Marangozluğa on yaşında, okul tatillerinde babasının yanında çeyiz sandığı yaparak başlayan Murat Usta, babasını erken yaşta kaybedince bu işe zorunlu olarak girmişti. Sebze-meyve hallerine kasa yaparak para kazanmış, bu sayede de sanayide bir dükkân açabilmişti. Henüz otuzlu yaşlarının ortasındaydı. Ekseriya kapı işleri yapsa da elinden mobilyacılık da gelirdi. Halk arasında marangozluk ile mobilyacılık aynı olarak bilinse de ikisinin arasında kıldan ince bir fark vardır aslında. Mobilyacı daha çok dekorasyon işlerinde ustalaşmıştır. Marangoz ise ham maddeye şekil verir. Dolayısıyla, ikisi aynı değildir.
Geçen zamanda sanayinin en çok iş yapan marangozlarından biri hâline gelen Murat Usta’nın yanında bir usta, üç kalfa ve iki çırak çalışmaktadır.
***
Usta, İstasyon Caddesi’nde bir apartman dairesinin yedi kapılı işini aldı. Ancak ev halkı, kapılar yapılırken evde kalıp eşyalara göz kulak olmak istediklerini söyledi. Murat Usta işe başlamadan önce bu duruma karşı çıkıp “Evin içi inşaat hâlini alacak. Tüm kapılar sökülüp yerlerine yenileri takılacak. Bu iş nereden baksan bir hafta sürer. Evde kimse olmamalı. Eskiler söküldükten sonra hemen yenileri taksak yine tamam. Ama yeni kapıların önce kasaları takılacak. Kasalar köpüklenip kurumaya alınacak. Kuruma işleminden sonra kapılar takılacak ve kasa sıkıştırılacak. Sıkıştırma işleminde kapının milim oynamaması gerekir. Yoksa iş mahvolur. Sonra pervazı var, bir sürü iş. Evde kimse olmasın yani,” diye işi özetleyince ikna etti. Ancak eşyalar içeride kalacaktı. Murat Usta eşyalara zarar gelmeyeceğine dair garanti verdi.
İş başladı. Murat Usta işin başında durmadı. Diğer usta Orhan, kalfalar ve çıraklar dört gün içinde tamamladılar.
***
Sanayinin üzerine akşam karanlığı çökmüş, dükkânlar birer birer kapanmaya başlamıştı. Murat Usta ve elemanları ellerindeki diğer işlerin malzemelerini üretirken dükkânın önüne gri renkli ‘95 model Mercedes E-320 geldi.
Murat Usta elindeki keresteyi bıraktı ve kapıya yöneldi. Arabadan çıkan, İstasyon Caddesi’nde işini yaptığı adamdı. Murat Usta’nın güler yüzünü aksine çeviren bir yüz ifadesi vardı adamda.
“Hoş geldin. Bir problem mi var?”
“Var ya!”
“Kapılarla mı ilgili?”
“Siz kapıları takarken biz kapıyı pencereyi açık bıraktık sanırım.”
“Nasıl, anlamadım?”
“Yatak odasında karımın kıymetli eşyalarının olduğu kutu yok olmuş. Murat Usta, seni bana çok methettiler. Nedir, ne oluyor? Eşyalarımı sana emanet ettim ben.”
“Hocam,” diyebildi şaşkın bir şekilde. Karşısındaki adam meslek liselerinden birinin müdürüydü. “Elemanlarım yapmaz öyle bir şey. Hepsine kefilim. Namuslu, haysiyetli çocuklardır.”
“Yalan mı söylüyorum yâni? Sen bana yalancı mı diyorsun?”
Adamın sesi normal seviyesinden en aşağı üç kat fazla idi.
“Hocam, gel içeriye geçelim. Burada bağrışıp el âleme afiş olmayalım.”
“Sikerim afişini, Murat Usta!”
“Hocam, iyi adamsın, sohbetin hoş, eyvallah, küfür etme. Sana yalan söylüyorsun demedim. İşin aslını astarını bir konuşalım. Bizim de bir adımız var burada; bağırıp duruyorsun, olmuyor.”
“Sana iki gün süre veriyorum. İki gün içinde onlar elimde olmazsa sen afişi, küfrü o zaman görürsün.”
“Sana yok öyle bir şey diyorum. Şu çocuklarda hırsızlık yapacak yüz var mı? Bir bak! Siktir git benim canımı sıkma. Şu makinaya doğratırım seni!” Eliyle de hızar doğrama makinasını gösteriyordu.
“Sordun mu? Belki çaldılar? Sen iki gün içinde onları benim evime getirme bak sana ne yapıyorum.”
“Siktir git nereye gidiyorsan! Yavşak! Dingil!”
Adam arabasına binip gitti. Murat Usta bir kılıç kadar keskindi, bu sinirle önüne kim çıkarsa doğrayabilirdi.
“Ne kadar malzeme varsa dışarıda, toplayın. İçeride bekleyin!” dedi Orhan Usta’ya.
Murat Usta bir sigara yaktı ve bir tabure çekip oturdu. Rengi normalinden iki ton daha karaydı. Baş parmaklarını şakaklarına dayadı. Kalan diğer parmaklarıyla gözüne perde çekti. Saçı uzun olsaydı eğer unuttuğu ve durmadan yanan sigarası yüzünden yanabilirdi. Neyse ki kellik problemi burada işine yaramıştı. Sürekli aynı şeyleri söylüyordu: “Amına koyduğumun çocukları… Rezil ettiniz beni… Rezil ettiniz beni.”
Aradan on dakika geçti. İki çocuk okuttuğu için emekli olmasına rağmen çalışmaya devam eden altmış dört yaşındaki Orhan Usta, Murat Usta’nın omzuna dokundu.
“Çocuklar hazır. Seni bekliyorlar Murat.”
“Adamın ne dediğini duydun değil mi, Orhan ağbi? Tüm sanayi duymuştur.” Kafasını önüne eğdi tekrar. Yere bakarak: “Bu çocuklar yapmaz değil mi öyle bir şeyi?” Kafasını kaldırdı ve yaşlı adama baktı: “Yapmaz de bana, Orhan ağbi?”
“Bana sorarsan yapmaz derim. Yapmaz biliriz. Ama şeytana uymuşlarsa… Hele desene bana, sen evden gidiyorsun, mücevherlerini ortalık yerde bırakır mısın?”
“Bırakmam.”
“İnşallah kendi boklarını bize ödetmezler.”
“Yâni kendileri kaybetti…”
“Aynen öyle diyorum.”
“İçim biraz soğudu, Orhan ağbi. Yine de şunlara bir soralım, sen de içeri gir, yalnız ben sorgularken karışma.”
“Kötü bir şey yapmayacaksın ya?”
“…”
“…”
Murat Usta, Orhan Usta da girince kapıyı kapattı ve arkadan kilitledi. Anahtarı yanına aldı.
İlkbahar sıcaklığında, akşam sessizliği.
İki usta -biri patron-, üç kalfa ve iki çırak…
Dükkânın yemek yenilen masalı ve tabureli bölümü…
Murat Usta’nın elinde iki tane odun…
Orhan Usta’nın elinde bir şişe su.
Oturmakta olan kalfa ve çıraklara, “Kalkın lan ayağa. Boy sıralaması yapın,” dedi Murat Usta, kızgın ve dargın bir ses tonuyla.
Çıraklar ayağa kalkıp uzundan kısaya doğru sıralandılar: Kalfa, kalfa, çırak, kalfa, çırak…
“Orhan ağbi ver o şişeyi. Sen iki tane tabure çek şöyle, karşılıklı.”
Murat Usta, Orhan Usta’nın elindeki şişeyi aldı ve odunları ıslattı.
Orhan Usta da kendine verilen talimatı yerine getirdi. Masadaki iki tabureyi öne çıkartıp karşılıklı olarak koydu, masada kalan taburelerden birine de besmele çekerek kendisi oturdu. Murat Usta boşalan su şişesini fırlattı yere. Odunlardan birini de kendine yakın olan taburenin yanına bıraktı. Elindeki odunla karşısında boya göre sıralanmış çalışanlarına Allah yarattı demeden girişmeye başladı. “Lan amına koyduğumun çocukları! Siz beni rezil mi edeceksiniz! Ettiniz de lan! Alın. Kıracağım kemiklerinizi. Amına koyduğumun çocukları. Hanginiz lan! Kim çaldı ulan! Ha! Size diyorum!”
Çırak acıdan haykırdı: “Vallahi ben çalmadım, Usta. Yemin ederim. Ekmek Kuran çarpsın ki!”
“Sus lan! Sus!” Murat Usta daha fazla vurmaya başladı. Odun çocuğun üstünde kırılana kadar hem vurdu hem de “Siz benim adımı lekelersiniz ha!” diye söylendi. Odun en sert malzemedendi. Yani meşe ağacındandı. Bu yüzden kırılması bir hayli zaman sürdü.
Elinde kalan odun parçasını da rastgele savurdu. Çocuklar ağlıyordu doğal olarak. Murat Usta böyle bir şeyle ilk kez karşılaşmanın psikopatlığını yapıyordu. Bir sigara daha yaktı ve gözünü kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Baştan iki elemana seslendi: “Siz. İkiniz oturun şu taburelere.”
Orhan Usta’nın karşılıklı olarak koyduğu iki tabureye oturttu. Sigarasını yere atıp ayağıyla bastı.
Kendisine yakın olan taburede uzun boylu kalfa oturuyordu. Onun karşısında da ondan üç santim kısa olan kalfa oturuyordu. Murat Usta odunu aldı eline ve uzun boylu olana verdi.
“Bak İsa. Alper o paraları aldı ve…”
Diğeri lafını kesti:
“Allah belâmı versin ki ben almadım usta!”
Murat Usta sert bir tokat attı.
“Sus lan! Lâfımı kesme sikerim geçmişini!” İsa’yla konuşmasına devam etti: “Alper parayı aldı,” dedi, ama aklına çalınan şeyin salt para olmayacağı geldi, gerçekten de müdür bir şey söylememiş, sadece kıymetli eşyalar demişti, bu hâlde, mücevher demek daha doğru olurdu. Kısa süreli bir düşünceden sonra devam etti, Murat Usta. “Şey, mücevherleri. Ama yerini söylemiyor. Sen onun yüzünden dayak yedin. O odunu kullanarak öğren bakalım, nereye saklamış?”
İsa, Murat Usta’dan aldığı ıslatılmış odunu Alper’in sol koluna sertçe vurdu. Alper sağ eliyle sol kolunu ovdu. İsa, “Nerede paralar? Şerefsiz!” diye sordu.
“Yemin ederim ben çalmadım. Allah cezamı versin ki…”
İsa kafasını kaldırıp Murat Usta’ya baktı. Murat Usta ise anlamsızca bir bakışla cevap verdi. İsa kaldırdı odunu bir kez daha vurdu. “Nerede oğlum paralar! Anam avradım olsun ki seni öldürürüm. Çabuk söyle.”
“Ben çalmadım.”
Murat Usta bir sigara daha yaktı, “Ver şu odunu,” dedi.
Odunu aldı. Yürüdü. Alper’in yanına geldi. “Demek sen çalmadın, Alper. İnandım oğlum, kusura bakma. Sen çalmadıysan İsa çalmıştır kesin. Al oğlum şu odunu, suçsuz yere sana dayak atan İsa’dan hem intikamını al hem de mücevherin yerini öğren.”
İsa’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Alper odunu tam vuracağı sırada kolunu indirdi. “Usta, ben kefilim İsa’ya. Yapmaz böyle bir şeyi,” dedi ağlayarak. Birden İsa’ya, “Ama bana ne biçim vurdun lan sen!” diye bağırdı.
“Kardeşim…”
“Ne kardeşimi lan it! Az önce sikip sokuyordun.”
Odunu İsa’nın bacaklarına beş kere vurdu, hızlı ve sert bir şekilde. Sonra odunu bıraktı: “Canın acıdı mı kardeşim?” diye sordu.
Murat Usta sigarasını yere atıp üstüne bastı. İkisine kalkmalarını söyledi. Sıradakileri çağırdı. Gelenler çırak ve kalfaydı. Az önce doğruluk oyunundan başarıyla ayrılan Alper ve İsa hırsızlık damgasından kurtuldukları için sevinçli, çürüyen bedenleri için ise kederliydiler. Sessiz bir şekilde kendilerini rahatça ağlayıp sızlayacakları bir yere atma çabasındaydılar.
Çırak, İsa’nın; kalfa ise Alper’in oturduğu yere oturdu.
Murat Usta odunu yerden aldığı sırada Orhan Usta oturduğu tabureden kalkıp Murat Usta’nın yanına geldi. Kolundan tuttu, kapıya doğru yürümeye başladılar.
“Murat, bu işten bir şey çıkmayacak. Vakit de geç oldu. Yengen çağrı atıp duruyor. Ben gideyim.”
“Ağbi biliyorum ben de. Ama bir ihtimal diyorum. Olur ya,” dedi, bir iç çekti, arkasını dönüp elemanlarından yana baktı. Sonra yeniden Orhan Usta’ya dönerek, “Tamam, sen git. Ben ilgilenirim. Neyle gideceksin?” dedi.
“Bir dolmuşa binerim. Sen de üstlerine çok gitme. Yazık günah.”
“…”
Orhan Usta gidince Murat Usta tekrar sorunun ya da doğruluk oyununun olduğu yere geldi. Elindeki odunu avcuna vuruyordu.
“Evet, nerede kalmıştık?”
Odunu çırak Ahmet’e verdi. “Ramazan ağbin parayı neden almış?” diye sordu. Kalfa yalvaran gözlerle çırağa bakarken çırak yediği dayağın sorumlusu olarak düşündüğü Ramazan’a vurdu. Ramazan gözlerini yumdu ve dişlerini sıktı. Birazdan vurma sırasının kendisine geleceğini biliyordu ve intikam almanın nasıl bir duygu olduğunu tadacağından içten içe memnundu şu anki durumundan.
Çırak:
“Ramazan ağbi? Ramazan ağbi?” diye yokladı diğerini.
Ramazan gözlerini açtı: “Ne var?”
“Sen mi aldın parayı?”
“Vurmadan önce sorsana!” diye tersledi.
“Düşünemedim ağbi. Parayı sen mi aldın?”
“Hayır.”
Murat Usta’nın yüzü yine bozuldu. Çaresizce çırağın elinden odunu alırken, “Acaba kutuyu gittikleri yere götürdüler de orada mı unuttular? Ya da gittikleri yerdekiler çaldı,” diye geçiriyordu içinden. “Çocuklara da yazık ettik, bir daha çalışmak istemeyecekler. Nereden bulacağız işçiyi?” diye de ekledi. Kırılmama konusunda keçi inadına sahip olan odun el değiştirdi.
***
Nokia 6230 telefonu, süresi yalnızca üçer saniyelik çağrılarla on dakikada bir çalıyordu. Bu çağrılara kayıtsız kalan Orhan Usta, düşünceliydi. İyice düşünmesine engel olan şu çağrılar için de, önce eve geciktiği için Murat Usta’ya sonra da durmadan çaldıran karısına küfürler yağdırıyordu. Altı üstü geç kalmıştı; ne vardı bunda? Hayatı boyunca karısına ve çocuklarına rahat bir hayat yaşatmaktan başka gayesi olmayan bu adam sadece bir kere söz misali eğlenmek istemiş olamaz mıydı? Olabilirdi elbette. Bu onun en temel haklarından biriydi. Ancak karısına geri dönüş yapıp “Biraz işim çıktı geç geleceğim,” demeliydi. Bu düşüncesizliği atlayıp kendini haklı gören Orhan Usta çareyi telefonu tamamen kapatmakta buldu.
Beş dakika sonra da, “Müsait bir yerde inebilir miyim?” diyerek dolmuştan indi. Dolmuş hareket ettikten sonra soluna bakıp karşıya geçti; evet, burası tek yöndü.
Zile bastı, kapıyı karısı açtı. Karısının sorularını cevapsız bırakarak banyonun yolunu tuttu. İş kıyafetlerini çıkartıp kirli sepetinin üstüne bıraktı. Elini yüzünü yıkadı, kirli pantolonunun cebinden siyah bir poşeti avcunun içine aldı ve don-atlet yatak odasına gitti. Temiz kıyafetlerini giydi, poşeti de cebine koydu ve tekrar dış kapının yolunu tuttu. Karısı ise o üstünü değiştirirken yemeği çoktan hazır etmişti. Kadınlar böyledir işte, saniyeler içinde her şeyi yapabilme gibi özel yeteneğe sahiptirler.
Kadın adamın yeniden çıkmak için hazırlık yaptığını görünce şaşırdı: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Adamdan yanıt alamadı. Tekrarladı: “Orhan, nereye gidiyorsun?”
“Bir saate gelirim. Bugün işte bir olay yaşandı. Murat çocukların üstüne fazla gitti. Onları orada bıraktım. Vicdanım rahat değil. Tekrar gidip ikna edeceğim, başka bir yol bulalım, diye. Sen yine de bekleme beni. Anahtarımı aldım yanıma.”
Adam ayakkabısını giydi, tam çıkacakken arka cebindeki siyah poşet karısının gözüne ilişti: “Cebindeki poşette ne var?”
“Merhem. Çocuklar için.”
“Tamam, dikkat et gece gece.”
“…”
Orhan çıkıp tek yönlü yoldan sağına bakarak geçti. Bir merdivenden inip sanayiye giden dolmuşların geçtiği bir caddeye çıktı. 1 numaralı dolmuşa bindi. Akşam saatleri olduğu için dolmuş boştu. Şoförün yanına oturdu.
“Selamünaleyküm.”
“…”
***
Murat Usta, bürosundaki çalışma masasına oturmuş bir sigara sönmeden bir sigara yakarak düşünüyordu. Bu işten nasıl çıkacaktı? Adı sanayide hırsız diye duyuldu mu imkânı yok bir daha iş alsın. Telefonu çaldı, arayan karısıydı. “Bekleme,” dedi, kapattı. İşçilerin durumu ise iyi değildi. Suçsuz yere dayak yemişlerdi! Hiç kimse hak etmediği bir şeyden ötürü zarar görmemeliydi. Telefonu bir kez daha çaldı. Arayan Orhan Usta’ydı: “Alo?”
“Alo? Ne yaptın Murat?”
“Ne yapayım ağbi. Dükkândayım hâlâ. Bu çocukların bir şey yaptığı falan yok.”
“Ne yapacaksın ya?”
“Bilmiyorum ki. Biraz kafamı toplayayım hastaneye bırakacağım. Sen ne yapıyorsun? Yolda mısın hâlâ?”
“Oraya geliyorum. Evden merhem falan aldım. Çocuklara süreriz. Sıkma bakalım canını. Her şey düzelir.”
“İnşallah ağbi. Gelmene gerek yoktu. Sen bilirsin yine de.”
“Geliyorum. Yoldayım. Gelince konuşuruz hadi.”
“Tamam, ağbi.”
Telefonunun şarj azaldığında öten sesini duyunca şarja koydu. Sigarasını da söndürdü. Pakette sigara kalmamıştı: “Allah kahretsin.”
Murat Usta’nın aklı bir otoban gibiydi. Fikirler trafik oluşturuyordu. Şimdi de zihnini meşgul eden şey elemanların ailelerine ne diyeceği idi. Hiçbir aile çalışması için gönderdiği bir yerden evladını kanlar ve morluklar içinde almak istemezdi. Bu işin devamında aileler ile mahkemelik olmak vardı. Bu fikir yeni bir fikri doğurdu: Sanayide iş yapmayan usta çoktu. Rakipleri de vardı. Rakiplerinden veyahut işsiz kalan ustalardan birinin böyle bir şeyi planlayıp kendisinin yükselen kariyerini bitirmek istemiş olacağını düşündü. Canı bir sigara daha yakmak istedi ama yoktu: “Allah kahretsin.”
Telefonunun kabloyla olan ilişkisini kesti. Telefon sadece yüzde iki şarj dolmuştu. Kablodan çıkarınca ötmedi. Demek ki sınırda. Her an ötebilir. Öttü. Bu telefon kendi kendine mi şarj harcıyordu? Hiçbir şey yapmadan? Bu, Murat Usta’ya hiçbir şey yapmadan vakit öldüren insanı hatırlattı. İnsanın da günün içinde bir şey yapmadığı oluyordu. Kaybı zamandı. Bu olayla şarj olayını benzetip kendine çevirdi meseleyi. Meslek liselerinin birinde müdür olan adam iki gün zaman vermişti. Zaman ilerliyordu. Murat Usta bir şey yapamıyordu veya elinden yapacak bir şey gelmiyordu. Bürosundan çıktı. Merdivenlerden indi. Elemanlarını aradı karanlık dükkânın içinde. Gözleri eskisi kadar iyi seçemiyordu. Çünkü yaşlanıyordu. Bu görememe olayında dükkânın karanlık olmasının da bir payı vardı. Kapıya doğru yürüdü, lambayı yaktı. Şimdi çocukları bulup özür mahiyetinde bir konuşma yapacaktı. Yemek yenen bölüme doğru yürüdü. Önüne topallayarak da olsa İsa ve Ahmet çıktı. Ellerinde odun vardı. Murat Usta böyle bir şeyi aklından geçirmiyordu. Üstüne doğru yürüyen iki çocuğa karşı savunmasız kalması aklına en iyi savunmanın yavaş yavaş çekilmek olduğu fikrini getirdi. İsa ve Ahmet kovalıyor Murat Usta kaçıyordu.
“İsa, Ahmet ne yapıyorsunuz lan siz! Sizi pişman ederim bunun için,” diye tehdit etti.
Ama elemanların korkacağı yoktu. Murat Usta arka arka giderken arkasından kendine yaklaşan ayakkabı seslerini duydu. Arkasını döndüğünde Alper ve Ramazan’ın da kendisine doğru yürüdüğünü gördü. Kendisini sıkıştırmışlardı. Kaçacak bir yer yoktu. Peki, neredeydi diğer çırak? Adı Yiğit’ti. Ölmüş müydü yoksa? “Allah’ım bittim ben,” diye geçirdi içinden. Murat Usta, “Yiğit nerede?” diye sordu. Cevap alamayınca tekrar sordu, yine cevap alamadı. Ölmüştü çocuk. Onun öcünü alıyorlardı. Henüz on beş yaşında, yolun başında, bir çocuğun öcü. Kendileri için bir şey yapıyorlarsa namerttiler. Ama o… Murat Usta yineledi: “Yiğit nerede?”
Murat Usta, kendisini bekleyen dayaktan kurtulamadı. Odunlar dört yerden Murat Usta’ya sallandı. Adam kafasını koruyarak yere yattı ve elemanlar ha bire vurdular. Adam kapandı. Odunlar yer beğenmeyip adamın her yerine değiyordu.
Alper:
“Sana, biz çalmadık, dedik. İnanmadın bize. Kendin dövdün, bir de bizi bize dövdürdün amına gömdüğüm.”
Diğerleri Alper’in sözüne istinaden daha çok vurmaya başladı. Murat Usta’dan gelen “Ah”, “Of”, “Aman”, “Anam” sesleri artık duyulmuyordu.
İsa diğerlerini durdurdu. Öfke hat safhadaydı -Durdurma işleminin ne kadar uzun zaman aldığını tahmin edebilirsiniz-. İsa eğildi ve nabzını kontrol etti. İzlediği polisiye dizilerden öğrendiği bu hareketi hiç anlamamasına rağmen yine bu dizilerden duyduğu bir cümle ile sonuçlandırdı: “Nabzı yavaş atıyor.”
“Yiğit!” diye bağırdı Ahmet.
Yiğit işlenmeyi bekleyen odunların arasından ağır ağır çıkıp geldi.
“Bu korku ona yeter. Ustamızdır. Döver de, sever de,” dedi, büyük bir olgunluk ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde grup lideri tavrıyla. Sahiden de bu işi Yiğit örgütlemiş, diğerleri görevlerini yerine getirmişti.
“Saçmalama,” diye tersledi Alper.
İsa, yerdeki adamın ceplerini karıştırmaya başladı.
“Ne yapıyorsun?” Ses Alper’in.
“Anahtarları arıyorum. Nasıl çıkacağız?”
“Tamam, çabuk ol.”
***
“Sağda bırak beni.”
“Daha gelmedik ağbi.”
“Bankamatikten para çekeceğim.”
“Bu saatte buradan başka dolmuş geçmez. Bekleyeyim mi?”
“Yok, ben yürürüm. Sen git, bekleme.”
“Peki.”
Dolmuş sağa yanaştı. Migros’un karşısındaki büfenin önünde durdu. Orhan Usta indi.
Saatini kontrol etti ve kendini ikna etmeye çalıştı. Vicdanını rahatlatmak adına ilk adımı attı. Solundan gelen aracın kornasıyla irkildi. Geri adım atıp kaldırıma çıktı. Vicdanı rahatlatmak için izin mi almak gerekiyordu? Kimden? Açlığın pençesindeki ülkelerden, ailesini geçindirebilmek için asgari ücrete baş eğen babalardan, maden işçilerinden, sigortasız çalıştırılanlardan ya da ezilen halklardan… İzin mi almak gerekiyordu? Kimden?
Orhan Usta soluna baktı ve yolun yarısına sağ salim ulaştı. Sağına baktı. Karşı kaldırıma geldiğinde içindeki Şeytan Orhan kendini gösterdi. Onun aklını çelmek için bir sürü yol deniyordu ama Orhan Usta kararlı; geri dönmedi, ilerleri, ilerledi, ilerledi…
“Kim o?”
“Ben Orhan…”
“…”
“…”
Dış kapı açıldı. Asansöre binip dördüncü kata çıktı. Asansörün sağındaki koridordan ilerledi ve merdiven ağzındaki kapısı açık dairenin önünde durdu.
“Selamünaleyküm, hocam,” dedi. Karşısındaki adam meslek liselerinden birinde müdürdü. Az bir zaman önce de evindeki kapıları yaptırmıştı. Bugün akşamüstü dükkâna gelip hırsızlık yapıldığını söylemiş, zaman tanımıştı.
“Aleykümselam, Orhan Usta. Hayırdır? Murat Usta’nın gelecek yüzü yok mu?”
“Murat’ın buraya geldiğimden haberi yok.”
“Neden?”
“Sizin evde hırsızlık olayı doğru. Bizim tarafımızdan yapıldığı da doğru,” diye durumu açıkladı. Arka cebinden siyah poşeti çıkarttı. Adama uzattı. Adam poşeti açtı. “Bizim ufak çırak. Yiğit adı. Yatak odasının kapısını takarken görmüş kutuyu. Eşek oğlu eşek! Şeytana uymuş. Girip almış.”
“Şikâyetçi olacağım.”
“İyi çocuktur aslında. Ailevi sorunları var. O yüzden affınıza sığınıyorum. Murat çocukları öldüresiye dövdü. Hâlâ dükkândalar. Ben erken çıktım. Yaşını başını almış adamım. Hırsızlık yapacak değilim ya. İşte çıkarken cebime bir notla sıkıştırdı. Ses çıkarmadım ben de.”
“Orhan Usta, evdeki huzur bozuldu. Sen de takdir edersin ki bir suç işlemiş. Çeksin cezasını.”
“Daha on beş yaşında be hocam. Affedin. Karartmayın hayatını. Zaten Murat Usta çok dövdü. Vallahi çok dövdü. Aklı başına gelmiştir.”
Meslek liselerinden birinin müdürü olan adam düşündü. Sonra en iyi kararın bu olduğuna kanaat getirerek, “Peki, öyle olsun. Affediyorum,” dedi.
“Yaşa be hocam. Ufak bir istirhamım daha olabilir mi?”
“Buyurun.”
“Murat’ı arayıp sorunun çözüldüğünü, kıymetli eşyaların bulunduğunu, nereden çıktığını sorar ise de, akrabaya götürdük orada unutmuşuz der misiniz?”
“Peki, Orhan Usta. Yine kötü biz olacağız. Bir gencin istikbali. Suçlu bir çocuğun istikbali için hem de.
“Teşekkür ederim.”
“Başka bir şey var mı?”
“Aslında, neden bunları evde, görülebilir bir yerde bıraktığınızı da sormak geçiyor içimden, ama bu kadarı da fazla olur.”
“Bundan sonra yanımıza alırız,” dedi müdür. “İyi geceler.”
Orhan Usta caddeye çıktığında büyük bir iş başarmışçasına gururluydu.
Saatine baktı, dolmuş şoförü haklıydı. Başka dolmuş geçmezdi buradan. Mecburdu eve kadar yürümeye. Murat Usta’ya da geleceğini söylemişti oysaki. Mamafih yanında merhem olduğunu da söylemişti. “‘Merhemi dolmuşta düşürmüşüm,’ derim,” diye geçirdi içinden. Yönünü çevirdi, sanayiye yürümeye başladı.
***
Telefonu son beş dakikada dördüncü kez çalmıştı. Kendisinin suçsuz olduğu ortadaydı. Murat Usta bile şüphe etmemişti kendisinden. İsa ve Alper kalkınca o da izin isteyecekti. Bir çağrı daha…
Orhan Usta ayağa kalktı. Murat Usta’ya yaklaşacağı sırada küçük çırak Yiğit yanında bitti. Yediği dayağa rağmen dimdik durabiliyordu. Üzerindeki kışlık, uzun kollu iş kıyafetinden kollarının kanadığı belli oluyordu. Orhan Usta’nın arka cebine bir poşet koydu ve “Bir şey söyleme” anlamında kaşıyla bir hareket yaptı. Orhan Usta ses çıkarmadı.
İki usta kapıya doğru yürüyünce çocuğun kalbi güm güm attı. Ustası gelip daha fazla dövecekti, belki de öldürecekti. Ama Murat Usta gelip kaldığı yerden devam edince içi rahatladı.
Orhan Usta, dükkândan uzaklaşıp tenha bir yerde açtı poşeti: sözü edilen eşyalardı muhtemelen. “Ulan Yiğit ne yaptın sen?” diye geçirdi içinden. Bir de not vardı. “Bunu ne ara yazdın? Neden yanında taşıdın peki?” dedi.
Orhan Usta poşeti tekrar büzdü ve cebine koydu. Geçen ilk dolmuşa bindi.
Orhan Usta dolmuşta uzun uzun düşündü. Karısı çaldırıp duruyor, olaya odaklanmasına engel oluyordu. Bu yüzden adamakıllı bir karar veremiyordu.
Paraya da ihtiyacı vardı. Parayı almalı mıydı? Bu işin kokusu çıkarsa rezil olurdu herkese. En iyisi eve gidip üst baş değiştirip iade etmekti poşeti.
***
Bir ip gibi dümdüz, arka arkaya karayolunun kenarında yürüyorlardı. En önde giden Alper, “Yiğit’in gazına gelip saldırdık, ama usta ölmemiştir inşallah,” diye düşünüyordu. Arkasındaki Ahmet, “Kolumun belâsını sikti şerefsiz, ama iyi vurdum,” diyordu içinden, içten bir gülümsemeyle. Üçüncü sırada İsa vardı, “İnşallah ölmemiştir, yoksa peder adam öldürdüm diye değil, işten çıktım diye kalayı basacak!” diye iç geçiriyordu. Onun arkasından topallaya topallaya Ramazan geliyordu, “Bacak kadar çocuğun aklına uyduk, başımıza sıkıntı aldık,” diye sızlanıyordu. En arkada ise Yiğit vardı, “Poşeti de başka yere saklamadık da, anamın demişliği iş yaptık! Poşet başka yerde olsaydı ne bilinirdi benim çaldığım! Orhan ne yaptı acaba? Üzerine yatmamıştır inşallah. Keşke çalmasaydım. Öyle de böyle de, el elde baş başta kaldık,” diye pişmanlık yaşıyordu.
***
Orhan Usta, yaşının da getirmiş olduğu dermansızlıkla dükkânın kapısını zar zor açtı. Lambayı yaktı. “Murat!” diye bağırdı. Cevap gelmeyince ortaya doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Yerde yatan Murat Usta’yı görünce hayretle bağırdı: “Murat!” Yanına koştu. Başına eğildi ve nabzını kontrol etti. Ellerini çekti ve kıçının üstüne oturdu. Hiçbir tepki vermeden oturdu. Bir saat öyle kaldı.
Mart 2017