemalken, benim gibi hafta sonunu evde tembellik yaparak geçirmeye niyetlenen biri için hazırlanıp dışarı çıkmak, otobüse binip Bostancı’ya, oradan da vapurla Ada’ya gitmek yorucu ve zahmetli bir tatil günü yaşamak anlamına geliyordu. Biraz mırın kırın edecek olduysam da sonunda karımın ısrarına dayanamadım. Yarım saat içinde hazırlanıp yola koyulduk.
Bazen başlangıçta canınızın hiç istemediği bir işi yapmaya başladıktan sonra çok keyif aldığınızı fark eder, iyi ki yapmışım dersiniz ya, benim durumumda da aynısı oldu. Daha vapurdayken neşem yerine geldi. Oysa evden somurtuk bir suratla çıkmıştım. Büyükada’ya varınca büsbütün keyiflendim. Hava sıcak, gökyüzü pırıl pırıldı. Tatlı tatlı, incecik bir meltem esiyordu. Deniz masmavi, pürüzsüz ve davetkâr görünüyordu. Plajda yüzenleri görünce mayolarımızı yanımızda getirmediğimize bin pişman oldum.
Yüzenlere imrenerek baktığımı gören karım, “Sana demiştim, bak mayolarımız yanımızda olsaydı şimdi biz de ne güzel denize girerdik,” dedi. “Eylülde, ekimde deniz sıcacık olur. Bunu herkes bilmez.”
Ona cevap veremedim. Her iki konuda da haklıydı. Gerçekten de deniz sonbaharda yazdan bile daha enfes olurdu. Ve bunu en iyi, karım ve ben gibi sahil kasabalarında doğup büyüyenler bilirdi.
Denize giremesek de Büyükada gezimizin fevkalade güzel geçtiğini söylemeliyim. Önce faytonla büyük tur yaptık. Sonra sahildeki lokantalardan birinde bir şişe beyaz şarap eşliğinde kalamar, balık ve salatadan oluşan yemeğimizi yedik.
Çaylarımızı içerken karım yaklaşan koyu gri bulutları göstererek, “Hava bozacak galiba,” dedi. “İstersen yavaş yavaş kalkalım.”
Bugün onun günüydü. Ne isterse yapacaktım. Ayrıca, karım hava konusunda her tahmininin gerçekleşmesi gibi ürkütücü bir istatistiğe de sahiptir. Hava bozacak dediyse, mutlaka bozar.
Hemen hesabı ödeyip kalktık. Son anda yetiştiğimiz vapura binerken deniz hafif hafif çalkalanıyordu. Bostancı’ya gelene kadar dalgalar iyice büyüdü. İskeleye ayak bastığımızda rüzgâr hızını artırmış, ufaktan yağmur yağmaya başlamıştı bile.
Karım yine haklı çıkmıştı!
Eve varmamızdan bir iki dakika sonra büyük bir fırtına koptu. Ama ne fırtına! Ardından da yağmur boşandı.
Tam zamanında dönmüştük. Şimdi muhtemelen vapurlar da çalışmıyordu. Birkaç dakika oyalanmış olsak Ada’da mahsur kalmamız işten değildi.
Ağaçları köklerinden sökecekmişçesine eğip büken, elektrik tellerini koparırcasına sallayan fırtına yarım saat sürdü. Sonra hafifledi, ardından tamamen durdu. Yağmur da dinince geceyi garip bir sessizlik kapladı.
***
Televizyonun karşısında uyukladığımı, karımın beni dürtüklemesiyle fark ettim.
“Mitat, telefon çalıyor.”
Saate baktım, sekiz buçuktu. İçimden “Hay lanet,” diye söylendim. Bu saatte beni bir tek kişi arardı. Telefonu isteksizce açtım. Ahizeyi kulağıma götürüp donuk bir sesle “Buyurun,” dedim.
Arayan müdürdü. Yanılmamıştım.
Bir süre onu dinledikten sonra, “Tamam efendim,” dedim. “Hemen gidiyorum, merak etmeyin.”
Telefonu kapatırken karımla göz göze geldik.
“Koşuyolu Parkı’nda genç bir kızın cesedini bulmuşlar,” dedim.
Böylece henüz sormadığı ama birazdan soracağı sorulara da cevap vermiş oldum.
Karım, “Aman Allah’ım!” dedi. “Yoksa yine tecavüz olayı mı?”
“Şimdilik bildiğim sadece olayın bir cinayet olduğu ve oraya gitmem gerektiği,” dedim.
Çabucak giyindim, karıma veda edip evden ayrıldım.
Fırtına yüzünden mi yoksa vakit geç olduğundan mıdır nedir, yollar bomboştu. Koşuyolu Parkı’na saat dokuzda ulaştım. Acıbadem Karakolu’nun polisleri olay yerinin çevresindeki genişçe bir alanı sarı şeritlerle kapatmışlardı. Adli Tıp’tan gelen bir doktor ceset üzerindeki incelemesini tamamlamış, beni bekliyordu.
Kızın adı Seren Demir’miş. Yirmi bir yaşındaymış. Üniversite son sınıftaymış. Psikoloji okuyormuş.
Bütün bu bilgiler cebinde bulunan ve okul tarafından verilen kimlik kartında yazıyordu. Kartta ayrıca ev adresi de vardı. Karakol amirine, ailesine haber verip vermediklerini sordum. Vermişler. Zaten parka yakın bir apartmanda oturuyorlarmış. Şimdi Kadıköy Emniyet Müdürlüğü’ndelermiş.
Cesede baktım. Kızın kılık kıyafeti gayet düzgündü. Ayakkabıları iyi kaliteydi. Siyah bir etek, kalın siyah çoraplar giymişti. Üstünde yakası işlemeli pembe bir bluz, kalınca bir hırka, onun da üzerinde mevsime uygun bir palto vardı. Herhangi bir boğuşma izi görünmüyordu.
Doktora göre genç kız, vücuduna aldığı çeşitli bıçak darbeleri yüzünden ölmüştü. “Ölüm nedeni, kalbine vurulan son darbe olmalı,” diye açıkladı. “Mücadele etmemiş. Tecavüze ya da cinsel saldırıya uğradığını gösteren bir belirti yok.”
Ben de aynı kanıdaydım. Maktulün giysilerinde bol bol kan ve çamur vardı. Yerdeki kan izlerinden karnına ilk darbeyi alınca yere düştüğü sonra ayağa kalkıp üç, dört adım attığı anlaşılıyordu. Muhtemelen katil burada ikinci kez saldırmış, genç kız tekrar yere düşmüş ve ölmüştü.
“Dört adım atmış,” dedi doktor. “Kan izlerinden belli. Ama fazla uzağa gidememiş. Yere düştükten sonra, katil bu kez bıçağını kızın kalbine saplamış.”
Karakol amiri, adamlarının parkın her köşesini didik didik aradıklarını ama cinayet aletini bulamadıklarını bildirdi. Ben de ona, aramaya devam etmelerini söyledim. Sonra doktora cinayet saati tahminini sordum.
Doktor biraz düşündü. “Öleli en fazla iki, en az bir saat olduğunu söyleyebilirim. Otopsiden sonra her şey daha iyi netleşir.”
Olay yerini dikkatle gözden geçirdim. Doktorun dediği gibi kız, bıçaklandıktan sonra birkaç adım yürümüştü. Saldırganın ayak izleri hemen onun ayak izlerinin yanındaydı. Bu izler karşıdaki ağaçlığa kadar gidiyor ve orada sona eriyordu. Belli ki katil, işini bitirdikten sonra ağaçlığın arkasındaki yola çıkmış ve böylece izini kaybettirmişti.
Ceset, incelenmek üzere Adli Tıp’a götürülürken ben de Emniyet Müdürlüğü’ne geldim. Seren’in ailesi orada beni bekliyordu. Kırklarının sonuna yaklaşmış, iki endişeli insan…
Baba Necmi Demir ve anne Halime Demir. İkisinin de yüzleri solgundu, omuzları çökmüştü. Anne Halime’nin gözleri kıpkırmızıydı. Anneyi, nöbetçi kadın polislerden birine emanet edip Necmi Bey’i odama aldım.
Bir babaya evladının öldürüldüğünü söylemekten daha zor ne olabilir? Meslek yaşamım boyunca birçok kez yaptığım ve en nefret ettiğim konuşmalarımdan birini daha bitirdiğimde kısa bir sessizlik oldu. Adamcağız bayağı sarsılmıştı. Kendisini toparlamasını bekledim. Sonunda başını kaldırıp “Nasıl olmuş?” diye sordu.
Ona fazla ayrıntı vermeden durumu kısaca anlattım.
“Cinayet, saat yedi ile sekiz arasında işlenmiş. Kızınızın bu saatlerde neden dışarıda olduğunu biliyor musunuz?”
Adam usulca, “Evet,” dedi. Gözlerinde biriken yaşı elinin tersiyle sildikten sonra, “Kuzenini görmeye gitmişti,” diyerek sözlerini sürdürdü. “Kız kardeşim, yani halası üç ay önce vefat etti. Yeğenim Feridun on yedi yaşında. Hassas bir çocuk. İçine kapanık biri. Annesinin ölümünden sonra büsbütün tuhaflaştı. Kızım psikoloji okuduğundan, kuzenine yardımcı olmaya çalışıyordu.”
“Sık sık gider miydi kuzenini görmeye?”
“Halasının ölümünden sonra sık sık gitmeye başladı. Rahmetli kız kardeşimle aramız biraz açıktı. Daha doğrusu, kocasıyla. Ailemizin karşı çıktığı bir evlilikti onlarınki. Kardeşime, bu adamla mutlu olamayacağını kaç kez söylemiştim, ama beni dinlemedi. Evlendiler ve ben maalesef haklı çıktım. Enişte çok baskıcı biriydi. Kardeşimi çok üzdü, hırpaladı.”
“Kız kardeşiniz neden öldü?”
“İntihar etti. Az önce dedim ya, yeğenim fazla hassas bir genç. Babası bu durumu bir türlü kabullenemiyordu. Oysa Feridun’la annesinin arası çok iyiydi. Çocuk annesine çok bağlıydı. Kız kardeşim onun resme olan ilgisi ve yeteneği dolayısıyla güzel sanatlarda okumasını istiyordu. Kocası Haydar ise kendisi gibi asker olmasından yanaydı. Son zamanlarda ikisi arasında bu konu çokça tartışılır olmuştu. Kızım da halasıyla aynı kanıdaydı. Onun sanatçı ruhlu, kolay incinen biri olduğu düşüncesindeydi. Halasının ölümünden sonra kuzenini güzel sanatlara göndermesi için enişteyi ikna etmeye çalışıyordu ama adam Nuh diyor peygamber demiyordu. Yine de kızım onun bir süre sonra yumuşayacağından emindi.”
“Kızınız bugün saat kaçta gitti eniştesinin evine?”
“Öğle üzeriydi, on iki civarı filan. Pazar günleri erkenden gidip onlara yemek yapardı. Saat yedi, yedi buçuk gibi evde olurdu. Bu akşam aynı saatte döneceğini umuyordum.”
“Gelmeyince merak etmediniz mi?”
“Ettik ama fazla üzerinde durmadık.”
“Neden?”
“Çünkü fırtına çıkmıştı. Kızım eniştesinin evinden yürüyerek geleceği için fırtınanın dinmesini beklediğini düşündük.”
“Gittiği ev size yakın mı?”
“Evet, biz parkın üst tarafında oturuyoruz. Haydarlar ise daha aşağıda. Yürüyerek on dakika filan sürüyor yol.”
“İki ev arasında gidip gelirken parktan geçmek mi gerekiyor?”
“Evet. Aksi halde yol epeyce uzar. Parkın içinden geçince yol kısalıyor.”
“Peki, fırtına ve yağmur dindikten sonra da kızınız gelmeyince ne yaptınız? Enişteyi aramadınız mı?”
Necmi sıkıntılı bir tavırla, “Haydar’ın evinde telefon yok,” dedi. Beş, on saniye düşünceli düşünceli durduktan sonra, “Bir süre önce onunla aramızda nahoş bir hadise geçti,” diye devam etti sözlerine. “O günden sonra onun evine adım atmamaya yemin etmiştim. Buna rağmen bu akşam dayanamayıp gitmeye karar verdim. Ama tam evden çıkacağım sırada karakoldan bir polis geldi ve bizi buraya getirdi.”
“Aranızda geçen nahoş hadise neydi?”
“Kız kardeşimin onun yüzünden intihar ettiğini söyledim. Kavga ettik.”
Acılı babaya daha fazla soru sormadım. Haydar’ın adresini aldım ve evlerine gidebileceklerini, benden haber beklemelerini söyledim.
***
Haydar Güral’ın oturduğu apartman, parkın arkasındaki yolun sonundaki bir çıkmaz sokaktaydı. Dört katlı bina oldukça eski görünüyordu. Bakımsız bahçesini çevreleyen taş duvarın bir kısmı yıkılmış hâldeydi. Adamın dairesi zemin kattaydı. Pencerelerde ışık görünmüyordu. Saat henüz onu çeyrek geçiyordu ama Haydar ve oğlu yatmış olabilirlerdi. Bu yüzden zili uzun uzun çaldım. Yarım dakika sonra ayak seslerini duyduk. Kapının arkasından biri “Kim o?” diye bağırdı.
“Açın, polis!” dedim.
Bir duraklama oldu. Sonra kilitte dönen bir anahtar, zincir sesleri geldi ve boyası dökülmüş tahta kapı gıcırdayarak açıldı.
Karşımda, üzerinde beyaz bir fanila ile altında siyah bir eşofmandan başka bir şey olmayan, kırk yaşlarında, kel kafalı, tıraşsız bir adam duruyordu.
“Haydar Güral siz misiniz?”
“Evet. Ne var? Ne istiyorsunuz?”
Kimliğimi gösterdikten sonra önemli bir olay olduğunu, kendisiyle konuşmam gerektiğini, bu yüzden bu saatte rahatsız etmek zorunda kaldığımı söyledim.
“Uykudan uyandırmadım inşallah.”
Başını salladı. “Hayır, televizyon seyrediyordum. Ne oldu?”
“Bu konuyu içerde konuşsak, nasıl olur?” dedim.
Adam boş boş bana baktı, sonra geriye çekildi. “Tamam, buyurun.”
Daire kirli ve dağınıktı. Yıpranmış eski eşyalar, evi olduğundan da kötü göstermek için özellikle seçilmiş gibiydi.
Haydar beni salon olduğunu sandığım bir odaya soktu.
Fazla büyük olmayan odadaki mobilyalar rengi soluk bir kanepe, eski bir televizyon, içi ıkış tıkış dolu küçük bir büfe, yuvarlak bir masa ve iki sandalyeden ibaretti. Masanın üzerinde örtü yoktu. Tam ortasına içi boş bir cam vazo konmuştu. Büfenin üstünde yorgun bakışlı, saçları hafifçe ağarmış bir kadının resmi asılıydı.
Üzeri yağ lekeleri ve sigara yanıklarıyla dolu halıya baktığımı gören Haydar’ın yüzünde acı bir gülümseme belirdi. “Kadınsız ev böyle oluyor işte.”
Sonra rengi atmış, solgun kanepeyi işaret ederek “Geçin,” dedi kayıtsız bir tavırla. “Buyurun, oturun.”
“Teşekkür ederim,” dedim. “Böyle daha iyi.”
Cevap vermedi. Sadece omzunu silkti. Eski püskü sandalyelerden birine oturup sigarasını yaktı.
“Karınızı yakın zamanda kaybetmişsiniz,” dedim. “Başınız sağ olsun. Ama size şimdi başka bir kötü haberim var.”
Adam oturduğu sandalyede dikleşti. “Ya? Ne oldu ki?”
“Yeğeniniz, daha doğrusu ölen karınızın yeğeni…”
“Seren mi? Ne olmuş ona?”
“Bu akşam parkta saldırıya uğradı.”
“Ne? Nasıl şimdi? İyi mi? Hastaneye mi kaldırmışlar?”
“Sakin olun. Maalesef haber daha kötü. Saldırıda yeğeniniz hayatını kaybetti.”
“Aman Allah’ım. İnanamıyorum. Daha birkaç saat önce buradaydı. Öğlen geldi. Karım öldüğünden beri her pazar aynı saatte gelir. Hiç aksatmaz. Mutfağı temizledi. Yemek hazırladı. Birlikte yemek yedik. Sonra Feridun’la dışarı çıktılar. Dönerken fırından simit almış. Çay yaptı. Simitlerimizi yiyip çayımızı içtik.”
“Ne zaman ayrıldı evden?”
“Saat yedide.”
“O berbat havada mı çıktı dışarıya?”
“O sırada fırtına başlamamıştı. Zaten aşağı yukarı hep aynı saatte giderdi. Yine öyle yaptı. ‘Annemler merak eder,’ dedi ve gitti. O gittikten iki, üç dakika sonra çıktı fırtına.”
“Hava bayağı kötüydü. Fırtına çıkınca onu merak etmediniz mi?”
“Ettim tabii. Hatta arkasından gidip bakmayı bile düşündüm. Ama fırtına yüzünden bizim apartmanda elektrikler kesildi. Oğlan da ders çalışıyor, ışık lazım. Cep fenerini ona verdim mecburen. Elim kolum bağlandı anlayacağınız.”
“Seren gittikten sonra siz ya da oğlunuz evden hiç ayrılmadınız mı?”
“Feridun hep evdeydi. Ben bir ara dört numaradaki Celal Beylerden mum almaya gittim. O da, karısı Naciye Hanım da iyidirler, hoşturlar ama çok da gevezedirler. Yarım saat beni lafa tutup oyaladılar. Eve döndüğümde fırtına dinmişti. Ben de sigara almak için Tekel’e gittim.”
Masadaki biri açılmış diğeri ambalajında iki sigara paketini gösterdi.
“Elektrikler gelmiş miydi o sırada?”
“Yok, sekizde geldi elektrik. Ben Tekel’deyken.”
“Karanlıkta nasıl gittiniz?”
“Cep feneriyle. Mum gelince oğlanın fenere ihtiyacı kalmadı.”
“Oğlunuz yatmadıysa onunla da konuşmak isterim.”
“Daha yatmadı. Harp okulunun sınavlarına hazırlanıyor. Durun çağırayım. Feridun! Feridun!”
Öyle bir bağırmıştı ki en derin uykuda olan biri bile bu sesi duyunca hazır ola geçerdi. Arka tarafta açılan bir kapının gıcırtısını duydum. Sonra ayak sesleri… On altı, on yedi yaşlarında, ince, uzun boylu, siyah saçlı, mavi gözlü bir oğlan belirdi salonun kapısında. Tedirgin gözlerle bize baktı.
Haydar sert bir sesle “Gel, gel,” dedi. “Geç şöyle. Başkomiser amcan sana bir şeyler soracak. Seren ablan hakkında.”
Çocuk ürkek bir tavırla, “Ne olmuş ki ona?” dedi babasına bakarak.
“Merak etme delikanlı,” dedim. “Bir şey olmadı. Uyumuyordun değil mi?”
“Yok. Ders çalışıyordum.”
Haydar atıldı. “Harp Okulu sınavına girecek. Ona çalışıyor.”
Takdirle başımı salladım. “Aferin. Çalışmadan olmaz. İnşallah kazanırsın.”
Feridun belli belirsiz gülümsedi.
“Bugün Seren’le berabermişsiniz,” dedim. “Neler yaptınız? Nereye gittiniz?”
Bir babasına, bir bana baktı. Durup dururken neden sorguya çekildiğini anlamaya çalışıyordu.
“Parka gittik.”
“Ne yaptınız parkta?”
“Konuştuk.”
“Ne konuştunuz?”
“Her şey.”
Haydar mahcup bir tavırla araya girdi. “Benim oğlan sanata, edebiyata meraklıdır. Seren’le iyi anlaşırlardı bu konuda.”
“Edebiyattan mı konuştunuz?”
“Bir hikâye yazmıştım. Onu okudu. Çok beğendiğini söyledi.”
“O sırada dikkatini çeken herhangi bir şey oldu mu?”
Başını iki yana salladı.
“Seni ya da onu rahatsız eden bir şey oldu mu?”
Dudağını bükerek birkaç saniye düşündü. “O adam geldi.”
“Kim?”
“Zorba… Uzaktan gülerek yanımızdan geçti.”
“Seren ne yaptı?”
“Kızdı. Bana, ona bakma dedi.”
“Sonra ne yaptınız?”
“Fırına gidip simit aldık.”
“Seren’in ne zaman evden ayrıldığını hatırlıyor musun?” Duraksadığını görünce devam ettim. “Fırtınadan önce miydi, sonra mıydı?”
Yutkundu. “Sanırım fırtınadan önceydi.”
“Sanıyor musun, kesin mi? Hangisi?”
“Kesin.”
Babasına bir bakış attıktan sonra gözlerini bana çevirdi. “O gittikten az sonra yağmur başladı.”
“Elektrikler ne zaman kesildi?”
“O da birkaç dakika sonra filan.”
“Babanın ne zaman dışarıya çıktığını biliyor musun?”
“Mum almaya gitmiş ama ne zaman gitti bilmiyorum.”
“Tekel’e gitmiş.”
Yere bakarak evet anlamında başını salladı.
“Saatini hatırlıyor musun?”
“Elektrikler gelmeden az önceydi.”
Çocuk terlemiş, kızarıp bozarmıştı. Onu daha fazla zorlamak istemedim.
“Seren ablaya ne oldu?” diye sordu.
Haydar ters ters “Sana yarın sabah anlatırım,” dedi. “Sen git yat artık. Vakit iyice geç oldu.”
Feridun çıkınca, Haydar’a döndüm. “Kim bu Zorba?”
“İtin biri. Yokuşun başındaki müştemilatta oturuyor. Bir iki kez Seren’in yolunu kesip ona laf atmış.”
“Gerçek adı ne?”
“Bünyamin. Soyadını bilmiyorum. Babasının taksisi var. Ara sıra o da şoförlük yapar ama günün çoğunu mahallenin kahvesinde okey oynayarak geçirir.”
“Siz emeklisiniz, değil mi?”
“Malulen kıdemli başçavuşluktan emekli oldum.”
“Malulen derken?”
“Tatbikat sırasında sol gözümü kaybettim. Askerliği seviyordum. Erkenden ayrılmak beni çok üzdü. O yüzden oğlumun mutlaka subay olmasını istiyorum. Biraz narin yapılı ama başaracak, çok sıkı çalışıyor.”
Haydar’a, karakola haber vermeden bir yere gitmemesini söyleyip yanından ayrıldım.
***
Üst kata çıktım. Dört numaralı dairenin ziline bastım. Kapıyı altmış yaşlarında, ak sakallı bir adam açtı. Kimliğimi gösterip polis olduğumu söyleyince hafifçe irkildi.
“Hayırdır?” dedi gözlüğünün üzerinden bakarak.
“Kusura bakmayın, rahatsız ettim,” dedim. “Siz Celal Bey’siniz, değil mi?
“Evet, buyurun?”
“Civarda bir vukuat var da…”
“Öyle mi? Ne oldu?”
Adamın arkasında orta yaşlı bir kadın belirdi. “Kim geldi Celal? Kimle konuşuyorsun?”
“Polis, Naciye. Bir olay olmuş onu soruyorlar.”
“Ne olmuş? Nerede olmuş? Biri mi ölmüş?”
“Dur bakalım, söyleyecekler işte.”
Kadın heyecanlandı. “Allah Allah. Ne oldu ki? Merak ettim.”
“Bir kaza oldu parkta,” dedim. “Gören, duyan var mı onu araştırıyoruz.”
“Biz bir şey görmedik evladım. Duymadık da.”
“Elektrikler kesildiğinde neredeydiniz?”
“Evdeydik tabii.”
“Dışarıya çıkmadınız mı?
“O havada? O karanlıkta? Aklımızı mı kaybettik evladım? Niye çıkalım ki dışarı? Fırtınadan yer gök inlerken? Yağmur deli gibi yağarken?”
“Elektrikler kesilince ne yaptınız?”
“Ne yapacağız, yaktık mumları oturduk.”
“Tanığınız var mı?”
“Fesuphanallah! Niye tanığımız olsun? Biri şikâyet mi etti?”
Naciye, kocasını dürttü. “Haydar Bey geldi ya.”
Adam sakalını sıvazladı. “Ha, sahi o geldi. Karanlıkta kalmışlar. Mum var mı diye sormaya gelmiş. Naciye mutfakta mum ararken biz de salonda oturup konuştuk. Trakya’da tatbikat yaparken yakalandıkları bir fırtınayı anlattı. Bu akşamkinden betermiş. Ağaçlar devrilmiş, askerler yaralanmış.”
***
Haydar’ın sözünü ettiği müştemilat iki bloktan oluşan bir apartmanın yan tarafındaydı. Ön bahçesinde park etmiş bir taksi duruyordu. Kapıyı başı örtülü, yaşlıca bir kadın açtı. Polis olduğumu öğrenince geriye doğru bir adım attı. Canından bezmiş bir tavırla, “Gene ne yaptı bu?” dedi. Daha ben ağzımı açmadan, “Ömrümü yedi bunlar, ömrümü yediler,” diye söylenmeye başladı.
Sordum. “Bünyamin burada mı oturuyor?”
“Oturmaz olaydı. Burada oturuyor tabii.”
“Siz nesi oluyorsunuz?”
“Annesiyim. Ne halt karıştırdı gene? Kim şikâyet etti?”
“Kimse şikâyet etmedi. Onunla konuşmamız lazım. Evde mi?”
Kadın alaycı bir tavırla güldü. “Bu saatte evde mi olur o hınzır? Kim bilir hangi cehennemdedir?”
“Ne zaman çıktı evden?”
“Akşam üstü.”
“Fırtınadan önce mi?”
“Evet.”
“Nerede olabileceğine dair bir tahmininiz yok mu?”
“Bekir’in kahvesine bakın. Bu saatte oradadır.”
“Nerede bu kahve?”
“Caddeye çıkınca görürsünüz. Yanında kebapçı var.”
***
Kadının söylediği kahveyi kolayca buldum. İçerisi kalabalık değildi. İki masada okey oynuyorlardı. Bir-iki kişi de televizyon seyrediyordu.
Çay ocağındaki kafası takkeli, sakallı adama yaklaşıp kimliğimi gösterdim. Adamın beti benzi attı.
“Buyurun Başkomiserim.”
“Bekir sen misin?”
“Ben Hayati, Başkomiserim. Bekir abi az önce gitti. Evi şurada, isterseniz hemen bir koşu çağırayım.”
“Gerek yok. Şimdi söyle bakalım. Bünyamin burada mı?”
“Burada Başkomiserim.”
“Hangisi?
“Şu okey oynayan bıyıklı. Deri ceketi olan.”
Yirmi beş, yirmi altı yaşlarında, saçları sıfır numara traşlı, belalı bir tipe benziyordu. Hayati’nin gösterdiği masaya doğru yürüdüm. Bünyamin’in omzuna dokunup “Hey Zorba!” dedim.
Bünyamin, sunturlu bir küfür savurdu. “Ne var ulan!”
Ensesinden tutup ayağa kaldırdım. Bıçkın oğlan ne olduğunu anlayamadı. Gözlerinden ateş saçarak, “Ulan ben seni…” diye başladığı cümlesini bitiremedi çünkü diğer elimle kimliğimi burnuna doğru uzatmıştım.
“Polis!”
Birden omuzları çöktü. Yüzüne mazlum bir hâl geldi. Yaltaklanmaya başladı.
“Aman Başkomiserim. Siz olduğunuzu bilmiyordum. Hatamı affedin.”
Susmasını söyledikten sonra onu bir kenara çektim. Bu akşam saat yedi ile yedi buçuk arasında nerede olduğunu sordum.
Bir an şaşkın şaşkın baktı, sonra “Fırtına sırasında mı?” dedi.
“Evet.”
“Neredeydim? Şeydeydim tabii. Alışveriş merkezinde. Evet orada. Altunizade’de.”
“Ne yapıyordun orada?”
“Alışveriş tabii ki. Başka ne yapılır?”
“Bilmem. Ne aldın peki?”
“Hiçbir şey. Beğenmedim.”
“Ne alacaktın?”
“Kravat. Evet Kravat.”
“Ne yapacaktın kravatı?”
“Salı günü iş görüşmesine gideceğim. Oraya giderken takacaktım.”
“Alışveriş merkezinde olduğunu nasıl kanıtlayacaksın? Tanığın var mı?”
“Hasan var Başkomiserim. Onunla karşılaştım orada. Sonra birlikte döndük mahalleye. Saat sekiz buçuk filandı. Hasan burada Başkomiserim. Sorun isterseniz kendisine.”
Okey masasında oturan ve bizi meraklı bakışlarla izleyen grubun içinden Hasan’ı çağırıp sordum. Arkadaşının dediklerini doğruladı.
Bünyamin’e “Beni iyi dinle,” dedim. “Alışveriş merkezinde ne halt karıştırdığın beni ilgilendirmez. Ama sen ve Hasan yalan söylüyorsanız ikinizin de burnunuzdan fitil fitil getiririm. Bir yere kaybolmayın sakın. Başınız o zaman iyice derde girer.”
***
Cinayetin işlendiği parkta polisler hâlâ bıçağı arıyorlardı. Karakol amiri gitmişti ama yardımcısı oradaydı. Beni görünce yanıma geldi.
“Cinayet mahalline tekrar göz atacağım,” dedim.
Birlikte şeritle çevrilmiş alana girdik. Komiser elindeki feneri yere doğru tuttu. Işık oldukça kuvvetliydi.
“Kız saat yedide evden çıkmış,” dedim kendi kendime konuşur gibi. “Hemen hemen fırtınadan birkaç dakika önce. Doğruca buraya gelmiş olmalı. Parkın tam burasında saldırıya uğramış. Kızın ayak izlerinin yanında başka birine ait ayak izleri de var. Yani, katil kızın yanında yürümüş…”
Ben susunca lafın gerisini Komiser getirdi.
“Yürürken de bıçağı saplayıvermiş.”
Doğru. Zavallı ne olduğunu anlayamamıştır bile.
“Bir, iki adım attıktan sonra yere düşmüş,” dedim yerdeki izlere bakarak. “Katil bunun üzerine tekrar saldırmış.”
Komiser düşünceli düşünceli sordu. “Bundan ne sonuç çıkar Başkomiserim?”
“Katil, tanıdığı biriymiş. Kız onun yanına sokulmasına izin verdiğine göre.”
“Belki de şemsiye vardı yanında. Kızı yağmurdan korumak için yanına sokuldu. Kız da buna hayır diyemedi.”
“Evet, olabilir…”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Adamlarına söyle,” dedim daldığım düşüncelerden sıyrılarak. “Aramayı bıraksınlar. Burada bir kişi kalsın. Diğer herkes benimle gelsin.”
Şaşırdı ama dediğimi yaptı. Birlikte Haydar’ın oturduğu apartmanın önüne geldik. Burası her yerden daha karanlıktı.
“Beni burada bekleyin,” dedim. “Gözünüzü de dört açın. Gürültü patırtı olmasın. Kimseyi ürkütmeyin.”
Komiser çekinerek sordu. “Siz ne yapacaksınız Başkomiserim?”
“Katili yakalayacağım. Telaş etmeyin, bu işi sakince halledeceğiz. Siz sessizce bekleyin burada.”
Apartmana girdim. Haydar’ın zilini çaldım. Kapıyı yine geç açtı. Bu kez üzerinde don faniladan başka bir şey yok. Gözleri kıpkırmızı. Kafası kıyak galiba.
“Aa, Başkomiserim, hoş geldiniz.”
Kapıyı itip içeri daldım. “Hoş bulmadık Haydar,” dedim.
Yürüyüp salona geçtim. Masanın üzerinde yarısına kadar içilmiş rakı şişesiyle neredeyse boşalmış bir sürahi var. Bir de boş bardak. Yanılmamışım.
“Geç, otur şöyle,” dedim, masanın diğer ucundaki sandalyeye yerleşirken.
Dediğimi yaptı. Bir süre benden kaçırdığı gözlerini sonunda bana çevirdi. Ona dik dik bakmaya devam ettim.
“Başkomiserim…”
“Sus Haydar. Bana yalan söyledin. Sen de oğlun da bana yalan söylediniz.”
“Yok Başkomiserim. Ne anlattıysak hepsi doğru.”
“Kes ulan! Anlamayacağımı mı zannettin?”
“Yapma Amirim…”
“Bana bak. Lafı hiç uzatmaya gerek yok. Seren’in fırtınadan önce evden ayrılmadığını biliyorum. Hava sakinleşince çıktı dışarı. Yani yedi buçuktan sonra. O sırada hava hâlâ karanlık olduğu için belki de birlikte çıktınız. Kız sana güvendi. Oysa niyetin başkaydı. Herhâlde bu gece önemli bir şey oldu ve sen de onu öldürmeye karar verdin. Fırtına çıkınca bundan yararlanabileceğini düşündün. Apartmandan ayrılmadığına herkesi inandırmak için üst kattakileri kendine şahit yapmaya çalıştın. Celal Bey de karısı da senin dediğin gibi geveze insanlar değiller. Tersine, onları askerlik anılarını anlatarak oyalayan sendin.
“Fırtınadan sonra Seren’le birlikte ya da onun hemen arkasından dışarı çıktın. Yanında bıçak da vardı. Parkta işini kolayca hallettin. Karanlıktı, kimse yoktu, seni kimse görmedi. Sonra bakkala gittin. Sigara alıp eve geri döndün.”
Haydar ağlamaklı bir ses tonuyla “Yemin ederim Amirim,” diye başladı ama yumruğumu masaya vurarak onu susturdum.
“Kes! Bak, şimdi oğlunu çağırır, onun yanında anlatırım her şeyi, anladın mı? Bana numara yapma artık. Oğlunu da tehdit ettin, değil mi? Dediklerini söylemezse onu da annesi gibi öldüreceğini söyledin, değil mi? Senin askerden malulen emekli edildiğini de sanmıyorum. Kim bilir ne haltlar karıştırmışsındır? Hepsini öğreneceğiz.”
Haydar burnundan soluyordu. “Başkomiserim, hata ediyorsunuz. Bunu size…”
“Otur oturduğun yere. Buraya tek başıma geldiğimi sanmıyorsun, değil mi? Kapının önünde yarım düzineden fazla polis var. Sana sevgilerini sunmak için bekliyorlar.”
Derin bir nefes aldı, başını öne eğdi. “Böyle olsun istemedim. Vallahi istemedim. Beni anlıyor musunuz?”
“Oğlunu askeri okula gönderme inadın yüzünden cinayet işledin. Bunun nesini anlayayım be Haydar efendi?”
“O yüzden yapmadım.”
“Neden yaptın peki?”
Sustu. Konuşup konuşmamak için kendisiyle mücadele ettiğini anladım. Epey süren bir kararsızlıktan sonra fısıltıyı andıran bir sesle ötmeye başladı.
“Bana oğlumun ibne olduğunu söyledi. Bugün parkta konuşmuşlar. Feridun ona eş…eşcinsel olduğunu itiraf etmiş. Duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Durumdan babasını da haberdar edeceğini söyleyince iyice aklım başımdan gitti. Ona engel olmak istedim. Başka çarem yoktu.”
“Sen de engel oldun. Onu öldürdün.”
Ses etmeden bir süre öylece durdu. Ben de konuşmadım.
“Şimdi ne olacak?”
“Seni merkeze götüreceğim. İfadeni alacağız.”
“Feridun? Ona ne yapacaksınız?”
“Nerede o? Uyuyor mu?”
“Evet.”
“Onun da ifadesi alınacak.”
“Daha sonra?”
“Sosyal hizmetler ilgilenecek onunla. Neyse, bu konuşma bittiğine göre şimdi ayağa kalk ve arkanı dön.”
Kelepçeyi takarken “Nasıl anladınız Başkomiserim?” diye sordu.
Güldüm. “Sen ve oğlun bana Seren’in fırtınadan önce evden çıktığını söylediniz. Bu doğruysa, saldırı yediyi çeyrek geçe gerçekleşmiş demekti. Sen de o sırada Celal Beylerden mum istemeye gittiğine göre katil olamazdın. Tabii bu senin planındı. Ama küçük bir noktayı ihmal ettin. Seren, dediğin gibi fırtınadan az önce çıkmış olsaydı yağmura yakalanacaktı ve o zaman bıçak yaralarından akan kanlar silinip gidecekti. Oysa yerde bol bol kan vardı. Bu da Seren’in en az yedi buçuğa kadar evde olduğunu gösteriyordu. Bu yalanı söyleme nedenin, yedi ile yedi buçuk arasında dışarıda olmadığını kanıtlayabilmendi.”
Güldü. “Aptalca bir planmış.”
“Öyle.”
“Feridun’un bu konuda hiçbir bilgisi yok,” diye tısladı. “Ben ne demesini istediysem onu söyledi size.”
Başımı salladım. “Biliyorum.”