Hüseyin ağzındaki lokmayı çiğnemeden bütünüyle yuttu. “Şimdi bu duruma sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum Başkomiserim. Karantina başladığından beri şehirdeki suç oranında ciddi bir düşüş var. Bizim şubeyi de halka hizmete yönlendireceklermiş diye duydum,” dedi sorgulayan gözlerle Zafer’e bakarak.
“Bir kısım memuru Katar’dan gelenlerin kaldığı yurtta görevlendirmişlerdi zaten. Bizim de ne olacağımız yakında belli olur Hüseyin. Gerçi iki gün sonra evde kalanların cinnet getirip birbirini boğazlamayacağından da emin olamayız.”
“Haklısın abi. Dört yaşındaki çocuğunu okuyamıyor diye boğazını sıkarak öldüren kadının haberini okudum geçenlerde. İnsan bu ne yapacağı belli olmuyor.”
Aynı haberi Zafer de duymuştu. Kadının kocası Suriye’de görevli bir askerdi. Zafer adamın ne hale gelmiş olabileceğini düşününce neredeyse ağlayacak gibi olmuştu. Tüm dünyayı saran illet yüzünden insanlığın geldiği durum yıllar içinde onlarca cinayet olayıyla uğraşmış bu deneyimli Başkomiser’i bile duygusal açıdan sarsmıştı. Sağlık çalışanlarından sonra en öne atılan ikinci meslek grubu da emniyet güçleriydi ve Zafer daha yolun başında olduklarını biliyordu. Çok daha zorlu günlerin geleceğinden emindi.
Sema ile apar topar evlenmekle hata edip etmediğini düşünüyordu birkaç gündür. Bir masa başında, iki şahit önünde imza atarak dünya evine girmişler, basit de olsa yapacakları törenden vazgeçmişlerdi. Henüz salgın hastalık yayılmamışken yapılan bu merasim için bile insanları bir araya getirmenin tehlikeli olduğunu düşünmüşlerdi. Böyle anlayışlı ve zeki bir kadınla on kere olsa on kere daha evlenirdi ama ölümün bu kadar kapıda olduğu bir zamanda, bu kadar sokakta, bu kadar insanlarla iç içe bir mesleği varken onu da tehlikeye atmış olmaktan dolayı pişmandı sadece. Sema, sanki Zafer’in aklından geçen düşünceleri okumuş gibi gelip Zafer’in omuzlarını ovalamaya başlamıştı.
“Haydi, bir iki lokma yiyin de aklım sizde kalmasın. Kim bilir eve ne zaman dönersiniz? Bağışıklık sisteminizi güçlü tutmalıyız. Hüseyin, sen de o portakal suyunu bitir bakayım.”
Hüseyin, kendisine evin küçük çocuğu gibi davranan Sema’ya itaat ederek portakal suyunu tepesine dikti. Bir süredir bekârlık ona eskisi kadar sultanlık gibi gelmiyordu ki, Hüseyin bu durumun idolü olarak gösterdiği müzmin bekâr Başkomiser’inin evlenmesinden kaynaklı olduğunu biliyordu.
“Sağ ol abla. Vallahi ben kahvaltı etmiştim. Sadece Zafer Başkomiser’imi almaya gelmiştim,” dedi önündeki tabağın üzerine çatal ve bıçağını bırakırken.
Sema, karantina yüzünden dükkânını kapatmak zorunda kalmıştı ve sürekli çalışmaya alışkın bir kadın olarak bu durumu bir dinlenme fırsatı olarak görmesi gerekirken oturamıyor, durmadan hamur işiyle uğraşıyordu. Çeşit çeşit ekmekler yaparak, bu ekmekleri Asayiş Şube çalışanlarının üzerinde test ediyordu. Sabaha karşı uyanıp hazırladığı zeytinli ekmekleri bir örtüyle çıkı haline getirip çıkmak üzere olan Zafer’in eline tutuşturdu. Dörde katlanmış bir kâğıt parçasını da çaktırmadan adamın sol cebine koydu.
Evin kapısı kapanıp merdivenlerden aşağıya inmeye başladıkları anda Hüseyin içinde tutmakta zorlandığı kahkahayı patlattı.
“Başkomiserim kusura bakmayın da elinizde ekmek bohçasını görünce kendimi tutamıyorum. Nerede benim eski amirim, nerede şimdiki uysal, evcimen Zafer Başkomiser.”
Zafer, Hüseyin’in ensesine kallavi bir şaplak patlatıp “Hatırlatayım sana nerede olduğunu zevzek,” dedi.
Yadigâr adını verdiği arabası bir süredir çalışmıyordu, bu sebeple emniyetin tahsis ettiği aracı kullanıyorlardı. Arabaya binip şubeye doğru yol alırlarken telsizden bir anons duydular. Bahsi geçen adrese çok yakın olduklarından Zafer, olay yerine intikal ediyor olduklarını bildirdi. Boş sokaklar, araç trafiğinden yoksun caddeler sayesinde beş dakika bile sürmeden olay mahalline ulaşmışlardı bile. Bir arabanın olay mahalli olduğunu etrafına toplanan kalabalıktan anladılar. Polis memurları ve mahalle bekçileri kalabalığı evlerine dönmeleri konusunda uyarıyorlardı. Çevre halkı balkonlara ve pencerelere doluşmuştu. Herkes evde kalmanın verdiği boşluğa renk katacak bir filme şahit olmuş gibi seyre dalmıştı. Maskelerini yüzlerine geçirip arabadan indiklerinde Zafer aracın kapısını oldukça sert çarptı. Olay mahallindeki arabaya eğilen bekçiyi ve polis memurlarını sert bir üslupla uyardı.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Olay Yeri İnceleme gelmeden her şeye dokundunuz mu yoksa? Nerede kaldı mevzuata uygunluk? İyice zıvanadan çıktı her şey!”
Kalabalık, Zafer’in bağırışıyla yetkili birinin geldiğini anlayarak biraz da olsa geriye çekildi ama tam olarak da dağılmadı. Hüseyin, “Destek isteyin arkadaşlar, maske bile takmamışlar şu hâle bak. Evlerine geçmeyenleri içeri alalım, seyredecek bir şey bulurlar içeride,” deyince kalabalık yavaş yavaş evlerine doğru geçmeye başladı.
Zafer, Hüseyin’in uzattığı eldivenleri eline geçirdi. Hiçbir şeyi yerinden oynatmamaya ve bir şeye dokunmamaya özen göstererek maktule yaklaştı. Maktul 20-25 yaşlarında oldukça güzel bir kadındı. 2014 model sarı renkli ve mini diye anılan bir aracın içinde, şoför koltuğunun tam arka hizasında oturur vaziyetteydi. Başı sola doğru düşmüştü. Zafer gözle yaptığı ilk inceleme sonucunda kadının başına aldığı darbe yüzünden ölmüş olabileceğini düşündü. Aracın temizliğine bakılırsa cinayetin işlendiği yer başka bir yerdi ve maktul ölümünden sonra araca konulmuştu. Olay Yeri İnceleme Ekibi geldiğinde, işlerini yapmaları için kenara çekildi. Hüseyin de şahitlik edebilecek birileri olup olmadığını araştırmak için çevre binaları dolaşıyordu. Zafer’in olay yerinde beklemesi için bir sebep yoktu. Şubeye dönüp raporları bekleyebilirdi ama bir önsezi onu orada tutuyordu. Baharla uyanmaya başlamış olan söğüt ağacına yaslanmış etrafı izleyen Zafer, katillerin olay yerine döndükleri konusundaki istatistiklere inanırdı. O yüzden böyle sokakta bulunan maktullere denk geldiğinde mutlaka bu gözlemi yapardı. Çok geçmeden gözlemin neticesini de aldı: Cılız bir tutam saçı ensesinde turuncu renkli bir lastikle toplanmış, bir seksen boylarında, ellilerinin sonunda veya en fazla altmışlarının başında olduğu yüzündeki çizgilerden belli olan bir adam bir binanın girişinde merdiven korkuluklarına yaslanmış gözünü ayırmadan arı gibi çalışan beyaz tulumluları izliyordu. Bir yandan da parmaklarının kenarlarındaki etleri ısırarak koparırken üzerine geçirdiği şalvarın kemer görevi gören kuşağından sarkan püskülleri de farkında olmadan koparıp duruyordu. Tedirginliğin vücut bulmuş hali gibiydi. Zafer adama doğru yürümeye başladı. Hızlı hareket edip onu korkutmak, korkutup da elinden kaçırmak istemiyordu. İyice yaklaştığında adam onu fark etti ve binaya doğru döndü.
Zafer, “Hey, buraya bak! Şalvarlı sana diyorum, dur!” diye bağırdı. Adam durmayınca da peşinden koşmak zorunda kaldı. Günlerdir Sema’nın zorla yedirdiği hamur işleri sanki ayaklarına dolanıp hızını kesiyordu. Adama yetiştiğinde nefes nefese kaldığından kendi kendine boğazını tutma sözü verdi. Adamı kolundan yakalayarak durdurdu ve eldivenle de olsa dokunmak zorunda bırakılışına sinirlendi.
“Niye durmuyorsun be adam?”
“Duymadım, Memur Bey.”
“Başkomiser… Bize söylemek istediğin bir şeyler olduğuna eminim.”
Adam kem küm ederken Zafer, ikna olmadığını belirtmek için durmadan başını sallıyordu. Adamın tavırları büsbütün şüpheli bir hâl almıştı.
“Maktulü nereden tanıdığını söyleyecek misin artık? Yoksa bu masallara şubede mi devam edelim? Zafer adamın kolunu sıkarak geriye döndü, gözüne ilk çarpan kendi ekibinden Selim oldu. “Selim bak buraya arkadaşı alalım bir,” demesiyle adam yalvarmaya başladı.
“Yemin ederim ben bir şey yapmadım Başkomiserim. Şermin öğrencilerimden biriydi sadece. Vallahi ben bir şey yapmadım.”
“Arabada yatanın adı Şermin yani?”
“Evet. Şermin. Arabada onun arabası zaten, nerede görsem tanırım bu arabayı. Sabah ekmek almaya çıktığımda fark ettim. Sonra eve dönüp ihbarı yaptım.”
“Onu sen buldun yani? Bu binada mı oturuyorsun?”
Adam evet anlamında başını salladı. Tedirginlikle etrafa bakıp duruyordu. Gerçekten korkuyordu. Zafer bu meslekte bunca yıllık deneyime sahip bir polis olmasaydı bile bu korkunun gerçek olduğunu anlayabilirdi.
“Bu Şermin’in soyadı yok mu?”
“Sağır… Şermin Sağır.”
“Senin adın ne? Ne öğretmenisin?”
“Erşat benim adım. Öğretmen değilim, ressamım ben. Resim kursları veririm.” Adam kurduğu her cümlede etrafı kontrol ediyordu. Zafer adamın uzun yıllardan beri bu mahallede oturduğundan ve etraftakilerin hakkında yapacakları dedikoduları düşündüğünden emindi.
“Haydi bakalım Erşat Efendi. Evinde konuşalım da bize Şermin kimdir necidir anlat bakalım.”
Adam anlık bir tereddüt yaşadı. Polisleri eve almak istemiyor gibiydi. Zafer eliyle bina girişine doğru buyurun der gibi bir işaret yapınca, “Eşim evde, nöbetten geldi; uyuyor şimdi, korkmasın. Atölyem yan binanın giriş katında, beklerseniz anahtarı alayım orada konuşalım,” dedi. Zafer, Selim’e başıyla bir işaret çakınca Selim de adamın peşinden binaya girdi. Zafer, yeniden arabaya doğru yürüdü. Olay Yeri İncelemedeki dostu Ali gelmiş, bulguları yerinde inceliyordu.
“Dostum merhaba!”
“Ne dostu, Allah aşkına… Evleniyorsun da haber bile vermiyorsun.”
“İki imza attık sadece. Darılacak bir şey yok yani. Şu durumda ne düğün ne nikâh merasimi… Evleniyoruz diye sevdiklerimizi tehlikeye atacak değildik. Her şey bitsin, şu illetten bir kurtulalım büyük bir yemek vereceğiz. O zaman geldiğinde başköşe senindir.”
Normal zamanda olsa bir sigara yakacak olan Ali, maskesini düzeltti. Eyvallah, der gibi başını eğdi sadece.
“Araç temiz. Hatta sürücü mahalli özellikle tertemiz edilmiş diyebilirim. Araçta ruhsat bulamadık. Etraftaki çöplere bakıyor şimdi bizimkiler. Belki onlardan bir şey çıkar. Plakayı sorgulatacaklar. Maktulün kimliğine dair bir bulgu yok şimdilik.”
“O iş tamam. Şermin Sağır’mış adı. Detayları öğreneceğiz birazdan.”
“Başına öldürücü bir darbe almış. Katil sağ elini kullanıyor. Saçların arasında beyaz boya parçaları var. Ben de şimdilik çok detay veremem. Adli Tabip bakar, raporları yollarız.”
Zafer kendisine doğru yürüyen Erşat ve Selim’e doğru yöneldiğinde Ali de ekibine bağırıyordu.
“Halk neşelensin diye Erik Dalı oynamıyoruz burada, işinizi çabuk halledin. Arabayı çekecek olan çekici nerede kaldı?”
Erşat’ın atölye dediği yer sıradan bir yer değildi. Bir iç mimar tarafından dekore edildiği çok belliydi. Modaya uygun gri, sarı renklerle boyanmış olan duvarlarda ünlü tabloların replikaları ve sağ köşesinde süslü bir “Erşat” imzası taşıyan yağlı boya tablolar asılıydı. Üç oda bir salon bir evden bozma atölye için iki oda birleştirilmiş ve iki geniş atölye oluşturulmuştu. Atölyelerde şövaleler muntazaman yerleştirilmişti. Şövalelerin özel yapım olduğu da belliydi. İçeride baskın bir boya ve tiner kokusu vardı. Erşat, Zafer’i üçüncü oda olan kendi ofisine davet etti. Bu oda da çok modern bir zevkin izlerini taşıyordu ve oldukça sadeydi. Adam masasının ardına geçtiğinde daha sakin ve özgüvenli bir ruh haline bürünmüştü. Duvardaki kübik eseri inceleyen Zafer daha yerine oturmadan konuşmaya başladı.
“Ben bu işe komşu kızının artık boyalarını kullanarak otuz altı yıl önce başladım. Okulunu okumadım ama hayatımı resme adadım. İşimde oldukça iyiyimdir, tertemiz de bir sicilim vardır. Eşimle çocuk sahibi olamadık ama tablolarım benim çocuklarım gibidir. O baktığınızı otuz iki yaşımdayken yapmıştım. Eşimi ilk gördüğüm zamanı anlatır o tablo.”
Zafer resim sanatından az çok anlardı. Adamın yetenekli olduğu belliydi ama bu tabloda Picasso’nun Dora Maar ve Kedi adlı tablosundan esinlendiği de gerçekti. Zafer bunu konuşmanın zamanı olmadığını düşünerek Erşat’ın karşısına oturdu.
“Şermin Sağır’a gelelim. Hakkında ne söyleyebilirsiniz?” Yeniden siz hitabı kullandığına göre tablolar onda saygı uyandırmıştı demek ki.
“Şermin yalnız yaşayan bir kadındı, bunu biliyorum. Evi nerede derseniz orasını bilmiyorum ama buraya kayıt olurken adres bırakmıştır, dosyalarda vardır adresi. Beş aydır kursa devam ediyordu. Çok yetenekliydi. Zaten mimardı kendisi; çizim konusunda temeli vardı yani.”
“Ailesi de mi yoktu?”
“Bakın hakkında çok fazla detay bilmiyorum. Beni ilgilendirmiyor ama laf arasında ailesinin Anadolu’da bir köyde olduğundan, yokluklar içinde okuduğundan bahsetmişti. Bu sebeple fakir öğrencilere burs da sağlıyormuş. Siz de düşünür müsünüz, diye sormuştu. İyi bir insandı ve…”
Adamın bakışları masasının üzerinde duran kalemlikte takılı kaldı. Gözlerinde kümelenmeye başlayan yaşlardan bir damla sağ gözünden tam yanağına doğru inerken adam kendini bir anda toparladı.
“Dediğim gibi hakkında çok şey bilmiyorum. Kursa başlamasına vesile olan Vildan’ın numarasını verebilirim. Vildan yıllardır gelir gider buraya, tüm öğrencilerimi tanır. Onunla görüşürsünüz. O daha çok şey anlatabilir.”
“Anladım. Adresini de yazıverin bana.”
Erşat dosya dolabını karıştırırken, Zafer ofisin hemen karşısındaki atölyeye girdi. Kapının sağ tarafında onlarca tablo duvara dayalı duruyordu. Kimisi tamamlanmış kimisi yarım haldeki tablolara bakarken duraksadı Zafer, işte bu ilginçti.
“Erşat Bey, neden burada maktulün poz verdiği tablolar var?”
Erşat sırtı dönük, yere çökmüş vaziyette dosya dolabının önünde kısa bir an cevap vermeden durmaya devam etti. Zafer tam sorusunu yineleyecekti ki adamdan cevap geldi.
“Çünkü bazen öğrencilerimiz birbirlerine modellik yaparlar.”
“Ama buradakilerin neredeyse tamamı Şermin… Hem üzerindeki kıyafetlere bakarsak farklı günlerde verilmiş pozlar. Sanırım Şermin başmodelinizdi.”
Erşat gerilmişti. Zafer onun gerginliğinin havada bıraktığı elektriklenmeyi hissedebiliyordu. Adamın anlatmadığı bir şeyler vardı.
“Bugünlerde öyleydi diyebilirim ama bunu kendisi istiyordu. Poz vermek hoşuna gitmişti ve bu işte başarılı olduğu için ben de kabul etmiştim. Kımıldamadan o kadar uzun süre durabilmek… Ne bileyim zor iştir işte.”
Erşat kapıya doğru yürümeden önce, “Adres ve telefon; şimdi izniniz olursa eve dönüp kahvaltı hazırlayacağım,” diyerek elindeki not kâğıdını Zafer’e uzattı. Zafer tam kapıdan çıkmak üzereyken durdu, elini kapanmak üzere olan kapıya yasladı.
“Şermin’in öldürüldükten sonra buraya bırakılmış olması sizce de tuhaf değil mi?” diye sordu. Bu bir şekilde, “Anlattıklarını çok da yeterli bulmadım,” deme şekliydi.
Binadan çıktığında Selim’i kısa boylu bir adamla konuşurken gördü. Selim’in yüzündeki ifadeden bir şey yakaladığı belliydi. Diğer taraftan Hüseyin de hızlı adımlarla ve sırıtarak geliyordu. Olay Yeri İnceleme ekibi maktulü çoktan araçtan çıkartmış ve arabayı incelemeye götürmek üzere paketliyordu.
Zafer’e aynı anda ulaşan Selim ve Hüseyin yine aynı anda, “Bir şey buldum,” dediler. Selim saygıyla önceliği Hüseyin Komiser’e bıraktı. Hüseyin’in maskesinin ardından gelen sesi boğuktu ama anlaşılırdı en azından.
“Dün gece geç saatte şu konuştuğunuz adam var ya, ressam olan, onun eşini görmüş birileri. Normalde önemsemezlermiş, çünkü kadın hemşireymiş, böyle geç saatte ya da sabaha karşı döndüğü çok olurmuş. İlginç olan, kadının kocaman bir çöp torbasını konteynıra atıp sonra geri almasıymış.”
Zafer kaşlarını havaya kaldırdı. “Bak bu ilginç gerçekten. Sende ne var Selim?”
“Başkomiserim bundan üç yıl önce adamın başka bir öğrencisi daha ölmüş. O da kadın ve o da yirmili yaşlarındaymış. Adı da Nesrin Kesin’miş.”
“Bu iş biraz dallı budaklı gibi sanki… Hüseyin, sen burada kal. Şu ressamla bir de sen konuş. Eşini de uyandır bakalım, o ne diyecek? Biz de maktulün ev adresine bir ulaşalım. Orada ne var ne yok, anlayalım. Şubede buluşuruz yeniden.”
***
Zafer, maktulün ev adresine ulaştığında adresin çok da uzakta olmadığına sevindi. Kadının araba zevkine baktığında adresin bir rezidansa ait olmasını beklemişti ama kadının evi mütevazı bir semtteydi. Kapıyı çilingire açtırdıklarında dışarı fırlayan kedinin patilerinde kan lekelerini görmek bile asıl cinayet mahallini bulduklarını anlamalarına yetmişti. Eve girmeden ekiplere haber verdiler. Selim kedinin peşinden epey koşturmak zorunda kaldı. Ama cinayetin şahidinin kaçmasına izin veremezlerdi. Cinayet evin salonunda işlenmişti. Kırılmış bir cam sehpa, devrilmiş bir sandalye ilk bakışta boğuşmaya dair izleri işaret ediyordu. Cinayet aleti de oradaydı. Beyaz renkte, 55 cm uzunluğunda bir kadın heykelinin kaide kısmı kana bulanmış bir haldeydi. Araba tamamen temizlenmişti ama ev olduğu gibi bırakılmıştı. Bu Zafer’in aklına yatmıyordu. Olay Yeri İnceleme’den Ece, çalışmasını tamamladığında pek de umutlu konuşmamıştı.
Akşamüzeri, Zafer odasında başka davaların dosyalarına gömülmüş bir haldeyken Hüseyin geldi. Elindeki karton bardaklardan birini Zafer’in masasına bıraktı. Kahvenin kokusu odayı doldurdu. Zafer, bardağın üzerindeki amblemden ona gülümseyen Siren’e baktı. Yunan mitolojisinde yer alan ve denizcileri güzellikleriyle kandırıp öldüren bir canavara ait olan bu simgenin neden amblemde kullanıldığına bir kere daha anlam veremedi.
“Nereden buldun oğlum bunu? Her yer kapalı değil mi?”
“Kapalı da AVM’nin önünden geçerken baktım birileri dolaşıyor içeride, kontrole gitmiş gibi girdim içeriye. Yazık, beni görünce çok paniklediler. Abi herkes bu kahvenin bağımlısı olmuş ya, kahve almaya gelmiş müdürle bir çalışanı. Biz de bu fırsattan sebeplendik işte.”
“Ne çok şeye alışmışız değil mi Hüseyin? Bir bilgisayar oyununun içindeymişiz gibi hissediyorum çoğu zaman. Hele şu siyah maskeler yok mu? İnsanların yüzlerinde… İstilaya uğramışız gibi. Film gibi.”
Zafer kendi maskesini odaya girer girmez fırlatıp atmış; ellerini, boynunu, yüzünü dezenfektana bulamıştı. Hüseyin’e, “Ellerini yıkadın mı?” diye sordu. Hüseyin başını iki yana sallayınca da “Pissin oğlum sen,” dedi ama bunu, onun getirdiği kahveden içerken söylediğini düşünmedi bile.
“Abi,” dedi Hüseyin. Etrafta kimse yokken Zafer’e abi diye hitap ediyordu artık. “Kadınla konuştum. Üzüldüm de haline. Kadın hemşireymiş. Dün de nöbeti varmış yine. ‘Her yer hasta kaynıyor, ölümüne çalışıyoruz’ diyor. Gece nöbetten dönmüş. Hastaneden çıkacağı vakitte bir hasta ile karşılaşmış. Adam bunun üzerine doğru öksürünce de huylanmış. Eve hastalık taşımaktan korkmuş. Kıyafetlerini hastanedeki yedekleriyle değişmiş. Üzerinden çıkanları da poşete koymuş. Eve girecekken kıyafetleri tamamen atmayı düşünmüş, atmış da. Sonra aklına çöp toplayanlar gelmiş. Geri almış kıyafetleri ve yakmış küvette.”
“Eşi ne diyor buna? Onaylıyor mu?”
“O uyuduğunu söylüyor. Duymamış hiçbir şey. Sabah uyandığında karısı salonda yatıyormuş. Ona kahvaltı hazırlamaya karar vermiş, bakmış ekmek yok, ekmek almaya diye çıkmış. Gece olanlardan haberi olmamış.”
“Peki, Nesrin Kesin hakkında bir şey demediler mi?”
“Kalp krizi geçirmiş Nesrin. Atölyede de olmamış zaten olay. Kadın kendi evinde ölü bulunmuş. ‘Üzüldük ama bizimle bir ilgisi yok.’ dedi o kılkuyruk. Abi benim gözüm o Erşat’ı tutmadı. Sanki karısından bir şey saklıyor gibiydi. Kadınla göz göze gelmekten kaçınıyor gibi.”
“Var oğlum bir bit yeniği, farkındayım ben de. Selim de gelmek üzereymiş, onun bulduklarını da bir dinleyelim, eve geçelim artık. Raporlar gelene kadar yapılacak pek bir şey yok gibi.”
Selim, Şermin Sağır’ın çalıştığı mimarlık ofisine gitmişti ama ülkenin yarısında olduğu gibi iş yerinin kapıları kilitliydi. Ofis çalışanlarından bir ikisi ile görüntülü görüşmeyi başarmıştı. Hepsi Şermin’in çok uyumlu bir insan olduğunu söylüyordu. Çok başarılı ve hayat dolu bir insan olduğundan bahsediyorlardı. Sağlığına düşkün, düzenli spor yapan, sanatla ilgilenen biri… Burs işini de araştırmış, Erşat’ın dediği gibi okuttuğu üniversite öğrencileri olduğunu öğrenmişti.
“Başkomiserim, okuttuğu çocuklardan birine telefonla ulaştım. Yazık, çocuk olayı duyunca ağlamaktan konuşamadı. Melek gibi biri olduğunu söyledi durdu. İş arkadaşları da öldürülmesine anlam veremiyorlar. Yalnız Vildan’a telefonundan ulaşamadım, evine gittim. Memleketinde olduğunu öğrendim ev arkadaşından. Giriş çıkışlar kapalı olduğundan şehre dönememiş. İsterseniz izin çıkartalım, dönsün. Oranın emniyeti ile iletişime geçerseniz…”
“Tamam oğlum, işimi bana öğretme istersen!”
“Özür dilerim Başkomiserim.”
***
Üç gün sonra Zafer odasında Vildan’ı bekliyordu. Oda kapısı açıldığında içeriye esmer kadından önce yoğun parfüm kokusu girdi. Zafer başını masadaki evraklardan kaldırıp da Vildan’ı gördüğünde çok şaşırdı. Kadın oldukça iriydi ama kilolu değildi. Sanki vücut çalışmış gibi kaslıydı ama vücut geliştiren kadınların çoğu gibi erkeksi görünmüyordu. Her şey tam dozundaydı. Karşısında duran kadın öyle duru bir güzelliğe sahipti ki yüzünün yarısını kaplayan maskeye rağmen bunu fark etmemek imkânsızdı. Tablolar için modelliği onun yapması gerekirdi aslında, diye düşündü Zafer. Hüseyin’in ışıldayan gözleri, onun da aynı fikirde olduğunu belli ediyordu. Zafer genç kadına oturması için karşısındaki koltuğu işaret etti. Kadın maskesinin ardından konuşmaya başladığında buğulu sesinden cazibe akıyordu.
“İzin aldığınız için çok teşekkür ederim. Başka türlü evime dönemezdim.”
“Ne zamandır burada yaşıyorsunuz?”
“Üniversiteyi burada okudum, bir daha da Niğde’ye dönmeyi düşünmedim. Evim burası artık.”
“Sanırım Şermin’in başına gelenleri duymuşsunuzdur.”
Genç kadın derin bir soluk aldı. Ağlamamak için kendini zorladığı, tırnaklarını avuç içlerine batıracak kadar yumruklarını sıkmasından belliydi.
“Duydum ve Mustafa’nın bir gün bunu yapacağından emindim. Şermin’e o psikopattan uzak durmasını söyledim ama beni dinlemedi. Gerçi beni hiç dinlemez ki, başka bir resim kursuna yazılırız dediğimde de umursamadı.”
“Vildan Hanım tane tane lütfen. Mustafa kim? Bu soruyla başlayalım önce.”
“Affedersiniz. Hepimiz aynı bölümden mezunuz. Mustafa, Şermin’in üniversite sıralarından eski sevgilisiydi. Şimdi çalıştığı mimarlık ofisinin patronunun da oğlu… Şermin’in orada işe başlamasını Mustafa ayarladı. Geçen yıl ayrıldılar. Daha doğrusu Şermin onu bıraktı ama işinden vazgeçmedi. Bir de Mustafa’nın babası Şermin’i çok sever, işten ayrılmasını o da istemedi. Mustafa ayrılık sonrası yurt dışına gitmişti ama yakınlarda yurda döndüğünü duyduk. Döndükten sonra da Şermin’i sürekli arayıp durdu, barışmak istiyordu. Takıntılı bir çocuktur Mustafa. Ömrünce ne istese elde etmiş, şımarık bir tip işte.”
Zafer, Vildan’ın bu son cümleyi tiksinti ile söylediğini ses tonundan çıkarmıştı, zira maske yüzünden kadının mimiklerini tam olarak göremiyordu.
“Şermin neden ayrıldı Mustafa’dan biliyor musunuz?”
“Ucuz bir kadınla birlikte olduğu için. Mustafa yalvardı yakardı, tek gecelik bir şey olduğunu söyledi ama Şermin affetmedi.”
“Resim kursundan ayrılmayı neden düşünmüştünüz?”
Bu soru üzerine kadının iki kaşı birden havaya kalktı. Alnında oluşan derin çizgiler yüzünden kadının cildinin erken çökeceğini düşündü Zafer. Ancak kadın maskesini çenesinin altına indirdiği anda ortaya çıkan dudakları görünce ve yarım yüz bütününe ulaştığında ne kadar çökerse çöksün bu güzelliğin bozulamayacağından emin oldu. Aynı zamanda bu yüzü daha önce nerede gördüğünü de hatırlayarak gülümsedi.
“O kart zampara yüzünden, neden olacak ki? Adam gelmiş altmışına hala ağzından salyalar akıta akıta yirmi yaşında kızlara bakıyor. Ben hiç sevmem böyle şeyleri.”
“Anlaşılan Şermin rahatsız değildi bu durumdan?”
Vildan’ın bakışları odada gezinmeye başladı. Elini dudaklarına götürmek üzereyken ateşe yaklaşmış gibi çekti birden ve maskesini yeniden yüzüne kaldırdı. Hastalık çekip gittiğinde bile herkes normale zor dönecekti.
“Lütfen… Söyleyeceğiniz her şey önemli bir ipucu olabilir. Rahat olun ve çekindiğiniz neyse söyleyin gitsin.”
“Ama şimdi ölenin arkasından… Ne bileyim günah, der büyüklerimiz.”
Zafer, Anadolu’nun temiz yürekli, katı kuralları olan doğal güzelliğine babacan bir ifadeyle gülümseyerek cesaret vermeye çalıştı. Ama bu, kadının kaşlarının yeniden havaya kalkmasına, burnundan soluk vermesine sebep oldu. Anlaşılan genç kadın güzelliği yüzünden çok tacize uğramış ve kendince bir savunma kalkanı geliştirmek zorunda kalmıştı.
“Bakın, ben sevmem öyle şeyleri dedim ama Şermin’in hoşuna gidiyordu bu ilgi. Hatta adama bile isteye cilve yapıyordu. Adamla oynuyordu resmen. Kaç kere uyardım onu, yapma dedim. Evli barklı adam, dedim. Karısından deli gibi korkuyor, dedim.”
“O ne dedi, peki?”
“’Dur daha, yarı çıplak remimi çizdirip Mustafa’ya yollayacağım, kudursun köpek,’ dedi. Affedersiniz.”
“Siz de Erşat’a poz vermiştiniz değil mi?”
Maskenin ardından bile kızaran yanakları belli oluyordu kadının.
“Atölyedeki tabloyu gördünüz değil mi? Kursa ilk başladığım zamanlardaydı o. El Greco tarzını kopyalamıştı. Mistik bir havası olduğu için karşı çıkmadım duvara asmasına.”
Sonrasında anlattıkları Şermin’in iş hayatı ve okuttuğu öğrencilerle ilgiliydi ve oradan bir şey çıkacak gibi görünmüyordu. Biraz da tablolar hakkında konuştuktan sonra bıraktıkları kadının ardından tüm konuşmayı sessizce takip eden Hüseyin, “Şermin hem melek hem de şeytanmış galiba, ama bu kız bir tanrıça,” dedi.
Erşat da öyle düşünüyor olmalıydı ki kızı bir tanrıça gibi resmetmişti.
“Bırak dedikoduyu da şu Mustafa’yı bulun, bakalım o ne diyecek?” dedi Zafer.
***
Ertesi gün Zafer bu kez de fesleğenli ve kuru domatesli bir ekmek bohçasını kucaklamış geldi Asayiş Büro’ya. Günlerdir yolunu gözleyen aç kalabalık yine etrafını sardı hemen.
“Başkomiserim yengemin ellerine sağlık. Bizi böyle beslemeye devam ederse yakında yerimizden kalkamaz olacağız,” dedi memurlardan biri. Zafer yorum yapmadan odasına geçti. Masasının üzerinde bir yığın evrak imza ve incelenmek için bekliyordu. Evrakların arasında fosforlu pembe, yapışkanlı bir kâğıda yazılmış bir not hemen dikkatini çekti.
“Kötü haber: Mustafa beş gündür yoğun bakımdaymış. Covid-19 pozitif. Katilimiz o olamaz.”
Erşat’la yeniden konuşmak gerekiyordu ama onu şubeye aldırmak konusunda kararsız kaldı Zafer. Normal şartlarda olsa apar topar evinden aldırır, sorgu odasına çeker, bir gözdağı verirdi. Adam katil değilse bile bir daha hiçbir genç kadına musallat olamayacak kadar korkutulurdu en azından. Ancak şartlar normal değildi. Cinayet Büro Amirliği bugünlerde eskiye nazaran sakin olsa da şubeye giren çıkan belli değildi. Herkes birbirine potansiyel hasta gözüyle bakıyordu. Yine de sosyal mesafeymiş, dokunmamakmış, pek de milletimizin uyabildiği kurallar değildi.
“Ne diyordu Hüseyin adama? Hah buldum. Gidip görelim bakalım şu kılkuyruğu.”
Aynadaki yansımasıyla konuşmasını kimsenin görmemiş olmasına sevindi bir an için. Tam oda kapısını açmıştı ki Ali ile burun buruna geldiler.
“Maillerinize bakmamışsınızdır diye geldim.”
Gerçekten de iki gündür elektronik postalarına hiç bakmamıştı. Alışamıyordu bu tip yeniliklere.
“Hoş geldin!” dedi Zafer, davet edilmediği halde içeri giren Ali’ye. İçten içe bu oğlana bir ayar vermenin vakti geldi diye düşünmekteydi.
“Biliyorsun bu ara işlerimiz yoğun değil. Raporları çabuk halledebildik. Zaten delil namına pek bir şey yok. Yalnız çok ilginç bir şey bulduk. Bu yaşta olmaması gereken bir şey, sonra bir de mini minnacık başka bir şey.”
“Oğlum niye pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun? Sadede gelsene!” Zafer’in sesi öyle sert çıkmıştı ki Ali, Başkomiser’in karşısında haddini aştığının mesajını alarak toparladı kendini.
“Şöyle ki ön otopsi sırasında Kenan Tabip kalpte bir anomali tespit etmiş. Tamam, öyle bakma tıbbi terimler yok, anlayacağın dilden anlatacağım. Kadın kalp krizi geçirmiş. Belki de ortada bir cinayet yoktu. Kadın evde kalp krizi geçirdi, dengesini kaybetti, sağa sola tutunmaya çalıştı, sonra da düşüp kafasını heykele çarptı. Kan kaybından öldü.”
“Sonra da ayaklanıp arabasına atladı. Gidip Erşat’ın evinin önünde hayata tamamen veda edeyim, dedi. Ha bu arada arabanın ön tarafını da çamaşır suyuyla sildi.”
“O kadarını hayal etmedim vallahi. Kalp krizi denilince kafam bir karıştı aslında. Kenan’ın da karışmış. Kadının tüm iç organları çok sağlıklı görünüyormuş. Kalp krizi geçirmesi için herhangi bir sebep yokken kalp damarlarındaki hasarları görünce bunun sebebini araştırmak istemiş. Vücudu yeniden incelediğinde ise minicik bir ize rastlamış: Enjeksiyon izi. Bütün bunları detaylarıyla sana mail atmış aslında. Toksikolojik bulgular da dosyada. Biz de bizim raporları attık.”
Zafer masasındaki evrak yığınlarına göz attığında tüm raporların masasında olduğunu gördü. Pembe not kâğıdına odaklandığı için raporlara dikkat etmemişti. Hüseyin içeri girmek için izin istedi. İki komiser kısa bir hasbihal ettikten sonra Zafer öğrendiklerini Hüseyin’e de aktardı.
“Yani diyorsunuz ki Şermin önce zehirlendi. Kalp krizi sırasında başını heykele çarptı ve sonra onu zehirleyen kişi tarafından taşındı. Haklısınız da bu işte bir aksilik yok mu?” diye sordu Hüseyin.
“Bence katil için büyük aksilik olmuş. Bir kere planı tutmamış. Verdiği zehir yeterli gelmemiş. Ya da maktulün genç ve sağlıklı kalbi geçirdiği krize dayanmış. Eğer kalp krizinden ölmüş olsaydı, kalp çalışmadığı için o kadar kanaması olmazdı. Odanın halini sen de gördün. Kan kaybından öldüğü kesin. Kafatasında ciddi bir de kırık var. İç kanama da ölümü hızlandırmış. Sonrasında katil maktulü taşımış. Güçlü kuvvetli bir adamı arıyor olmalıyız. Evde de arabada da katile dair hiçbir bulguya ulaşamamıştık, biliyorsun. Ne parmak izi, ne bir tükürük, ne doku örneği. Ancak katile dair tek ipucumuza nerede ulaştık inanamazsın.”
“Bir ipucumuz mu var yani?”
“Direkt DNA var elimizde. Selim’in yakaladığı ufaklığın tırnaklarına bulaşmış bir deri kalıntısı. Maktulün kedisi katilimizi tırmalamış olmalı. Analiz yapılıyor. Veri tabanını tarar bakarız, elimizde kaydı var mı diye. Yoksa şüphelilerinden örnekler almamız gerekecek.”
Hüseyin, avucunun içine diğer elini sertçe vurarak tüm dikkatleri üzerine toplayacak bir ses çıkardı.
“Tırnak izleri… Görmüştüm. Başkomiserim ben katilin kim olduğunu biliyorum.”
Asayiş Şubenin merdivenlerinden birer ikişer atlayarak inerlerken aceleyle yukarı çıkmakta olan Selim’le karşılaştılar.
“Komiserim Nesrin Kesin dosyasına bakmamı istemiştiniz. Sabah ilk iş ailesiyle görüştüm. Kızlarının…”
Hüseyin, Selim’in lafını yarıda keserek, “Yürü, arabada anlatırsın,” dedi.
Selim ne olduğunu anlamadan koşturan ikilinin peşine takıldı. Otoparktaki araçlardan birini alıp yola koyuldular. Zafer devam etmesini isteyince Selim öğrendiklerini seri bir şekilde aktarmaya başladı.
“Ailesi Nesrin’in son derece sağlıklı olduğundan bahsettiler. Kalp krizine çok şaşırmışlar ama polislerin de kendilerinin de şüphelendikleri başka bir şey olmamış. Hem kızın dedesi de genç yaşta kalp krizinden ölmüş olunca genetik olabilir denilmiş. Nesrin üniversite öğrencisiymiş. Aile Mudanya’da yaşıyormuş o zamanlar. Kızın tek başına yaşadığı evde de dikkat çeken bir şey yokmuş. Sadece kızları öldükten uzun bir zaman sonra bir arkadaşı ile karşılaştıklarında Nesrin’in arkadaşı tuhaf bir şey söylemiş.” Selim cümleyi doğru aktarabilmek için not aldığı deftere baktı. “Yolu yol değildi, böyle ölmesi sizler için daha hayırlı oldu aslında… Cümle bu Komiserim. Aile, kızın ne demek istediğini anlamak için kıza baskı yapmış ama kız, ‘Bunu bana değil de poz verdiği o ressama sorun,’ demiş. Başka da bir şey dememiş. Amirim bence düğüm ressamda çözülüyor.”
Selim’le dikiz aynasında göz göze gelen Zafer gülümsüyordu ama yüzündeki maske yüzünden Selim bunu fark edemedi. Nereye gittiklerini sorduğunda Hüseyin, “Katili tutuklamaya,” dedi ama Selim bu yolun onları Erşat’ın evine götürmeyeceğinin farkındaydı.
***
“Şu aşamada inkâr etmenin bir işe yaramayacağının farkındasınız, siz oldukça akıllı birisiniz. Bizi kandırmayı başardınız. Neden o kızları öldürdünüz?”
“Aşk yüzünden tabiî. Erşat’ın benden başkasına bakmasına, başkasının resmini tıpkı beni çizdiği gibi tutkuyla çizmesine dayanamıyordum.”
“Peki, neden Nesrin’i olduğu yerde bırakmışken Şermin’i atölyenin önüne kadar getirdiniz?”
“Şermin, Nesrin gibi hemen ölmedi. Kalp krizini atlatacaktı ve beni tanıdığı için de herkese onu öldürmeye çalışanın kim olduğunu söyleyecekti. Doğaçlama yapmak zorunda kaldım. Eğer o da Nesrin gibi sessizce ölüp gitseydi tüm bunlar olmazdı.”
“Niye taşıdınız, diye sordum.”
“Erşat’ı korkutmak için tabii. Ona bir gözdağı vermek istedim. Benim olduğunu unutmamasını istedim. Bir de… Saçma belki ama o arabayı sürmek istedim.”
Zafer kadının kaslı kollarından gözlerini ayırmadan, “Ölü bir bedeni taşımak diriyi taşımaktan zordur,” diye mırıldandı.
“Ben yıllarca yoğun bakımda çalışırken ne kadar çok insan eti taşıdım, bilemezsiniz. Aslında çok tedbirliydim, arabada bir ara bunalıp maskemi çıkardım diye arabayı çamaşır suyuyla bile sildim. DNA’ma nasıl ulaştığınızı bilmek istiyorum,” dedi kadın. Zafer ona kediden bahsettiğinde ise kahkaha attı.
“Pis mendebur. Jilet gibi tırnakları vardı. Koruyucu giysiyi bile kesip attı. Biliyor musunuz bu günlerde kimse koruyucu giysi ile dolaşanlardan şüphelenmiyor. Giysiyi ve enjeksiyonu da yaktıktan sonra geride hiçbir iz bırakmadığımdan o kadar emindim ki,” dedi hemşire ve öksürmeye başladı.
Zafer sorgu odasından neredeyse fırlayarak çıktı. Eğer Covid-19’dan ölmezse, kocasına olan aşkı yüzünden içeride uzun yıllar yatacak olan kadına camın ardından son kez baktı. Kadın boğuluyor gibiydi, kelepçe takılı ellerini boğazına götürmüştü.
Hiçbir yere dokunmamak için ellerini ceplerine soktu. Birkaç gündür sol cebinde bulunmayı bekleyen kâğıt parçasını o an fark etti. Özenle katlanmış kâğıt, biberli ekmek gibi kokuyordu. İçinde yazan cümleyi yüksek sesle okudu ve gülümsedi.
“Sağ salim evine dön. Çünkü evinde kalıp seni bekleyen biri var.”