Yıllar var bu kadar hızlı yürümek zorunda kalmamıştım. Dün sabah kahvaltıda yediğim yumurtalı ekmek, bir saat evvel polisin verdiği suyu saymazsak aç ve susuzdum. Bu yüzden olsa gerek; başım, rahmetli anneanneciğimin kirmanı gibi fırıl fırıl dönüyordu. Nefeslenmek için bir vitrinin önünde durdum. İçeriden bakanlar ömrünün son demlerinde, gönlünü hoş etsin diye elmas küpe yakut gerdanlık seçen yaşlı bir kadın göreceklerdi. Bense camdaki yansımama bakıp irkilmiştim. Saçlarım dağılmış, özenle ütülediğim ipek Bursa keteni takımım utanç verici bir şekilde kırışmıştı. Çorabım da kaçmıştı üstelik. Apartmana girerken komşularımın beni görmemesini umarak kısa adımlarla kaldırımın kenarına ulaştım.
“Taksi!”
Adresi verir vermez içim geçmiş. Şoförün uyarısıyla kendime geldim, “Üstü kalsın,” diyerek ücreti ödedim. Normalde taksiye binmem. Toplu taşıma araçları risklidir ama daha az dikkat çeker. Bahşiş vermekten de pek hoşlanmam. Parayı sokakta bulmuyorum.
Bahçe kapısında durup girişi gözledim. Kimsecikler yoktu. Asansöre binene kadar ortalık sakindi. Anahtarı çantamda ararken karşı dairemin kapısı aralandı. Yakalandım!
“Kız Letafet! Neredesin? Öldüm meraktan!” diye fısıldayarak yalınayak yanımda bitti. Zombi bu, üniversite öğrencisi komşum. Adı Belma, Zombi değil tabii. Tanışmadan önce yaptığı “gotik mi, batik mi” neyse, o makyajdan ötürü ben ona öyle diyorum. Torunum olsaydı onun yaşlarında olurdu. Torunum yok, çünkü hiç evlenmedim.
“Evladım, Letafet HanımTeyze diyeceksin demedim mi ben sana. O zibidi okul arkadaşlarından biri miyim ben senin?” diye söylenirken bir yandan da çıkardığım anahtarımla çok şükür ki kapımı açmayı başardım.
Beni açık kapıdan içeri iteklerken bir taraftan da soru yağmuruna devam etti. “Kız bu halin ne? Dayak mı yedin? Bir yerine bir şey oldu mu? Bakayım yüzüne! Ah Letafet ben sana demedim mi bu işlere bulaşma, başın belaya girecek diye.” Söylene söylene banyoya gitti, ıslattığı havluyla geri geldiğinde ben çoktan koltukta sızmışım.
Yatağımda uyandım. Deli kız beni soymuş, yatırmış. Baş ucuma ılık süt de bırakmış. Doğrulmaya çalışınca bütün kemiklerimden ayrı ayrı ses geldi. Sabahlığıma sarınıp tüylü terliklerimi sürüyerek salondaki koltuğuma ulaştım. Vakit neredeyse öğlen olmuş. Kapıcı sabah servisinde gazetemi bırakmıştır. Üçüncü sayfada yorgun yüzüm ve dağılmış saçlarımla zor seçilen bir fotoğrafın altında “Yaşlı kadın emekli maaşı için kaçırıldı” haberi. Neyse ucuz atlattım. Bu yaştan sonra mahkeme, cezaevi dayanamazdım. Ölüverirdim.
İşlerim yolundaydı aslında, ilk defa ters gitti. Oysa bu benim son işimdi. Büyük vurgun. Gemi ile Dünya seyahatime yetecek parayı bu işin sonunda biriktirmiş olacaktım. Şimdi para, gezmek gözümde yok. Biriktirdiklerimin hepsini Zombi’ye vereyim, bar falan açsın. Neler diyorum!
Her şey düzenli olarak okuduğum gazetede gördüğüm tuhaf bir ilanla başladı: “Piyasaya yeni çıkacak ürünümüzün dağıtımı için güvenilir kuryeler aranmaktadır.” Altında da bir telefon numarası.
“Böyle ilan mı olur ayol,” diye düşünmüştüm. Yaş sınırı yok, ehliyet, diploma isteği yok. Sadece güvenilir olmak yeterli. Telefon numarasını aradım. Yanlış anlaşılmasın iş için değil, sırf meraktan. Kibar bir kızcağız açtı. Ağız aramada üstüme yoktur. Ne dedimse ser verdi, sır vermedi. Ama bana aynı günün bir saatine randevu verdi. Rahmetli halacığım küçükken inadımdan dolayı bana katır dermiş. Hatta anneciğimle sırf bu yüzden senelerce küs kalmışlar. İşte yine katırlığım tuttu. İlla gidip öğreneceğim bu kurye ne dağıtacak.
Basmane’nin oteller sokağı eskiden pek nezih bir mahalleydi. Ben doğma büyüme Karşıyakalıyım gerçi, o tarafları pek bilmem. Yıllar var Basmane’ye adım atmamıştım. Çocukken babamın zengin tüccar arkadaşına ev ziyaretine gittiğimizi hatırlıyorum. Gözlerimi şöminenin üzerindeki yedi kollu şamdandan alamamıştım. Tatsız bir ekmek yemiştik. Dönüş yolunda babam taze badem ezmesi almıştı.
Ağzımda badem ezmesinin tadıyla semte adımımı atar atmaz neye uğradığımı şaşırdım. Burası artık o bildiğimiz Basmane değil. “Letafet canını seviyorsan evine dön yavrucuğum,” diyen iç sesime aldırmadım çünkü katırlık böyle bir meziyettir. Kaldırımlara oturmuş sohbet eden zenciler, yalınayak başı kabak koşturan Arap çocukları arasında kendi şehrimde ürkek bir turist olup çıkmıştım. Gözüm tabelalarda Türkçe kelimeler aradı. Adresi sorduğum bakkal evrenin bana son uyarısını yaptı. “Hanım teyze yanlış gelmiş olmayasın?” Muhtemelen öyleydi. Hangimiz bu dünyada doğru adresteyiz ki!
Yeşil boyaları dökülmüş (şimdilerde havalı olsun diye eskitme diyorlar) ahşap kapının kararmış tokmağını vurdum. Telefondaki kibar kızcağız karşıladı beni. Ağırlığımızla inleyen loş merdivenlerle üçüncü kata çıktık. İçerisi nem, burun düşüren cinsten erkek parfümü kokuyordu.
Girdiğimiz oda, parlak mobilyalar, kızıl kadife perdelerle dekore edilmişti. Yerde epey tozlanmış antika bir İran halısı. Adam elinde tespih, geniş koltukta bacaklarını iki yana açmış oturuyordu. Tabii buna oturmak denilebilirse. Siması bana hiç yabancı gelmedi. Televizyonda program yapan bir türkücü vardı ya! Neydi adı? Dilimin ucunda ayol! Hani dansöz sevgilisini vurdurmuştu. İşte tıpkı o.
Beni görünce toparlandı, kalkıp uzattığım elimi öptü. Başına da koydu densiz. Gözlerimi Zombi’nin nasihatlerimi dinlerken yaptığı gibi devirmek istedim. Karşısındaki koltuğun ucuna iliştim, birbirimizi incelemeye başladık. Bu adamdan yasal bir iş beklenmezdi. Organ taciri, at eti kebapçısı, mafya babası ve daha sayılabilecek bir sürü sıfatı yan yana getirebilirdiniz ama bu iş belli ki tekin değildi. Sekreter, çay, kahve ister miyim diye sordu. “İçine ilaç atmıyorsanız bir orta kahveni içerim hanım kızım,” dedim. Kebapçı gevrek bir kahkaha attı. “Ya sen belli ki alem bir kadınsın teyze! Sabahtan beri türlü çeşit insan geldi ama sen başkasın çok belli. Hele adını bağışla bakalım!”
“Adım Letafet, bey oğlum,” dedim. Katırı eklemedim. İlk karşılaşmada yanlış izlenim bırakmak istemem. Zamanla öğrenir nasılsa. “İlanınızı gördüm gazetede. Merakımı celp etti. İşin muhteviyatını öğrenebilirsem, belki size yardımcı olabilirim.”
Gevrek kahkahasını patlattı yine. Buna katlanmak gerekecek sanırım. “Vallahi alem bir şeysin sen teyze ha! Saraylı gibisin maşallah! Hele bir kahvelerimizi içek, detayları konuşuruz. Hele anlat bakalım, kimsin, neyin nesisin?”
“Kahvede kesin hap var, alacaklar organlarımı,” diye düşünerek rahmetli Hacı yengeciğimin öğrettiği felâk suresini okuyup yüzüne yüzüne çaktırmadan üflemeye başladım. Bol köpüklü orta kahvemi küçük yudumlarla içerken hakkımda çoğu uyduruk izahatlar verdim. Emekli felsefe öğretmeniydim. On dakikacık bile geciksem merak eden çocuklarım vardı.Çevremde kime sorsalar güvenilir biri olduğumu söylerdi.
Adam hayatımı çok da kurcalamadı. “Bak teyzeciğim,” dedi. “İş kolay. Tek yapman gereken dikkat çekmemek. Sekretere banka hesap numaranı, telefonunu yazdır. Yarın bizden haber bekle. Mesajdaki talimatları harfiyen uygulayabilirsen iş senin. Baktın hoşuna gitmedi, konuştuklarımızı unut, hayatına bak. Kapiş?”
“Kapiş,” dedim. Anlaştık demek sanırım. Zombi’ye sorarım eve dönünce.
İlk işim hem kolay hem de eğlenceliydi. Karşıyaka Çarşı’da bir tütüncüden dört paket Javaanse Jongens tütün almam söyleniyordu mesajda. Bornova Küçük Park’ta bir kafeye götürmem, garsona “duble kivi ve kaşarlı tost” ısmarlayıp İhsan Bey’i sormam gerekiyordu. Anladığım kadarıyla İhsan Bey’in bu özel tütünü gidip kendi başına almaya zamanı yoktu. İyi iş. Bu arada kivi de meyve değil, eskilerin oraleti gibi bir şeymiş. Çok şekerli olmasa tadı fena değildi.
Böylece kuryelik hayatım başlamış oldu. Bazen paketler ağır oluyor, öyle zamanlarda kılıfını ellerimle diktiğim çiçekli pazar arabamı da yanıma alıyordum.Otobüsler, dolmuşlar, insanlar derken günlerim dolu dolu geçmeye başlamıştı. Mutluydum. Sabah uyanmam için bir sebebim vardı. Banka hesabıma önceleri azar azar sonraları miktarı beni hayrete düşüren paralar yatmaya başlamıştı.İç sesim “Letafet yavrucuğum yolun yol değil” dese de rotamı kefen parasından gemiyle dünya seyahatine çevirmiştim bir kere. Her paket teslim alışımda, endişemi yatıştırmak için içeriğini soruyordum. Makul cevaplar veriliyordu.Yoksa bu işe devam etmezdim. Bebek bezi, siyez unu, porselen biblo teslimatını bana yaptırmış olmaları anlamsız olsa da beni rahatsız etmiyordu.
Bir seferinde pazar arabasının tekeri kırıldığından yanıma almamıştım. Yaşlı bir hanım için ağır sayılabilecek emaneti soluya soluya taşırken yanımda bir devriye aracı durdu. Bu seferki yüküm “dededen kalma el yazması hatırat” denerek teslim edilmiş küflü, ciltli defterlerdi. Meşhur Hatay Pazarı’nın arka sokağındaki bir sahafa teslim etmem gerekiyordu. Aldığım kişinin üzgün yüzü beni de müteessir etmişti. İnsanın aile yadigarlarını üç kuruşa satması zordur bilirim.
Polis memuru güler yüzlü, sarışın bir çocuktu. Bana yardım teklif etti. Metro durağıyla sahaf arasında epey yürümek gerekiyordu. Neden olmasın diye düşündüm. Kanundan her dürüst vatandaş gibi korkarım. Arka koltuğa oturduğumda ürperdim. Rahmetli anneanneciğim “Ecel yokladı” derdi. Sahafa kadar tatlı tatlı sohbet ettik. Bizim Zombi aklı başında bir kız olsaydı bu çocukla tanıştırırdım. Dükkâna varınca içeri kadar yükümü taşımak istediler. Görev başındaki memurları daha fazla meşgul etmeyeceğimi kesin bir dille belirttim, arkalarından üzeri çillenmiş elimi araç gözden kaybolana kadar salladım. İçeri girdiğimde sahafın yüzü kireç gibiydi. Çırağıyla koltuğa oturttuk, su verdik. Tansiyonu düşmüş adamcağızın. “Teyzeciğim, anlattıkları kadar yamanmışsın,” deyince içime bir kurt düşmedi değil. İç sesim gün geçtikçe daha fazla yükseliyor ama hareketli hayatımdan ve tatlı paradan vazgeçmem pek mümkün görünmüyordu.
Kapının ziliyle daldığım anılardan silkinerek sıyrıldım. Zombi gelmiş.
“Hoş geldin yavrum, kahve içer miyiz,” dedim.
Gözlerini aça aça, “Letafet, bu masum numaralarını yemem. Otur da başına ne geldi çabuk anlat,” dedi. Gözlerini böyle pörtletti mi kararlı olduğunu anlarım. Kaçış yok. Ama kahve içmezsem de kafamı toparlayamayacağım.
“Tamam kuzucuğum,” dedim alttan alarak. “Sen kahvelerimizi yap ben de şu üstüme başıma bir çeki düzen vereyim.” Cevap vermesine müsaade etmeden odama seğirttim.
İnsan kılığında salona döndüğümde, orta şekerli kahvem, güllü lokumum ve kristal bardaktaki suyum fiskos masasında, Zombi de karşı koltukta, bacağını titretip tırnaklarını kemirerek beni beklemekteydi.
“Dün teslimatım yoktu Belmacığım,” dedim en tatlı sesimi kullanarak. Biraz da titrettim ki inansın. Gözlerini kısıp dişlerini sıktı. Çözdü bu kız beni. Artık kandırmanın yolu yok. “Sabaha karşı mesaj geldi. Acil teslimat diyordu. Kemeraltı Havra Sokağı’nda bir manavdan küçük bir paket aldım, Konak Kültür Müdürlüğü’nün önünde… hani pembe tarihi bina var ya…”
“Uzatma Letafet!” diye gözlerini devirdi.
“Kaldırımda paketi teslim edeceğim beyi beklerken önümde bir kamyonet durdu. Sürgülü yan kapısı açıldı. Gençten asabi bir oğlan “Teyze, Milli Kütüphane’ye nasıl gideriz” diye sordu. Elimle göstermeye kalmadı beni kucakladığı gibi arabaya sokuverdi. İçeride iki adam daha vardı. Ağzıma pis kokulu bir çaput sokuşturdular. Heyecandan bayılmışım. Uyandığımda şu türkücü kılıklı işverenimin odasındaydım. Başım sersem gibiydi. Adam bu sefer gevrek kahkahalar atmıyordu. Gözleri kan çanağı, sağa sola bağırıyor, küfürler ediyordu. Kulaklarım uğulduyor, başım dönüyordu ama “polis, muhbir, bittik” dediklerini işitebildim. Uyur taklidi yaptım bir süre ama mide bulantımı daha fazla bastıramayınca uyanık olduğumu anladılar. Tespihini yüzüme doğru sallayarak “Bitirin işini, cesedi yok edin,” dedi adamlarına. Bir süre odada yalnız kaldım. Bir baktım çantam masanın yanında yerde duruyor. Açtım, içinde emektar 3310’um. Telefondan saymamışlar anlaşılan. Hemen 155’i çevirdim. Yüreğim ağzımdan çıkacak gibi atıyordu. “Polis Bey oğlum, kaçırıldım. Yetişin, kurtarın beni,” dedim ağlayarak. Adresi verdim. “Hatta kalın,” dediler ama yakalanırım diye telefonu çantama sakladım. Son dualarımı art arda okurken alt katlarda bir koşuşturma bir boğuşma başladı. Kelime-i şehadet getirmekten, tövbeler etmekten ağzım dilim kurudu. Bayılmışım.
Gözümü açınca başımda polisleri gördüm. Birisi kolonyayla bileklerimi ovuyordu, yüzünü seçemedim. Oturtup su verdiler. Karşımda elleri kelepçeli kebapçı, gözünü bana dikmiş oturuyordu. “Amirim” demelerinden anladığım kadarıyla ekibin başındaki sert bakışlı polis eğilip “Teyzeciğim bu herifi tanıyor musun?” diyerek patronumu gösterdi.
“Nereden tanıyayım bu haydutu komiser bey oğlum. Kaçırdılar beni, organ mafyası mıdır, dolandırıcı mıdır ne bileyim? Benim gibi tinton bir ihtiyara kim bilir ne yapacaktı Allahsız!” deyip tiksintiyle başımı çevirdim.
Amir, kebapçıya dönüp “Ne yapacaktın bu teyzeye it herif?” diye sordu.
“Emekli maaşıyla evine çökecektik amirim,” diye sıkıntıyla mırıldandı bizimki.
Doğrusu hakkını yiyemem on numara rol kesiyordu polisin karşısında.
Haydutları derdest edip benim ifademi aldılar. Sonra eve bırakmak için çok ısrar ettiler ama komşuların gözü önünde, şu tarumar halimle polis eşliğinde gitmeyi kabul edemezdim.
“Eee?” dedi Zombi.
“E’si paçayı kurtardım sanırım evladım,” dedim.
“Deli misin Letafet! Mafya bu, peşini bırakırlar mı sanıyorsun. Kaçmamız lazım hemen. Kaybolmalıyız.”
“Nereye gideriz deli kız?” dedim.
“Orasını yolda düşünürüz. Ben gideyim iki parça giysi koyayım çantama. Sen de küçük bir bavul yap. Kıymetli her şeyini al yanına,” deyip çarptı kapıyı gitti.
Doğup büyüdüğüm şehri, evimi, hatıralarımı nasıl bırakıp giderim. Nereye? Zombi’nin okulu var, geleceği…
Çantamın içinden gelen 3310’un klasik mesaj sesiyle yerimden sıçradım. Şarjı asla bitmeyen telefonumu almak için elimi yarı açık fermuardan içeri soktum. Eyvahlar olsun! Dün teslim aldığım küçük paket çantamdaydı. Aceleyle açtım. İçinden siyah kadife bir kese çıktı. Ateş tutmuş gibi fırlattım elimden. Kese sehpanın ayağına sonra duvara çarpıp açıldı. İçinden yıldızlar gibi ışıldayan irili ufaklı pırlantalar ahşap zemine yayıldı.
Koltuğuma yığıldım. Titreyen ellerimle mesajı açıp okudum: “Peşindeyiz!”
Terliğimin tekini giymeden bavulumu hazırlamak için yatak odama koştum.