Sıradan bir mahallede öylesine bir gündü. Güneş, Boğazkesen sokağının dar kaldırımlarına sessizce doğdu. Tarihi çeşmeden başlayıp levhası iyice tozlanmış taksi durağına kadar kıvrılarak uzanan sokakta, dükkânlar sağlı sollu dizilmişti. Afyonu henüz patlamamış esnaf, uyuyan mahalle sakinlerine aldırmadan kepenkleri gürültüyle kaldırdı. Babadan kalma çay ocağını açan, kaldırımı kuyu suyuyla ıslatan kahveci, gelen geçene selam veriyor, az sonra sıcacık İstanbul gevreklerini demli çaylarına katık edecek amele tayfası için kapı önüne tabureleri sıralıyordu. Sokak yavaş yavaş canlanırken dükkânlardan birinin önündeki tozlu kaldırım boş, kepengi kapalı kaldı. Sabah telaşını atlatıp keyif kahvelerini sigaralarına yoldaş etmek için dükkân önlerine oturan esnaf, yirmi küsur senedir aksamadan açılan mahalle kasabının boş vitrinine bakakaldı. Gün boyunca ara sıra kapı önüne hava alma, müşteri uğurlama, komşu esnafa laf atma bahanesiyle çıkıp kasap dükkânına şüpheli bakışlar attıktan sonra dükkânlarının tozlu kuytusuna geri çekildiler.
Ertesi gün esnaf sabah meşguliyetlerini tamamlamak üzereyken Kasap Şehmuz köşeden eli sargılı, suratı beş karış döndü. Yanında, gözündeki çapağı yıkamaya fırsat bulamamış sıska çırağı da vardı. Bu tuhaf ikili, içinde et olduğu belli ağır bir çuvalı el arabasıyla taşıyarak kimseyle konuşmadan, selamlaşmadan dükkâna sokup dolaba yerleştirdiler. Öğleden sonra çırak dükkânın geniş vitrin camına, kese kâğıdına yazılmış bir yazı astı: “DANA KIYMADA ŞOK İNDİRİM!”
Haber mahalleye çabuk yayıldı. Malum, devir hesap devri, her şey ateş pahası. Ev ekonomisinde uzman, yatırım konusunda değme borsacılara pabucunu ters giydiren, eve giren üç kuruş maaşı ay sonuna kadar takla ata ata denkleştiren cevval kadın tayfası kasabın önünde kuyruğa girdi. Ustalıkla kesilmiş, incecik kıyılmış dana etleri önce yağlı kağıtlara sonra filelere girdi. Topuk tıkırtıları, sohbet kıkırtıları eşliğinde akşam sofrasında baş köşe olacakları evlere doğru yola koyuldular.
Gülnaz Hanım ve Hadi Bey sofraya oturduğunda akşam bülteni başlamak üzereydi.
“Kapat Allah aşkına şu televizyonu Hadi Beyciğim! Her akşam cinayetti, kazaydı, şehit haberiydi derken vallahi boğazıma diziliyor yediklerim. Bak mis gibi köfte yaptım, yanına sebzeli pilav. Kayısı hoşafı da kaynattım, sen seversin. Bu akşam sessiz sakin yiyelim yemeğimizi ne olursun!”
Hanımının serzenişini duymazdan gelemeyen Hadi Bey, kokusu evi saran cızbız köftenin, nefis hoşafın hatırına televizyonun sesini iyice kıstı. ‘Önemli bir haber var mı diye ara sıra göz atarım, hanımla biraz hoşbeş ederim,’ diye düşündü.
“Şehmuz Efendi indirim yapmış. Bütün mahalle sıradaydı. Neyse ki erken gitmişim, yağsız güzel yerinden verdi. Sağ olsun, işinin ehli adam ama çok suratsız. Şükran Hanım’ı tanımasak bu adamın kasap değil, hapishane kaçkını olduğunu sanırdık. Kadıncağız nasıl hanım, nasıl sessiz. Ne yapsın? Adam mezar taşı gibi söylemez solumaz, bir de asabiymiş. Bağırıp çağırıyormuş çoluk çocuk tanımadan. ‘Dayağı yok,’ demiş kadıncağız komşulara ama hane içinde ne olup bitiyor Allah bilir. Fırıncının gelini yok mu? O görmüş, yanağı mosmormuş. Kapıya çarptım demiş ya, inanmadık.”
Hadi Bey gözü televizyonda, kulağı hanımında mahalle havadislerini dinlerken bir yandan da kasabın önceki gün dükkânını neden açmadığını düşündü.
***
Birkaç hafta sokakta işler yolunda gitti. Dükkânlar zamanında açıldı, sofralar akşam ezanıyla kuruldu. Kasap Şehmuz’un yüzü günden güne daha da asıldı. Esnaf, adamın huysuzluğundan çekiniyor, ne var ne yok diye soramıyordu. Çırağı kıyıda köşede yakalayan da sıska oğlandan bir türlü laf alamıyordu. İşin tuhafı Şükran Hanım’ı ve çocuklarını da ortalıkta gören olmamıştı. Mahalleli günler geçtikçe daha çok meraklandı, komşuları ısrarla Şükran Hanım’ın kapısını çaldı ama cevap alamadılar. Altın gününde buluşan bir grup kadın durumdan epey şüphelenmiş, zavallı kadıncağızın başına bir şey geldiğini, belki de polise hatta televizyondaki o malum programlara haber vermek gerektiğini düşünmüştü. Açıkça konuşulmasa da kuyruğa girerek aldıkları indirimli dana kıymanın hazmı günden güne zorlaşmaktaydı. Yedikleri etin neye ya da kime ait olduğundan emin olmadan da kasabın kapısından girmeye, ağızlarına et koymaya pek niyetleri yoktu.
Mahalleli günlerce kasabın evine gidiş gelişini, dükkâna mal indirişini, kaburgaları ayırıp, butları kuşbaşı doğrayışını ağızlarında kötü bir tatla izledi. Kasap Şehmuz, gururdan burnu yere düşse eğilip alacak biri değildi. Günden güne azalan müşterinin, poposuna maydanoz demetleri taktığı küçükbaşların arasından onu süzen meraklı bakışların farkına varmıştı varmasına lakin kimseye bir şey sormadı.
Tedirgin geçen üç ayın sonunda artık sokakta bir katil olduğundan herkes emin olmuştu. Çoğu indirimli eti alıp yediğini inkâr ediyor, aldığını kabul edenler ise ‘mutfak tezgâhında unutmuşum, tekir gelip kapmış’, ‘kavururken diziye dalmışım yaktım,’ gibi bahanelerle bu kadim günahı işlemediklerini ima ediyordu. Karakol kapısından geçerken ayakkabı bağı çözülen, yağmur yağar mı diye gökyüzünü inceleyen, hatta kapıda nöbet tutan polis memuruyla hoş beş edeni vardı da içeri girip “Amirim, bizim Kasap Şehmuz karısını çocuklarını kesti bize yedirdi,” diyebileni yoktu.
Bu toplu cürmün altında manen ezildikleri hâlde günlük hayatlarına abartılı bir neşeyle devam ediyor, havadan sudan konuşarak, incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerden bahsederek gün geçiriyorlardı. Dalgaların sahile vurdukça sildiği bir yazı gibi hafızalarının da bu talihsiz günahı silip süpürmesini çaresizce beklediler.
***
Bir sabah Gülnaz Hanım cam silerken sokağın başında elinde bavulu, yanında oğullarıyla Şükran Hanım’ı gördü. Şaşkınlığından neredeyse pencereden düşecek gibi olan kadın sevinç çığlıkları atarak koşup korkmuş yavrucakları kucakladı.
Şükran Hanım, “Delirdin mi Gülnaz?” diye oğullarını kadının elinden almaya uğraşırken bir yandan da Gülnaz Hanım’ın bu tuhaf hâllerine bir anlam vermeye çalışıyordu. Konu komşu koşup geldi, Gülnaz Hanım’ı sakinleştirdiler. Elindeki bir bardak suyu zapt etmekte güçlük çeken kadın sordu. “Nerelerdeydin a komşum?”
Şükran Hanım, “Şehmuz’un sinirinden bıktık usandık. Son kavgada ağır konuştu. ‘Kadın, senden kurtulayım ellerimle koca danayı kesip mahalleliye yok fiyatına satacağım,’ dedi. Çok gücüme gitti, aldım çocuklarımı terk ettim herifi. Gittik köye, baba evine. Dün aradı yalvar yakar oldu da döndüm inan. ‘Sen yokken işim rast gitmiyor, dükkâna adım atan yok. Selamı sabahı kesti millet. Sen benim uğurummuşsun hanım, dön evine,’ dedi, ağlamaklı oldu da döndüm,” dedi.
Gülnaz Hanım komşularına bakıp “İyi yapmışsın Şükran Hanımcığım, insan eti ağırdır,” dedi yutkunarak. “Baba evinde kalmak da nereye kadar?” Kadınlar uzun süre birbirlerinin gözlerine bakamadan sessizce çaylarını içip oturdular.