Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Yanlış Yer, Yanlış Zaman

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Esra Gürel Şen
Esra Gürel Şen
1959 Yılında Kütahya’da dünyaya geldim. İlk, Orta ve Lise öğrenimimi aynı şehirde tamamladım. Üniversiteyi şu anda Anadolu Üniversitesi olan Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi Kütahya Yönetim Bilimleri Fakültesinde okuyarak 1981 yılında bu okuldan mezun oldum. Yirmi yıllık devlet memuriyeti görevimi 2004 yılında emekli olarak tamamladım. Emeklilik sonrası hiç ara vermeden Kosgeb’ te uzman ve çeşitli özel şirketlerde Kalite Yönetim Temsilcisi olarak çalıştım. 2017 yılının Ekim ayında çalışma hayatımı noktalandırdım. Ankara’da ikamet ediyorum, evliyim ve iki kız çocuğum var. Kendimi bildim bileli okumak ve yazmak benim için vazgeçilmez bir uğraş oldu. Şiirlerle başladığım yazı macerama öykülerle devam ettim. Polisiye öyküler yazmayı özellikle çok seviyorum. Son olarak bir ailenin çatısı altında toplanmış kadınlarının 1890’lı yıllardan 2000’li yıllara uzanan hayat maceralarını içeren bir roman tamamladım. Zaman zaman yazdığım öyküler çeşitli internet sitelerinde yayınlandı ancak benim de arzum elbette yazdığım öykü ve romanların kitap halinde okuyuculara ulaşması. Bundan sonra da ömrüm yettiği sürece okumaya, yazamaya ve üretmeye devam edeceğim.

ÖĞLEDEN SONRA, KAHVEHANEDE

Havanın ayazına rağmen sırtı ter içinde kalmıştı. Kabanının önünü açtı. Adımları sarsaklaşmış, gözlerine umutsuzluk oturmuştu. “Sabahtan beri, kafesteki kuş misali çırpındın durdun Mahmut. Bak, vakit neredeyse ikindi olacak. Ne oldu? Ne elde ettin? Bitmişsin oğlum sen… Bitirmişler seni…”

Önünden geçmekte olduğu, dükkân camında Hüso’s Yeri yazan kahveye daldı. Gördüğü ilk masaya oturdu. Kabanını çıkarıp yandaki sandalyeye attı. Daha oturur oturmaz tepesinde biten kahveci çırağına “Çay,” dedi. Topukları üzerinde kıvrak bir dönüş yapıp giden oğlanın arkasından, “Üç şekerli,” diye bağırdı tekrar. Gözünü camdan dışarıya dikti; insanlar, çoğunlukla da kadınlar sarınıp bürünmüşler, ellerinde poşetler ya da plastik pazar çantalarıyla geçiyorlardı kahvenin önünden.  Pazar vardı bugün, onları görünce hatırladı. Anası da gitmiştir sabahtan. Anası aklına gelince içi yandı, ne diyecekti şimdi ona? Gözü yeniden dışarıya daldı. Yaşlı bir kadın ağır poşeti taşıyamıyordu. Yere koydu, önündeki elektrik direğine yaslandı. İki büklümdü. Sık sık nefes alıyor, bir poşete bir etrafa bakıyordu zavallı. Tanıdık birini arıyordu gözleri besbelli. Onu yükünden kurtaracak, yardım edecek birini…

“Yok öyle biri ninem, yok maalesef. Herkes yükünü kendi taşıyacakmış, öyle dedi bugün amcam bana. Baba yarısı dediğim, her bayram elini öptüğüm, askerdeki oğluna her ay harçlık gönderdiğim amcam, bugün bana öyle dedi.”

“Ne dedin abi, pardon anlayamadım.”

Şaşırarak baktı yine tepesinde dikilen kahveci çırağına, “Sana demedim oğlum. Şu kadına baktım da, elindeki yükü taşıyamıyor gariban.”

“Boş versene abi ya. Az pinti değil o kadın. Tutsun bir taksi, gitsin evine yürüyemiyorsa. Hem bu yaşta pazarda ne işi var, değil mi? Oğlu var, kızı var. Onlar yapmıyorlarsa açsın markete telefonu, ne isterse evine getirirler.”

“Oğlum, parası yoksa ne yapsın kadın?”

“Onun mu parası yok? Hah ha, güleyim bari. Şu bizim arka sokakta iki tane apartmanı var bu kadının, hepsinden kira alıyor. Altları dükkân, kendi de orada dairelerden birinde oturuyor. Yandaki berberin dediğine göre evde bir çuval altını varmış bunun. Bak bak nasıl bakınıyor etrafa şimdi, şöyle yumuşak yüzlü birini arıyor. Bak yakaladı, gördün mü? Yandı kız valla… Şimdi evine kadar taşıtacak o ağır torbayı bu kıza. Her pazarda bu numarayı çeker bu cadaloz, hiç sevmem ben. Yeni işe girdiğimde bir kere de bana yaptırmıştı, sonra usta uyardı da bir daha yapmadım. Acımayacaksın abi, bu dünyada kimseye acımayacaksın.”

Oğlanın önüne bıraktığı çayın şekerini, “Acımayacaksın, acımıyorlar zaten. Bana da kimse acımadı bugün,” diyerek karıştırdı. İlk yudumu aldı, yüzünü buruşturarak yuttu. Üç şekere rağmen acı gelmişti çay. Anlaşılan çay bile tatlanmıyordu bugün.

Bu sabah Bankacı Süleyman’ın telefonu ile uyanmış, yangın var gibi alelacele bankaya çağırması üzerine yüzünü bile doğru dürüst yıkayamadan giyinip koşa koşa bankaya gitmişti. Neden çağırdığını az çok tahmin etmişti ama bu kadar vahim durumda olduğunu kestirememişti.

“Bak Mahmut abi, bugüne kadar idare etmeye çalıştım ama artık olmuyor valla. Biraz önce müdürden azar işittim senin yüzünden. Ta geçen hafta başlat haczi demişti bana, ben uzattım. Sana da haber vermiştim, biliyorsun. Artık yapacak bir şey kalmadı. Yine de Hasibe Yengemin hatırına, bugün akşama kadar borcunun bugüne kadar biriken faizini, yani otuz bin sekiz yüz elli iki lira yirmi beş kuruşu ödersen haczi durdururum. Sonrasında da düzenli ödemen lâzım ama.”

Bir tomar kâğıt uzattı önüne Süleyman, şurayı imzala, burayı imzala. Bir sürü şey imzalattı.

“Oğlum benim borcu katlıyor musun, nesin? Nedir bu imzaladıklarım Süleyman?”

“Bugün akşam saat beşe kadar otuz bin sekiz yüz elli iki lira yirmi beş kuruşu ödeyeceğine dair taahhüt abi. Bunu imzalatmazsam, bir saat içinde Hasibe Yengeye haciz gidecek evini alacaklar elinden.”

“İyi de ben bu kadar parayı bir günde nasıl bulurum?”

“Valla orasını bilmem abi. Buldun buldun, yoksa gider ev haberin olsun.”

“Anamın yüreğine iner Süleyman. Etme bunu bize ya. Sen benim akrabamsın lan, reva mı bu yaptığın?”

“Mahmut abi, tam üç kere yapılandırdık senin borcu. Önceleri az biraz ödüyordun, son yapılandırmanın üzerinden beş ay geçti, daha bir kuruş ödemedin. Ben ne yapayım? Bankanın sahibi miyim ben? Alt tarafı götü boklu bir memurum, yine de elimden geleni yaptım bugüne kadar. Kimseye böyle üst üste yapılanma uygulanmadı, biz sana uyguladık. Kimin sayesinde? Benim sayemde. Sen de hiç ödemedin be abicim… Azıcık ödeseydin yine idare edecektim ama şimdi müdür el koydu hesabına, valla yapabileceğim bundan başka bir şey yok. Ya parayı getirirsin ya da Hasibe Yengem evinden olur.”

“Oğlum bir dükkân vardı, onun için çekmiştim bu krediyi, biliyorsun. Sonra kriz mıriz, yürütemedik. Geldim size durumu anlattım. İşe girdim ödeyeceğim, dedim ama işten de çıkardılar beni be Süleyman. Kör olasının memleketinde iş de yok valla. Ben de şaşırdım.”

“Çıkmayacaktın o işten abi.”

“Oğlum ben çıkmadım, çıkardılar diyorum lan. Kulağın duymuyor mu senin?”

“Ben başka şeyler duydum abi. Rahat durmamışsın orada, bir kıza takılmışsın. Kız da şikâyet etmiş, onun üzerine kovmuşlar seni. Gül gibi karın çocukların var, elin karısında kızında ne gezersin? Yakışır mı sana? Yakışır mı bizim sülaleye? Çok ayıp ettin, çok…”

“Lan, yok öyle bir şey. Beni sebepsiz kovdu patron, sonra arkamdan böyle dedikodu çıkardı şerefsiz.”

“Öyleyse Sevda Yenge niye tası tarağı toplayıp gitti babasının evine? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler.”

“Oğlum, laf anlamıyor musun sen? Yok diyorum öyle bir şey, yok. Sevda başka sebepten gitti. Bildiğin gibi değil durum yani.”

“Neyse ya, bana ne zaten. Durum bu abicim; parayı bugün saat beşe kadar getir ben de haczi durdurayım. Son sözüm budur. Bence burada oyalanma, git bir an önce paranı bul.”

Bir karış suratla çıktı bankadan. Nereden bulacaktı bu kadar parayı? Bulamazsa anasının, babamdan kaldı diye övündüğü yüz yıllık evi bankanın olacaktı. Anasına da çık derlerdi şimdi oradan. Kalbine inerdi valla kadının. Dükkânı olduğu zamanlardan tanıdığı esnaf arkadaşlarına gitti birer birer. Hiçbiri derman olmadı derdine. Aklına gelen herkesi aradı, “Üç kuruş beş kuruş toparlayabilirsem kurtarırım,” diye düşündü. Başka bankalara gitti, yeni kredi istedi. Hepsi sonuçsuz kaldı. Zaten bu namussuz bankalar insanın ihtiyacı olduğunda yüzüne bakmaz, elli türlü zorluk çıkarırlar. Ama sen bir paralan, ararlar da ararlar artık; kredi verelim, kartınızın limitini artıralım diye… Utanmaz o….u çocukları… Son çare, istemeye istemeye amcasının toptancı dükkânına yollandı. İçeri girmeden üç defa geri döndü. Sonunda mecburen girdi. Amcası dükkânın dip tarafındaki camlı yazıhanede biriyle konuşuyordu. Onu görünce yüzü karardı yaşlı adamın.

“Ne geldin?”

“Amca, biraz konuşabilir miyiz?”

Yanındaki adam kibarlık edip kalktı, dükkânın dışına kadar geçirdi onu amcası. Her kimse artık, çok itibarlıydı besbelli.

“Ne konuşacaksın benimle?”

Adamın kalktığı deri koltuğa oturmuştu, birden tepesinde amcasının sesini duyunca irkildi, “Şey, amca ben diyorum ki, hani şu bizim yayladaki tarla var ya, şimdi çok kıymetlenmiş diyorlar oralar için. Kooperatif evleri falan yapılıyormuş şimdi oralara. Ben o tarlayı sana versem, diyorum. Satsam yani, ne dersin?”

“Sen beni enayi mi sandın lan? Allah’ın unuttuğu dağın tepesinde, kuş uçmaz kervan geçmez yerde, işe yaramaz taşlı tarlanı bana mı kakalamaya çalışıyorsun, şerefsiz? Ah, rahmetli abimin hatırı olmasa ben seni bu dükkâna sokmam ama ölmüş babana şükret lan. Satıp ne yapcan parayı?”

“Benim bankaya biraz borcum var da amca, bugün akşama kadar ödemem lâzımmış. Onun için sana gelmiştim. Karşılıksız vermezsin diye tarlayı şey etmiştim…”

Lafını bitirmesine izin vermeden gürledi yaşlı adam, “Vermem tabii! Günahımı bile vermem sana sapık herif! Ailemizin adını batırdın lan, babanı mezarında ters döndürdün ahlaksız. Geri zekalı, senin neyine lan elin kadını? Kendi karını hallettin de sıra başkalarına mı geldi, meymenetsiz… Neyine güvendin lan ha, neyine?”

“Amca vallahi iftira attılar bana, öyle bir şey yok. Yemin ederim.”

“Şuna bak lan, bir de iftira diyor utanmaz. Oğlum, kıza neredeyse tecavüz edecekmişsin lan. Arif Bey yetişmese gitmişmiş kız lan. Yaka paça, don gömlek atmışlar seni fabrikadan. Bunun neresi iftira olacak? Gören var, şahit var… Kız da şikayetini geri almasa hapse giriyordun, densiz! Hâlâ iftira diyor ya!”

“Niye geri almış şikayetini o zaman? İftira da ondan. Yemedi tabii hâkimin karşısına çıkmak.”

“Geri zekalı, anan bana geldi ağladı, oğlum hapse girmesin yardım et, dedi. Ben de gittim Arif Bey’e rica ettim, birlikte kızı ikna ettik. Evine bir çuval şeker, iki teneke yağ yolladım, cibilliyetsiz! Senin bunlardan haberin yok tabii. Sen anca hayta hayta gez.”

“Yapmasaydın amca, niye yaptın? Girseydim ben hapse, çıksaydım hâkimin önüne, çıkardı o zaman gerçekler ortaya. Ben mi saldırmışım yoksa o kancık mı kuyruk sallamış bana, çıkardı ortaya.”

“Hâlâ konuşuyor lan! Çabuk defol gözümün önünden, bir daha da gözükme. Benim senin gibi şerefsiz, ahlâksız bir yeğenim yok. Defol nankör! Anana da söyle, bir daha gelmesin benim kapıma. Herkes kendi yükünü kendi taşısın bundan böyle, ikiniz de yoksunuz benim için. Söyle bunu anana!”

Dükkândan öfkeyle çıkarken, ağzından köpükler saçarak arkasından bağırıyordu amcası hâlâ.

“Niye geldim ben buraya? Ah salak kafam, niye geldim?”

Öfke iyiydi de hiçbir şeye çare değildi. “Otuz bin sekiz yüz elli iki lira yirmi beş kuruş,” diye tekrarladı kendi kendine, bir de yirmi beş kuruşu var. Adamla dalga geçiyor bu Süleyman. Yirmi beş kuruş diyor bir de ya! Valla delircem…”

Amcasının dükkânından çıktıktan sonra soğukta biraz dolaşmış, sonra buraya girmişti işte. Çayının son yudumunu da yuvarladı boğazına. Tek bir çaresi kalmıştı. Yapmak istemiyordu ama insan çaresiz kalınca yılan da olurmuş, kartal da… Masanın üzerine iki lira bıraktı, kabanını giyip dışarı çıktı. Acı bir rüzgâr çıkmıştı, sanki hava bile anlamıştı içindeki karanlığı. Kararlı adımlarla yürüdü, yandaki sokağa daldı.

Saat beşe beş kala koşarak girdi bankadan içeri, girerken “Süleyman getirdim,” diye bağırıyordu bir yandan da.

“Nerden buldun abi ya? Valla bravo sana, hiç ümitli değildim ben, kusura bakma da.”

“Olsun varsın,” dedi Süleyman’ın karşısındaki pembe koltuğa otururken, huzursuz bir hali vardı. Akşam olmuş, dışarısı iyice soğumuştu ama sanki koşmuş gibi kıpkırmızı olan suratı terliyordu durmadan. “Buldum oğlum, nasılını sorma. Çok uğraştım ama buldum. Al bu zarfta otuz bin sekiz yüz elli lira var, iki lira yirmi beş kuruşunu da sen koy artık üzerine valla bozuk yok bende.”

“Orası kolay,” dedi Süleyman gülerek, “Yorulmuşsun abi, yüzün kıpkırmızı. Bir çay söyleyeyim mi sana? Akşam oldu, çayın pek tadı kalmamıştır ama yine de içini ısıtır.”

“Söyle valla dayıoğlu. Bir sen varsın artık bundan böyle, bir seni bileceğim akraba olarak.”

“Hayrola, diğerlerine ne oldu?”

“Hepsinin canı cehenneme… Hele o amcam olacak soysuzun yüzünü şeytan görsün. Allah bir daha kapılarına düşürmesin. Gideceğim zaten buralardan. Küçücük yer, herkesin her şeyden haberi oluyor hemen. Şurada hapşırsan aşağı mahalleden çok yaşa diyorlar, gizli saklı bir şey kalmıyor. Dedikodu, iftira desen gırla… Çok sıkıldım, hiçbir şey yok burada. İstanbul’a gideceğim. Herkes nasıl yaşıyorsa orada ben de yaşarım. Hiç olmazsa laftan sözden kurtulurum.” Bankanın önünden itfaiye arabası sirenlerini var gücüyle çalarak geçtiğinden bir an dikkatleri dağıldı.

“Yangın var besbelli,” dedi Süleyman, “Kış oldu mu yangın eksik olmuyor. Doğalgaz gelip milleti kurtarmadı ki kömürden.” Bir taraftan bilgisayarda Mahmut’un işlemini tamamlamaya uğraşıyordu. Mesainin bitmesine az kalmıştı, onun da niyeti işi bir an önce bitirip evine gitmekti.

“Sevda yenge ne olacak, o da gelecek mi seninle?”

“Valla keyfi bilir oğlum. Ben giderken söylerim. Gelirse gelir, gelmezse otursun kaknem anasıyla.”

Bankadan çıktığında hâlâ huzursuzdu. Biri takip ediyormuş gibi arkasına bakıyordu sık sık. Yürürken kebapçıyı gördü, hiç düşünmeden girdi içeri. İki porsiyon kebap aldı, bir de anasının sevdiği tulumba tatlısından. Kebapçıdan çıktığında karanlık iyice çökmüş, küçük kasabanın ahalisi soğuk kış günü çoktan evlerine dağıldığından sokaklar tenhalaşmıştı. Rahatladığını hissetti haczine ramak kalmış eski eve geldiğinde, kuş sesli zili sevinerek çaldı. Ev kurtulmuştu ya, gerisi önemli değildi. Gidecekti zaten buralardan, hele bir sabah olsun ilk iş gitmenin kolayına bakacaktı. Ana oğul konuşa, gülüşe yediler kebaplarını. Telefonuyla selfi bile çekti Mahmut.

“İnstagrama koyacağım, herkes görsün benim gül yüzlü anamı,” dedi. O gece kendi evine gitmedi. Gitse ne olacak zaten, ot yok ocak yok. Bir kuru yatakla bir eski televizyon… Sevda bıraka bıraka onları bırakmıştı ona.

 

YEDİ SAAT ÖNCE

“Sağol kızım Allah senden razı olsun. Yaşlılık çok zor, kimse anlamıyor halinden. Oğlanla kız kendi havalarında. Anneymişiz, ihtiyarmışız, umurlarında değil. Haftada bir uğrarlarsa uğrarlar, o da kapıdan. Yaşıyor muyum yoksa öldüm kaldım mı diye kontrole gelirler. Üç tane torun var. Aylardır yüzlerini görmedim desem yalan olmaz, hayırsızlar işte napacan. Benim de böyleymiş kaderim.”

Torunlarından şikâyete devam ederek anahtar deliğini bir türlü seçemeyen gözleriyle zor bela açtı kapıyı yaşlı kadın.

“Getir yavrum, şöyle mutfağa koyalım elindekileri.”

“Tamam teyze, botlarımı çıkarayım da bırakırım dediğin yere.”

“Kızım senden bir şey daha istesem ayıp etmem değil mi? O aldıklarımı bir de dolaba yerleştiriversen hayrına. Eğilemiyorum ben, kalçam kırık. Güzel çorbam var onu ısıtayım ben de, sana çorba ikram edeyim olur mu?”

“İstemem teyze ne olacak elime mi yapışır, şimdi yerleştiririm ben merak etme.”

Yaşlı kadın mutfağın ışığını yaktı. Kız istemem diye ısrar etse de o dolaptan tencereyi aldı, çorbayı ısıtmak için ocağa koydu. “Senin adın ne bakayım güzel kızım?”

“Mehtap, teyzeciğim.”

“Benim de Makbule. Tanıştığımıza memnun oldum. Öğrenci misin burada?”

“Öğrenciyim teyze, son senem bu sene. Okul bitince döneceğim inşallah memlekete. Teyze, havlu kâğıdın var mı? Şu marulla yeşillikleri havlu kâğıda sarıp koyayım buzdolabına. Daha çok dayanırlar, annem hep öyle yapar.”

Kadının uzattığı havlu kâğıt rulosunu alıp yırtarken kapı çalındı. Makbule kendinden beklenmeyen bir çeviklikle, topallayarak koşturdu kapıya. Antreden yaşlı kadının, “Kimsin? Dur itme oğlum ne istiyorsun?” diyen sesi geldi. Mehtap havlu kâğıda sardığı marulları bırakıp antreye fırladı. Elinde bıçakla bir adam dikiliyordu şimdi karşısında. Adam kapıyı kapattı. Gözlerini üzerlerinden ayırmıyordu. “Sen de kimsin? Ne işin var bu evde?” diye bağırdı kıza.

“Ben teyzeye yardım ediyorum asıl sen kimsin? Ne istiyorsun teyzeden?”

“Bana bak o….u, başlarım şimdi ne istiyorsununa. Geçin şöyle! İkiniz de geçin şuraya!”

“İteklemesene kadını! Napıyosun ya! Geçiyor işte, yürüyemiyor zaten kadın.”

“Sus dedim ulan! Belâ mısın sen?”

Mehtap birden adamın üstüne yürüyüp göğsünden itiverdi. Adam böyle bir hareket beklemiyordu, boş bulunup tökezledi. Bunu fırsat bilen genç kız kapıya doğru atıldı, tam açıyordu ki adam saçlarından yakalayıp savurdu kızı. Yaşlı kadın bağırmaya başladı. Adam kadıncağıza bir tokat aşk edip yere düşürdü. Kadıncağız yerde debelenirken Mehtap adamın bacaklarını tutmak istedi fakat iki göğsünün arasında duyduğu keskin acıyla “ah” bile diyemeden sırt üstü devrildi.

“Manyak!” diye bağırdı adam. Kan kızın göğsünden fışkırdı adeta. Mehtap’ın son gördüğü Makbule’nin korkudan bembeyaz olmuş suratı oldu. Önce bir hırıltı çıktı ağzından, sonra kan ağzını ve burnunu doldurdu. Öksürür gibi nefes almaya çabaladı sonra durdu. Artık nefes almıyordu. Gözleri açık öylece yatıyordu şimdi ikisinin önünde.

“Naptın sen?” dedi yaşlı kadın dehşet dolu bir sesle, “Öldürdün kızı, öldürdün!”

Adam bir an donmuş gibi baktı yerde cansız yatan Mehtap’a. Sonra yeni hatırlamış gibi yaşlı kadına döndü, “Nerde paralar? Altınlar nerede?”

“Ne parası? Ne altını? Yok benim bir şeyim.”

“Bana bak moruk, senin yüzünden kızın canına kıydım. Çabuk söyle, nerde altınlar?” Bunları söylerken yerden kalkamayan kadının önüne çömelmiş boğazına sarılmıştı. Kadın olmayan mecaliyle adamı iteklemeye uğraşırken hırıldadı, “Odada, sandıkta…” diyebildi. Adam itti yaşlı kadını, olduğu yere yığıldı kadın. Adamın odaya gidişini izledi bir an. Bir ağırlık çöktü üstüne. Doğrulmaya çalıştı yapamadı, bir ter geldi birden, sırılsıklam kaldı. Öksürmek istedi olmadı, nefes almaya çalıştı olmadı, şahadet getirmek isterken dili dolandı sadece bir “Allah” diyebildi.

Yaşlı kadının yatak odasında duran sandığı deşti adam, dip tarafta pembeli bir yastık kılıfının içinde buldu aradığını. Açtı, fazla bir şey yoktu. Beş, altı yarım altın, bir bilezik, bir de kararmış yüzük buldu. Küfretti birkaç kere. Odanın her yerini aradı, kadının yastığının altından bin lira para çıktı bir de başka bir altın yüzük buldu komodinin gözünde. Yine küfrederek evi aramaya başladı fakat yoktu işte, ne çuvalla altın vardı ne de para. Yeniden kadına dönüp saldırdı, “Bana bak kocakarı, nereye sakladın altınları?” Kadın hiç cevap vermedi. Birden bıraktı adam kadını. Boş çuval gibi devrildi yeniden yaşlı kadın, çoktan ölmüştü. Şimdi korku dağları bekliyordu artık. Adam yaptığının korkunçluğunu algılamaya başladı. Etrafına bakındı, ayaklarının dibindeki kan gölünün ortasında yatan Mehtap, donmuş gözleriyle ona bakıyordu. Paçasından yakalayıverecekmiş gibi geldi adama, fırlayıp çıktı evden.

 

ERTESİ GÜN

Sabahleyin kızarmış ekmek kokusuna uyandı Mahmut. Anası sobanın üzerinde kızartmıştı bazlamaları. Bir de köy tereyağı sürdüler üzerine, yanında da tavşankanı çay, afiyetle yerken telefonu çaldı. Arayan oturduğu apartmanın yöneticisiydi.

“Hayrola Cevdet abi, aidat zamanı mı geldi yoksa?”

“Mahmut seni polis arıyor oğlum, bir fenalık mı var yoksa? Bir şey mi yaptın?”

“Yok abim, ne fenalığı olsun? Kimseye bir şey yapmadım ben. Neden arıyorlarmış?”

“Söylemediler. Seni sordular, burada mı oturuyor dediler. Evet dedim. Senin evin kapısını çaldılar, açan olmayınca nerede bu dediler. Ben de evde yoksa annesine gitmiştir belki dedim.”

“Sağol abi, bakarım ben ne olduğuna,” deyip telefonu kapatırken sırtı buz gibi oldu gelen ürpertiden. Aceleyle giyindi, “Hemen gitmeliyim yoksa karışacak anlaşılan ortalık,” diye düşünüp yeniden annesinin yanına mutfağa gitti.

“Akşama sana lahana dolması yapayım Mahmut, seversin. Dün almıştım pazardan, yağlı kıyma da var.”

Kapıdaki kuş yeniden şakımaya başladığında Mahmut irkildi, annesi şaşırdı, “Kim gelir bu saatte bu kış günü, aman Seher’dir yine, kesin bir şey isteyecek. Hiç bitmez eksiği,” diye söylenerek kapıya gitti kadın.

“Mahmut mu? Burda oğlum, neden sordunuz siz şimdi Mahmut’u?”

Yöneticinin söylediği polisler olmalıydı bunlar. “Allah kahretsin napacan kebabı mebabı sırası mıydı şimdi. Gidecektin dün akşam, yanlış yaptın oğlum Mahmut.”

 

BİR SAAT SONRA SORGUDA

“Amirim vallahi benim bir şeyden haberim yok. Ben Makbule falan bilmem, o Mehtap denilen kızı hiç tanımam. Benim alakam, yok yemin ederim.”

“Yalan söyleme Mahmut, senin dün ödemen gereken bir borcun varmış ama paran yokmuş. Bak bankacı Süleyman ile konuştuk, akşama parayı getirip ödemişsin borcunu. Nerden buldun parayı? Gittin Makbule teyzeden istedin, vermeyince de öldürdün değil mi? Gel güzel güzel itiraf et, beni de yorma.”

“Ekmek Kuran çarpsın ben yapmadım. Neden laf anlamıyorsunuz siz? Ben yapmadım.”

“Be adam eve girmişsin, cinayeti işlemişsin. Mutfağa bakmak hiç mi aklına gelmedi serseri? Az kalsın bütün apartman yanacakmış. Neyse ki komşulardan biri dumanı görmüş de itfaiyeye haber vermiş. Mutfak simsiyah olmuş dumandan. Çorba varmış oğlum ocakta, kokusunu da mı duymadın? Ha belki de sen koydun ocağa, yangın çıksın da yaptığın anlaşılmasın diye, öyle mi?”

“Benim bir şeyden haberim yok. Ben yapmadım vallahi, ben yapmadım. Niye anlamıyorsunuz?”

“Oğlum kanıtımız var. Senin, kadının ve kızın öldürüldüğü saatlerde o apartmana girerken iki saat sonra da çıkarken çekilmiş görüntülerin var elimizde. Daha ne direniyorsun? Söyle kurtul. Mehtap Soylu’yu niye öldürdün? Sevgilin falan mıydı yoksa? Ortağın mıydı, birlikte mi planladınız soygunu?”

“Valla billa ben yapmadım.” Sesi ağlamaklı çıkıyordu artık.

“Yaşlı kadın ölünce kız korktu, vazgeçmek istedi, sen de onu bıçakladın değil mi? Konuş Mahmut, konuş! Tepemi attırma benim. Şimdi eski günler gelecek aklıma girişeceğim, ağzın burnun kalmayacak it!”

“Tamam, söyleyeceğim… Ben o apartmana gittim dün ama yeminle o Makbule midir nedir, onun evine gitmedim. Onun orada oturduğunu bile bilmiyordum ben.”

“Niye gittin, anlat. Yoksa fena olacak.”

Mahmut, başını ellerinin arasına alıp boğuk bir sesle anlatmaya başladı. Doğru, borcu vardı. Tam otuz bin sekiz yüz iki lira, yirmi beş kuruş. O gün akşama kadar ödemesi gerekiyordu yoksa annesinin evini banka haczedecek, annesini de evden çıkaracaktı. Öyle demişti Bankacı Süleyman. Tanıdığı herkesin, hatta o mendebur amcasının bile kapısını çalmış fakat kimseden para bulamamıştı. Son çare, hiç istemediği bir şeyi yapmaya karar vermişti.

 

BİR GÜN ÖNCE, ÖĞLEDEN SONRA

Pervin’in bu apartmana taşındığını, bu daireyi ona Arif’in tuttuğunu, fabrikanın yemekçisi Gülcan Abladan duymuştu geçen gün. Dedikoducu kadın, ağzını doldura doldura anlatmıştı çarşının ortasında. Sonra da “Aman benden duymuş olma, senin çok hakkını yediler de ondan anlattım,” deyip sıvışmıştı yanından. O gün, “Bana ne?” diye geçirmişti içinden ama bak bugün işine yarayacaktı belki de bu lüzumsuz bilgi. Her şeyin bir sebebi var diye düşünerek gitti apartmana. Salak Pervin, bir de zile ismini yazmıştı. Pervin Cantürk. İçinden Arif’in karısı görsün de gör gününü, diye geçirerek çaldı zili. Kapı hiç ummadığı biçimde, sorgusuz sualsiz açılıverdi. Oysa şu “kim o?” diye seslenilen zillerdendi apartman kapısındaki. Zilde yazan daire numarasından üçüncü katta olduğunu tahmin ettiği eve merdivenleri kullanarak çıktı. Asansör vardı ama oldum olası hazzetmemişti o kapalı kutulardan. Açık daire kapısının önünde merakla geleni bekleyen Pervin onu görünce çok bozuldu doğal olarak.

“Senin ne işin var burada Mahmut? Neden geldin?” diye sordu telaşla, biraz da korkmuştu galiba.

“İçeri girelim de söyleyeceğim neden geldiğimi.”

“Ne işin varmış senin içerde? Giremezsin, ne söyleyeceksen söyle defol git. Yoksa bağırırım vallahi.”

“Kızım, dellenme hemen. Bir şey yapacak değilim ama söyleyeceğimi içerde söylersem bu senin de Arif’in de yararına olur. Yoksa ben de bağıra bağıra burada anlatırım, cümle âlem duyar dediklerimi.”

Şimdi daha çok korkmuştu kadın, “Ne Arif’i ya, ne diyorsun sen?”

“Bak Pervin, bırak bu ayakları. Bu evi sana Arif’in tuttuğunu biliyorum. Hadi uzatma da girelim içeri.”

Alt kattan gelen sesler üzerine daha fazla direnemedi Pervin, içeri aldı Mahmut’u. Salona geçip koltuklardan birine kuruldu adam.

“Mobilya da esaslıymış ha. İyi tokatlıyon sen bu Arif’i. Aferin kız.”

“Ne diyeceksen de sonra da hemen git Mahmut. Valla polis çağırırım bak.”

“Çağır, benim işime gelir. Şöyle çay, kahve bir şey ikram et bari. Nerde kaldı senin misafirperverliğin?”

“Saçmalama ya! Ne diyeceksen de artık.” Sesi ağlamaklı çıkıyordu Pervin’i, deminki atarlı halinden eser kalmamıştı.

“Bak Pervinciğim, beni yaka paça fabrikadan attırdığınız gün var ya, hani elimdeki telefonu alıp kırmıştı Arif, hatırladın mı? İşte o gün aslında siz o videoyu yok edememiştiniz. Ben çoktan aktarmıştım benim oğlanın bilgisayarına. Yeni telefon alınca da ilk iş, işte buraya geçirdim. Yani anlayacağın bugüne kadar ses çıkarmayışımın nedeni efendiliğimdendi. Ben sizin gibi cazgır olmadığımdan, Arif’in karısı da uzaktan hısımım olduğundan, çoluğu çocuğu var yuvası bozulmasın diye sakladımdı bu videoyu.”

“Şimdi ne oldu da geldin? Bana mı vereceksin?”

“Bak doğru bildin kız, sana vereceğim ama bedava değil. Benim bugün akşama kadar ödemem gereken bir borcum var. Bana acil otuz beş bin lira lazım. Verirsen alırsın videoyu.”

“Bende ne gezer o kadar para? Hem ne biçim efendilik bu? Şimdi yaptığın ne? Bir de utanmadan cazgır diyorsun, hadi git oradan be.”

“Sende yoktur, olabilir ama eminim Arif’te vardır. Şimdi ara onu, bana bu parayı hemen göndersin yoksa yeminle şimdi buradan göndereceğim karısına. Sonra o uğraşır, ne yapar artık bilemem. Yeniden pazarcılık günlerine döner herhalde. Sen de başka bir manita bulmak zorunda kalırsın. Eh, biraz rezil olursun elaleme ama o kadar olacak artık, değil mi?”

Pervin’in yüzüne inanmaz gözlerle baktığını görünce telefonunu açıp aylardır sır gibi sakladığı videoyu oynatmaya başladı. Salon Latin müziğinin güzelim tınıları ile doldu. Kahkahalar duyulurken, “Tamam anladım kapat şunu, şimdi arayacağım Arif’i,” dedi Pervin. Arif’le ağlayarak yaptığı konuşmanın ardından burnunu çekerek kapattı telefonu. “İstediğin oldu, Arif gönderecek parayı.”

 

O GÜN KARAKOLDA

“İşte böyle Amirim. Yalanım varsa buradan çıkmak nasip olmasın. Gidin sorun Pervin’e ben onun evindeydim. Vallahi oradaydım, benim cinayetten falan haberim yok. Arif’in her şeyi karısına ait, yani bütün o mal mülk aslında karısının. O yüzden çok korkar, ben de bunu kullandım işte. Valla yapmak istemedim, parayı vermeseler yapmayacaktım da zaten bir şey. Çaresiz kalmıştım amirim.”

Pervin ve Arif’in karakola getirilmeleriyle Mahmut’un söylediklerinin doğruluğu anlaşıldı. Arif parayı verdiğini itiraf etti. Parayı Pervin’in hesabına çıkarmış, Pervin de gidip köşedeki bankadan çekmişti. O sırada Mahmut kadının evinde oturmuş, bu arada Arif telefonla arayarak Mahmut’u tehdit etmiş ve bir daha karşısına çıkacak olursa onu mahvedeceğini söylemişti. Telefon kayıtları, Pervin’in apartmana giriş-çıkışları saatleri, hepsi Mahmut’un anlattıklarına uyuyordu.

“Anlaşıldı, sen Pervin’in evine gitmişsin fakat parayı alıp oradan ayrıldığını söylediğin saatle bizim görüntülerin saati arasında yarım saatlik bir zaman farkı var. Bu sürede pekâlâ alt kata inip cinayetleri işlemiş olabilirsin.”

“İmkânsız amirim! Şey, ben bir şey daha istedim Pervin’den. Bundan Arif’in haberi yok. Şey, anlarsınız ya, bu kadın beni işimden gücümden etti. Zaten biraz gözüm de kalmıştı, hiç olmazsa bir kere şey edeyim dedim, yani şey ettim. İsterseniz sorun kendisine ama lütfen Arif’e söylemeyin, öldürür beni.”

“Allah cezanı versin, pis herif! Alın bunu buradan, ifadesini alıp bırakın uçkursuzu. Şikayetçi olmadı ötekiler.”

 

BİR SONRAKİ GÜN

“Görüntüleri kare kare tekrar taradık Amirim. Bildiklerimizin dışında başka bir kimseye rastlamadık.”

“Şu olay yerine bir daha gidelim, tekrar bakalım. Belki gözümüzden kaçan bir şey olmuştur çocuklar, hadi.”

Apartmanın her katına, cinayetin işlendiği daireye tekrar tekrar girdi polisler. Her köşesini incelediler ancak yeni bir şey görünmüyordu.

“Bu apartmanın başka girişi var mı?”

“Var amirim. Arkada bahçeye çıkılan bir kapı var. Hep açık duruyormuş çünkü bahçe duvarla çevrili, girmek imkânsız amirim. Kameriye gibi bir şey yapmışlar apartman sakinleri, yazın çay içiyorlarmış orada.”

Amir diğer polisleri de peşinden sürükleyerek çıktı bahçeye. Gerçekten yüksekti duvarlar, üstüne çıkılsa atlanabilirdi belki ama nasıl çıkılacak, merdiven falan lâzım. Bunu düşünerek apartmanın bahçe duvarının baktığı sokağa geçti. Duvara yakın bir tek ağaç vardı.

“Erik ağacı amirim.”

“Ne olmuş erik ağacıysa?” der gibi ters ters baktı polis memuruna, incelemeye devam etti. Bu ağaca tırmansa, bahçe duvarının üstüne ulaşabilir, oradan da atlasa olabilir belki.

“Şu ağacın sağına soluna, bahçeye, bu duvarın dibine falan iyice bakın oğlum. Ayak izi, sigara izmariti falan bulabilecek misiniz bakalım?”

Polisler etrafa dağılırken amirin telefonu çaldı. Otopsi raporu gelmişti nihayet. Rapora göre Makbule Hanım kalp krizinden ölmüştü ancak kollarındaki ve boğazındaki çürükler ölmeden önce hırpalandığını gösteriyordu. Mehtap Soylu göğsüne aldığı bıçak darbesi sonucu kaybetmişti hayatını. Evde maktullerin parmak izlerinden başka bir ize rastlanmamıştı. Sadece Mehtap Soylu’nun yüzünde farklı bir DNA tespit edilmiş, muhtemelen katilin teri olabileceği şeklinde yorumlanmıştı. Ancak şu ana kadar eldeki örneklerden hiçbiri ile eşleşme göstermemişti.

“Amirim ben ağacın az ötesinde şöyle bir koçan buldum, işe yarar mı acaba?”

“Aferin oğlum, yaramaz olur mu? Hiç yoktan iyidir. Bunu hemen adli tıbba gönderin, şu buldukları DNA ile bunun üzerindekiler eşleşecek mi bir baksınlar. Çok acil olduğunu söyleyin, bugün baksınlar.”

Sonuçlar gelmemiş, yine akşam olmuş mesai bitmişti. Şimdilik sabah Adli Tıbbın göndereceği sonuçları beklemekten başka çare yok gibi görünüyordu. Evine gitmek üzere hazırlanırken nöbetçi polis memurlarının aralarındaki sohbete istemeden tanık oldu amir.

“E, nerde bekledin sen o zaman? Hava da soğuk, donmuşsundur.”

“Kahve buldum bi tane. Girdim oturdum, tazeymiş çayları. Çay içtim beklerken. Sonra geldi işte kayınpeder. Binbir tafra da cabası.”

Kahve yani kıraathane ya da çay ocağı… Sabahtan beri nerede gördüğünü düşündüğü o koçan buydu işte. Kahvehanelerin veresiye çaylar için kullandıkları marka koçanı. Derhal emir verdi, eve gitmekten vazgeçti. Beklemeye başladı.

 

AKŞAM

“Şimdi paşa paşa anlat bakalım Hüseyin, neden öldürdün, nasıl öldürdün? Hiç inkâr etme çünkü maktule Mehtap Soylu’nun üzerinde bulduğumuz DNA ile senin kahvehanende kullandığın, bizim yolda bulduğumuz koçanın üzerindeki DNA’n birebir uyuştu. Kaçar yerin yok anlayacağın. Anlat biz de yorulmayalım, sen de yorulma.”

Hüso’s adlı kahvehanenin sahibi Hüseyin Titrek başını önüne eğmiş, süt dökmüş kediler gibi ürkek oturuyordu amirin karşısında. Bir iki kere yutkundu, “Çok borcum vardı, neredeyse kahveyi kapatacak noktaya gelmiştim. Birkaç kez kredi çektim, ödeyemedim. Allahın belâsı kredi kartları birikti. Üç çalışanım vardı, ikisini işten çıkardım. Yeğenim diye dokunamadığım üçüncü çırağımı da o gün akşam yollayacaktım. Ne yapacağım diye kara kara düşünürken bizim çırakla müşterinin şu sahtekâr yaşlı karıdan bahsettiklerini duydum. Birden beynimde bir şimşek çaktı. Ben kaç haftadır pazara gidemiyorum, eve ekmek götürecek para yok cebimde, şu doksan yaşındaki cingöz mendebur yine doldurmuş poşetleri, bir de bedava taşıtacak enayi arıyordu. Evini biliyordum çünkü birkaç kez ben de takılmıştım ağına. Sonra ne kadar zengin olduğunu öğrenince yapmamıştım bir daha. Gözümü karartıp o an aklıma eseni yapmaya karar verdim. Niyetim öldürmek değildi, aklıma bile gelmemişti böyle olacağı,” dedi. Sözün burasında durup derin bir iç çekti sonra hıçkırır gibi bir ses çıkararak devam etti Kahveci Hüseyin. “Gittim, girerken kimse görmesin diye erik ağacına tırmandım. Sokağın karşısında metruk bir evden başka bir şey yok, kimse göremezdi yani. Sonra bahçeye atladım, kadının evine gittim zili çaldım. Sonrası malum işte.”

“Ne malumu, nasıl oldu anlat.”

“Altınları sordum, vermek istemedi. Biraz sarstım boğar gibi yaptım, korktu söyledi. Ben içerde altın ararken o salonda ölmüş, fark etmedim ben. Görünce de daha fazla durmadım kaçtım.”

“Ya Mehtap onu neden öldürdün?”

“Ona ben de çok üzüldüm fakat yapacak bir şey yoktu. Yanlış zamanda yanlış yerdeydi, tıpkı benim gibi. O öldü, ben…” Artık konuşamıyordu. Boğazına tıkanan hıçkırığı yutmak istedi, yutamadı. Bir haykırışla ağlamaya başladı.

Amir yüzüne hiç acımadan baktı, tükürür gibi, “Sen adi bir katil oldun,” dedi.

En Son Yazılar