Halının üzerinde yüzüstü yatıyordu genç kadın.
“Kurşun sağ şakağından girip soldan çıkmış,” dedi Adli Tabip. “Namlu kafaya dayanarak ateş edilmiş. Vurma halkası ve deri yüzeyinde barut artığı açıkça görülüyor.”
***
“Birkaç gün önce tartışmıştık,” dedi maktulün nişanlısı Bora Gökcan. “İki gündür annesinin evinde kalıyordu. Sabah aradı, konuşmak istediğini söyledi.”
Yirmili yaşlarının sonlarında, fit, jilet gibi giyinip kaşlarını aldıran tiplerdendi Bora. Oturduğu kanepenin önünde duran orta sehpasındaki su bardağında uzandı.
“Oturduk, konuştuk,” diye devam etti bir yudum su içtikten sonra. “Geçenlerde bir hata yapmış, kendisini üzmüştüm. Bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair kendisine söz verdim.”
“Ne tür bir hata yapmıştınız?” diye sordu Amirim.
“Ben,” dedi Bora, “geçenlerde bir halt ettim, Şule’yi aldattım.”
Yarısına kadar içtiği suyu tekrar sehpaya koydu.
“Bana ‘Bir daha böyle bir şey yaparsan sana öyle bir ders veririm ki, beni hayatının sonuna kadar unutamazsın,’ dedi. Yalvardım, yakardım, tekrar birlikte olmamız konusunda ikna ettim kendisini. Barışmamızı şarap içerek kutlamaya karar verdik. Mutfakta şişeyi açarken bir arkadaşım telefon etti. Müsait olmadığımı, kendisini daha sonra arayacağımı söyleyerek kapattım telefonu.” Salon kapısının girişinde, yerde duran kırılmış şarap şişesini ve cam kırıklarını işaret etti. “Şişe ve kadehlerle içeri girdiğimde elinde tabancayla karşımda duruyordu.”
“Tabancayı nereden bulmuş?”
Bu sorunun cevabını Bora yerine, yanında oturmakta olan avukatı verdi. “Tabanca müvekkilimin, ruhsatlı.” Kucağında tuttuğu çantasından bir kağıt çıkararak uzattı.
“Köpeğimiz öldükten sonra Şule evde yalnız kalmaktan korkar olmuştu. Ben de bu Baretta’yı almıştım.”
“Sonra?”
“Sonra…” Elleriyle yüzünü kapatarak derin bir soluk aldı Bora. “Çok sinirlenmişti. ‘Yine o orospulardan biriydi değil mi? Sana ne demiştim!’ diyerek kafasına dayadığı silâhı ateşledi.
Ellerinde atış artığı olup olmadığını anlamak için örnek aldıktan sonra Bora’yı yazılı ifadesi için merkeze yolladık.
“Olay oğlanın anlattığı gibi meydana gelmiş olabilir,” dedi Olay Yeri İnceleme Şubesi’nden Oktay Komiser.
“Bu elimizde bir şey olmadığı anlamına geliyor galiba,” dedi Amirim.
“Kovan ve mermi çekirdeği dışında bir şey yok. Onların da zaten hangi silahtan çıktığını biliyoruz. Bora’nın elinden atış artığı çıkarsa başka tabii.”
“Bir şey çıkacağını sanmam,” dedi Amirim, “ilk ekip gelmeden önce temizlenmek için bol vakti olmuştur. Polisten önce avukatını aramış adam.”
Olay yeri inceleme elemanları işlerini bitirmiş, çantalarını toplamışlardı. Salonda etrafa göz gezdirmekte olan Amirim, “Ev ne kadar düzenli ve temiz değil mi?” dedi.
“Gündelikçi kadının telefonunu alalım istersen senin için,” diye dalgasını geçti Oktay Komiser.
“Hamarat bir kadın olduğu belli,” diyerek şömineye doğru ilerledi Amirim, “işini iyi yapıyormuş.” Duvar kenarında duran maşa takımından bir parça alarak şöminenin içini karıştırmaya başladı. “Böyle titiz bir kadın bütün evi bal dök yala kıvamına getirdiği halde şöminenin içindeki bu külleri niye temizlememiş acaba?”
“Aşıklar atıştıktan sonra arayı düzeltmişler,” diye cevap verdi Oktay Komiser, “içkilerini şöminenin başında içeceklerdi belki.”
Amirim yüzünü buruşturdu. “Hava gâvur bilmemnesi gibi. Kırk derecede şömine mi yakmışlar?”
***
Şule’nin sağ elinde ve ceket kolunda atış artığı bulunmuştu. Bora’dan aldığımız örnekler ise temiz çıkmış, savcı tutuklama talebinde bulunmaya gerek görmemişti.
Bora’nın bugüne kadar bir-iki bar kavgasından başka vukuatı görünmüyordu kayıtlarda. Londra’da işletme okumuştu. Türkiye’ye döndükten sonra babasının sahibi olduğu hastanede yöneticilik yapmaya başlamıştı.
“Hastaneleri mi varmış?” diye sordu Amirim.
“Özel Gökcan Hastanesi.”
“Kapatılmamış mıydı o hastane? Birkaç sene önce yaşa dışı organ nakli sırasında suçüstü yapılmıştı.”
Google’dan hastaneyle ilgili haberleri aradım.
“Geçici olarak kapatılmış. Ameliyatı yapan doktora olmuş olan, diplomasını iptal etmişler.”
***
Bora’nın serbest bırakıldığını öğrenen Şule’nin ablası Deniz çıldırmıştı: “Ne yani, kardeşimi öldürdükten sonra elini kolunu sallayarak gezecek mi bu pislik? ”
Güç bela sakinleştirebildik genç kadını. Uzattığım kâğıt mendili almayı reddederek elinin tersiyle sildi yanaklarına inen gözyaşlarını. “Kendisini çok sevdiği, başka kadınlardan kıskandığı için intihar etmiş kardeşim, öyle mi? Ayrılmıştı kardeşim o hayvandan! Bugün de kalan eşyalarını almaya gitmişti o eve.”
“Tekrar barışmış olamazlar mı?”
“Olamazlar!.. Kesin kararlıydı Şule, bıkmıştı aldatılmaktan, aşağılanmaktan! İncir çekirdeğini doldurmayacak saçmalıklar yüzünden dünyayı dar etti sekiz aydır Şule’ye. Bir adam arabasının koltuğuna kahve damlattı diye sevdiği kadını tokatlar mı? Arabasının döşemesi bile kardeşimden daha değerliydi onun gözünde!”
***
“Bora bize yalan söyledi. Şule’nin kendisinden ayrıldığından bahsetmedi,” dedi Amirim. “Yarın sabah olay yerini tekrar gözden geçirsek iyi olacak.”
Çıkmak üzereyken laboratuardan aradılar. Şömineden aldığımız örneğin kanepe, koltuk gibi eşyaları kaplamakta kullanılan cinsten bir kumaş olduğu anlaşılmıştı.
***
Sabah ilk iş olarak Bora’nın evine gittik.
“Dün eksikliği fark etmedik,” dedi Amirim. Salondaki oturma grubu bir üçlü kanepe ve iki koltuktan oluşuyordu. Kanepede üç, koltuğun birinde ise bir yastık vardı. Diğer koltuk yastıksızdı.
“Ne halt etmeye yaktı peki?” diye sordu Amirim etrafa bakarken. “Kıza ateş ederken susturucu olarak kullandı desek… O zaman da kızın şakağında atış artığı olmazdı.”
“Zaten elinde de atış artığı bulundu,” dedim umutsuzca.
“Evet,” dedi Amirim, “birileri bizimle fena dalga geçiyor.”
Telefonunun çalmasıyla dolaşmayı kesti. Ekrana bakınca, “Hayırdır inşallah,” dedi, “Adli Tabip arıyor.”
Huyu olduğu üzere, “Evet… İlginç… Harika…” gibi teker kelimelik katkılarla dinledi Adli Tabip’in konuşmasını. Teşekkür edip telefonu kapattığında dudakları sağ taraftan yukarı doğru kıvrılmıştı. Bu iyi bir şey demekti.
“Adli Tabip, Şule’nin tırnak aralarında kalıntı ararken bir şey dikkatini çekmiş: Kızın yalnızca parmaklarında atış artığı varmış.”
Nasıl boş baktıysam açıklama gereği duydu: “Yani elinin üst kısmında hiç barut izi yokmuş.”
Konuya uyanmıştım. “Yani; birisi tabancayı kıza tutturup ateş ettirmiş.”
“Öyle yapmış,” dedi Amirim, “bunun başka bir açıklaması yok.”
“Laboratuardakiler nasıl atlamış peki bunu?”
“Onların bir suçu yok. Olay Yeri, Şule’nin elindeki artıkları yapışkan bantla alıp gönderdi onlara. Bantta artık var mıydı, vardı.”
“Ya kızın elinin üstündeki izlerin hepsi bantla gitmişse?”
“O zaman da elinde bandın yapışkanının olması gerekirdi. Hiçbir şey yokmuş.”
Cebinden çıkardığı lastik eldivenleri ellerine geçirdi. “Bu durumda o silâh bu evde bir değil, iki kez ateşlendi. Bora, Şule’yi vurduktan sonra elinde atış artığı bırakmak için silâhı eline tutuşturdu ve minderi kullanarak ikinci kez ateş etti. ”
“Minder susturucu görevi gördüğünden çevre evlerden de ikinci el silâh sesini duyan olmadı.”
Ben de eldivenlerimi taktım.
“O zaman ikinci merminin nereye gittiğini bulacağız.”
“Buralarda bir yerlerde olmalı. Kovan ortada olmadığına göre çekirdeği arayacağız. Onu da almışsa, merminin saplandığı yeri, bıraktığı izi bulmalıyız”
Salonun her milimetrekaresini, tabandan tavana kadar aramamıza karşın bir iz bulamadık. Ne olur ne olmaz diyerek kattaki diğer odaları, mutfağı ve banyoyu da gözden geçirdik. Sonuç koca bir sıfırdı.
Teorisinin fos çıkması Amirimin canını sıkmıştı. “Kan izlerinden ve ölü lekelerinden Şule’nin cesedinin yerinden oynatılmadığını biliyoruz,” dedikten sonra halıyı işaret etti. “Şule’yi bulduğumuz pozisyonda halının üzerine yat.”
Dediğini yaptım. Şarjörünü çıkardıktan sonra silahını çıkarıp halının üzerine koydu. “Tabanca da aynen buradaydı.” Kanepeden aldığı yastıkla yanıma diz çöktü. Silahı elime tutuşturup sol eliyle de yastığı namluya dayadı. Kolumu kaldırdı. Silahın doğrulduğu noktaya baktık. Bahçeye açılan camlı kapıya bakıyordu namlunun ucu.
“Kapı açık mıydı dün?” diye sordu Amirim.
“Değildi,” dedim, “eminim.”
“Mizanseni hazırlayabilmek için vakti vardı,” dedi, “kapatmıştır.”
Verandaya çıktık.
“İkinci atış o açıdan yapılmışsa, mermi ya karşı evin duvarında ya da…” Sözünü tamamlamadan bahçeye indi. Büyük çam ağacının gövdesindeki deliği gösterdi. “Ya da bu ağaçta.”
***
Ağaçtan çıkardığımız mermi çekirdeğinin Bora’nın silahından çıktığı balistik tarafından doğrulanınca Savcı mahkemeden tutuklama kararı çıkarttı. Hastaneye, ailesinin ve arkadaşlarının evlerine yaptığımız baskınlar sonuç vermedi. Kuş elimizden kaçmıştı.
Hakkında arama emri çıkarttık, fotoğrafını, nüfus bilgilerini, bokunu püsürünü sisteme yükledik. Havaalanlarından ve sınır kapılarından aldığımız bilgilere göre yurt dışına çıkış yapmamıştı.
“Sahte bir kimlik kullanmadıysa tabii,” dedi Amirim.
***
Günler günleri, aylar ayları, biz katilleri kovalamaya devam ettik. Büroda benim açımdan sıkıcı bir gündü. Kahvede okey oynarken, taş çaldığı gerekçesiyle arkadaşını bir kahve dolusu insanın önünde, ıstakayla kafasına vura vura öldüren bir sığırın dosyasını kapatmak için sıkıcı kırtasiye işleriyle uğraşıyor, bir dünya form dolduruyordum. Herifi yakalamamız daha az zamanımızı almış, daha az zahmetli olmuştu. Bu tipler cinayeti işledikten sonra ya bir akrabalarını yanında saklanır ya da ilk otobüse atlayıp köylerine giderler. Bu da köyünde enselenmişti.
“Sabahtan beri tıkıldın kaldın büroya,” diyen Amirimin omzuma dokunmasıyla kendime geldim, “kalk hadi, seni hava almaya götüreyim.”
Arada bir çıkıp bir yerlerde kahve içtiğimiz olurdu. Yine öyle yapacağız sandım, ta ki şehir merkezinden çıkıp Ayaş Yolu’ndan Zir Vadisi yoluna sapana kadar. Birkaç kilometre gittikten sonra, yol kenarına park etmiş bir ekip otosu ve Olay Yeri İnceleme Şubesi’nin minibüsünü gördük.
Sigarasını içerek şarampolden aşağıya bakmakta olan Oktay Komiser bizi görünce yanımıza geldi.
“Aşağı uçmuş, alev almış. Adam kömür. Adam diyorum gerçi ama cinsiyeti bile anlaşılır durumda değil.”
Yavaş yavaş aşağı inmeye başladık. Olay Yeri İnceleme’nin elemanları arabanın etrafındaydılar.
“Plaka bile erimiş,” dedi Oktay Komiser, “motor şase numarasından bakacağız kime ait olduğuna.”
“Neden alev almış belli mi?” diye sordu Amirim.
“Belli değil. Teknik ekipten de bir şey çıkacağını sanmam.”
“Etrafta benzin bidonu falan?”
“Bulamadık. Dosyayla sizin mi yoksa trafik şubenin mi ilgileneceğini anlamak için otopsiyi beklemeniz gerekecek.”
***
Üç gün sonra elimize ulaşan otopsi raporuna göz atan Amirim, yakın gözlüklerinin üzerinden bakarak, “Yanan ceset adamımıza aitmiş,” dedi.
“Adamımız?”
“Bora… Bora Gökcan. DNA örneği eşleşmiş.”
***
Yanan aracın kiralık olduğu belirlenmişti. Kiralama şirketine gidip sürücünün ehliyet fotokopilerini aldık. Toneri can çekişen bir makineyle çekilen fotokopilerde bile şahsın Bora olduğu net bir şekilde anlaşılıyordu. Saçlarını kazıtmış, sakal bırakmıştı. Şirket çalışanları, her günün sonunda yaptıkları gibi, araç kiralayan şahısların kimlik bilgilerini emniyete bildirdiklerini söylediler. İsim sahte olduğu için aranan şahıslar listesinde görülmemişti. Güvenlik kameralarını inceledik. Büroya girişi, ilgili elemanla konuşması ve bankoda form doldurması net bir şekilde görülüyordu.
Adres olarak şehir merkezine 25 km uzaklıktaki, Ankara’nın yeni yerleşim bölgelerinden Yaşamkent’te bir ev gösterilmişti. Müstakil evlerden oluşan lüks bir sitede bulunan evde değişik isimler adına düzenlenmiş birkaç sahte kimlik ele geçirdik. Komşularıyla konuştuk. Yalnız yaşayan bir genç olduğu ve evde pek fazla zaman geçirmediği dışında bir bilgi elde edemedik. Bir çekmecede bulduğumuz kira sözleşmesinden evi kiralayan emlakçıya ulaştık. Koray beyin iş adamı olduğunu ve ayın yarısını yurt dışında geçirdiğini söyledi.
Merkeze dönerken, “Kaçak yaşamında bile lüksten ödün vermemiş,” dedim, “o ne güzel bir siteydi öyle.”
Arabaya bindiğimizden beri ağzını açmamış olan Amirim, “Benim içim halâ rahat değil bu konuda,” dedi.
Ben mi çok safım yoksa Amirim mi çok işkilli diye düşündüm. Adamın öldüğü DNA analiziyle bilimsel olarak kanıtlanmıştı. O zaman?
“Lüksten ödün verdiği tek konu araba olmuş,” dedi Amirim. “Herif hayatı boyunca son model spor arabalara binmiş… Döşemesine kahve damlattığı için sevgilisini tokatlayacak kadar araba hastasıymış… Bağlantıları var, sahte kimliği var, parası var… İsteseydi bir tane satın alabilirdi. Lüks arabalara bu kadar tutkun bir adam neden sıradan bir arabaya binmeyi tercih etmiş? Neden kiralamış?”
***
İki gün sonra Gökcan ailesi kömür olmuş cesedi Adli Tıp’tan teslim aldı. Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verdiler. Uzak bir mesafeden izledik topluluğu. Çıkış kapısında siyah bir araba durdu yanımızda. Filmle kaplanmış arka cam açıldı. Bora’nın babası nefretle baktı bize.
“Sağlığında huzur vermediniz oğluma, bari ölüsünü rahat bırakın.”
***
Benim için olay kapanmış, bizim elimizle olmasa da adalet yerini bulmuştu. Fakat bu konunun Amirimin kafasında bitmediğini hissediyordum. Adam obsesifti. Başladığı hiçbir işi yarım bırakmaz, mutlaka kusursuz bir şekilde sonuçlandırmak isterdi. İş sonuçlanana kadar da ne kendisi rahat eder ne de bana rahat yüzü gösterirdi. Benim kendimi oyalayacak zevklerim, hobilerim vardı ama Amirim işini hobi haline getirmişti.
Kıskançlık yüzünden, üç yıl önce boşandığı karısını ve iki küçük çocuğunu öldürdükten sonra kayıplara karışan bir manyağın peşindeydik. Birkaç gün önce Demetevler’de görüldüğüne dair ihbar almıştık. On sekiz saattir herifin eski cezaevi arkadaşlarından birinin evini izliyorduk. Yakındaki pastaneden açlığımızı yatıştıracak bir şeyler almaya çıktım. Elimde iki karton bardak çay ve poğaça poşetiyle arabaya yürürken Amirimin arabayı çalıştırdığını gördüm. Yanımda durup, “Hadi,” dedi, “atla, gidiyoruz.”
Apar topar binerken, “Zanlı göründü mü?” diye sordum.
“Siktiret zanlıyı,” dedi, “Bora Gökcan trafik kazası geçirmiş.”
Nasıl salağa bağladıysam, “Yine mi ölmüş?” demişim.
“Yok,” dedi Amirim, “bu sefer ağır yaralıymış.”
***
Hastane polisinden aldığımız bilgiye göre; Eskişehir Yolu’nda bir araç aşırı hız yüzünden refüjü aşıp karşı şeride geçmiş ve belediyenin hafriyat kamyonunun altına girmiş. Yolcu koltuğunda oturan kadın kaza yerinde can verirken, aracın içinde sıkışmış olan sürücüyü ilk yardım ekipleri çıkarıp hastaneye kaldırmışlar. Sürücünün üzerinden iki ayrı kişi adına düzenlenmiş kimlik çıktığından, hastane polisi parmak izlerini alarak kimlik tespiti yapmış.
Yoğun bakım ünitesinin kapısına bir memuru nöbetçi bırakıp hastaneden ayrıldık.
***
Adli Tıp yetkilileri DNA analizinde yanlışlık olamayacağında ısrar ediyorlardı.
“Biz de gözümüz kapalı güveniyoruz,” dedi Amirim, “kim bilir şimdiye kadar kaç suçluyu elimizden kaçırdık, kaç masumu da parmaklıklar arkasına yolladık.”
Sonunda DNA analizinin yeniden yapılmasına karar verildi.
Ertesi gün, çıkan sonuç karşısında ağzımız açık kaldı. Sonuç yine aynıydı: Yanmış cesetten alınan DNA, Bora’nın DNA’sıyla eşleşiyordu.
Doktorlardan biri, “Sanırım dünyada bugüne kadar en fazla kırk-elli kez rastlanan bir durumla karşı karşıyayız,” dedi. “Bu durumun başka bir açıklaması olamaz.”
Adamın ağzına bakıyorduk.
“Kimerizm,” dedi Doktor.
Amirimle bakıştık. “Bilmiyorum,” anlamında dudak büktüm.
“Türkçe mealini alabilir miyiz hocam?” dedi Amirim.
“Kimerizm,” dedi Doktor, “bir insanın birden fazla DNA profili barındırıyor olması. Bu tür insanlara da ‘kimerik’ diyoruz.”
“İlk kez duyuyorum böyle bir şey olduğunu,” dedi Amirim.
“Normaldir,” diyerek açıklamasını sürdürdü Doktor. “Kimerizme neden olan birkaç şey olabilir; biri döllenmiş iki yumurtanın birleşmesi ve ikiz doğacağı yerde tek çocuğun doğması. Böyle bir durumda, doğan çocuk, doğamayan ikizinin DNA’sını da taşıyabilir ve örneğin saçının DNA profili kanındakini tutmayabilir.”
“Kimerizmin bizim olayla ilgisini anlayamadım,” diyerek araya girdi Amirim, ” bizim olayda iki ayrı insanın DNA’sı aynı çıktı.”
“Oraya geliyorum. Aynı bedende farklı DNA profillerine, organ, kemik iliği ve kan nakillerinden sonra da rastlanabilir.”
Doktorun “geliyorum” dediği yer her neresiyse ben daha oraya varamamıştım. Amirim imdadıma yetişti: “Yani?”
“Yani; bu nakillerden herhangi birini yaptıran kişi, üç ay kadar bir süre boyunca vericinin DNA’sını da taşır.”
Özel Gökcan hastanesi… Yaşa dışı organ nakilleri… Amirimle bakıştık.
“Bu şahıs, kazada yanan kişiye yakın zamanda organ bağışlamış olabilir mi?” diye sordu Doktor.
“Böyle bir bilgi yok elimizde,” diye cevap verdi Amirim.
“Şahsın MR veya röntgen filmlerini görmem lâzım,” dedi Doktor.
***
Bora’nın organları yerli yerindeydi.
“Kemik iliği neyse de, kan nakli yapılan hastaları nasıl bulacağız?” diye sordum, “on binlerce kişi vardır.”
“SGK hastanelerine bakacak değiliz ya,” diye cevap verdi Amirim.
Arama izni çıkarıp soluğu Özel Gökcan Hastanesi’nde aldık. Medeniyetin gözünü seveyim, son sekiz ayda yapılmış olan bütün ameliyat kayıtlarını birkaç dakika içinde flaş belleğe kopyaladık.
Ameliyat olan hastaları kayıp şahıslar bültenindeki kişilerle karşılaştırdığımızda, yirmi yedi yaşında bir öğretmenin adına ulaştık.
Annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşayan ve bir lisede edebiyat öğretmenliği yapan Fırat Tezener, altı ay önce geçirdiği motosiklet kazasından sonra ameliyat olmuştu. Üç ay önce bir arkadaşıyla buluşmak üzere evden ayrılmış ve o günden sonra kendisinden bir daha haber alınamamıştı.
***
“Bora’dan aldıkları kanı öğretmene nakletmişler,” dedi Amirim Savcı’nın odasında. “Öğretmen çocuk iyileştikten sonra Bora onunla bir şekilde arkadaş olmuş. Sonra da öldürüp kiraladığı arabayla birlikte yakmış.”
“Vay şerefsiz! Şeytanın aklına gelmez. Olan öğretmen çocuğa olmuş,” dedi Savcı. “Ne biçim insanlarmış bunlar böyle!”
“Doktorlar Bora’nın durumunun iyiye gittiğini söylüyorlar,” dedim, “birkaç haftaya kadar taburcu olabilirmiş.”
“Hastaneden doğruca cezaevine göndeririz pezevengi,” dedi Savcı. “Babasını aldınız değil mi gözaltına?”
“Aldık,” dedi Amirim. “Suçlamaları kabul etmiyor.”
“İstediği kadar etmesin. Her şey apaçık ortada. Cinayete yardım ve yataklıktan o da girecek içeri.”
Reha Avkıran