Bizimle bir oyuna var mısın?
Bu öyküyü birlikte yazmaya ne dersin?
Lütfen ilk iki bölümü dikkatle oku ve üçüncü bölümü sen yaz!
Genelde bilinmedik durumlara karşı verdiği ilk duygusal tepki korku olurdu. Geçen yıl çalıştığı şirket, yabancı bir şirketle ortaklık kararı almış ve sürecin tamamlanması iki ayı bulmuştu. Osman, o iki ay boyunca sırasıyla reflü geçirmiş, kabızlık sorunu yaşamış ve kurdeşen dökmüştü. Geceleri uykusuz dönüp durduğu çivili yatağını gündüzleri çalıştığı sandalyeye minder etmiş, masanın altında dikiş makinesi hızında sallanan bacakları sırayla nöbeti devralmışlardı. Neyse ki sadece iki kişi çıkarılmıştı ve hatta Osman’ın maaşına bir güncelleme bile gelmişti. İşini iyi yaptığını ve kimseyle sorunu olmadığını biliyordu, fakat yine de Osman’ın fabrika ayarları kendine güvenmek yerine kahpe feleğe karşı tetikte olmak üzerine yapılmıştı. “Gördün mü bak, hayatta güzel sürprizler de var,” diye kendine gaz verip moralini yükseltmiş olsa da, “Yani nadiren de olsa,” diyerek hemen kendi iç dengesini sağlamıştı.
Oğluna yazın bir bisiklet almak istediğini, yalnızca bir kez, Serpil’le telefonda konuşmuştu. Bir saat içinde mail ve sms olarak, bisiklet ve kampanya konulu mesajlar gelmeye başlayınca telefonunun dinlendiğinden emin olmuş, bütün konuşmalarına, bu bilgiyi hatırlayarak oto sansür uygulamıştı. Saçının ön kısmında başlayan dökülmeden kendine bile söz etmediği halde saç serumu reklamları girdiği tüm sitelerde karşısına çıktığı için, ev ve işyerindeki bilgisayarların kamerasını siyah bantla kapatmaya kadar vardırmıştı işi. Oysaki çizgili pijaması kadar renkli kişiliği ve damat terlikleri kadar parlak hayatında, hiç de öyle gizlemeye değer bir şey yoktu.
Bu sefer durum farklıydı. Bir algoritma ya da yapay zekâ ürünü bir canavar değildi düşman. El yazısıyla adına hitaben mektup yazan, üstelik adresini bilen, evine kadar gelmiş bir insan.
“Yalnız,” yazıyordu mektubun sonunda ki bu hiç hayra alamet değildi. Uzun zamandır her gördüğünde gözlerini kaçırdığı, ama nedense bu gece üç kere birden sarıldığı, eski dostu rakının da kendisine verdiği yetkiye dayanarak, yüksek mevkilerden düşmanlar kurgulamaya başladı yüksek benliği için.
“MİT olabilir mi acaba? Sonuçta düşünceleri de okuyacak teknolojiye gelindi artık. İllaki yazmaya söylemeye gerek yok,” deyip devletlûlerle ilgili düşüncelerini bir gözden geçirdi. Arada bir içinden saydırdığı okkalı küfürleri hatırlayıp düşüncelerini durdurmaya çalıştı. Beyninin bir şalteri olsa ya da bir fişi, o an çat diye kapatabilir ya da koparırcasına çekebilirdi kablosundan tutarak. Neyse ki sabah, öğle ve akşam hiç yanından ayrılmayan kadim dostu çaydan aldığı yudum imdadına yetişti ve onu akl-ı selametin serin sularına doğru çekti.
“Yok anasının gözü! MİT ne yapsın oğlum beni? Hem öyle bir şey olsa böyle mektupla mı uğraşırlar. Zaten bana varana kadar ohoo! Gerçi yine de belli olmaz bu işler. Asıl anarşiklere bir şey olmaz, yine garibanın başı yanar. Yok artık, sen de kendine gel be oğlum! Kendimi niye bu kadar önemsedim lan ben şimdi durup dururken?” deyip gülmeye başladı.
Kendine dışardan bakıp, yakaladığı bazı şapşal hallerine güldüğü anlar olurdu bazen. Bu bilinmezlik ve korkuyla örülü durumun içinde, bu nadir anlardan birini yakalayacağı aklına gelmezdi. Pinpon topu kadar hızlı taraf değiştiriyordu zihni.
“Hiç almayacaktım ben bu zarfı çöpten. Durduk yere iş açtım başıma.”
“Gerçi, iyi ki aldım. Peşimdeki beladan haberim olmayacaktı yoksa.”
“Serpil’in polis sevgilisi olmasın sakın? Herife lavuk dediğim kulağına gitmiş olabilir.”
“Yok canım, nereden duyacak? Hem duysa bile çıkar hesap sorar. Ne böyle oyunlar falan…”
“Kimsenin tavuğuna kış demedim ki? Kim lan bu, neden bela oluyor bana?”
“Belki de bela değildir, biri şaka yapmak istemiştir.”
“Öyle organize şaka yapacak kadar seven arkadaşın mı kaldı be oğlum? Serpil’le beraber bitti hepsi. O da gidince kaldın sap gibi. Kim sana niye şaka yapsın?”
Birden gözlerini kısıp, duvardaki çıkmış çivinin deliğine kilitledi bakışlarını. Alnındaki çizgiler daha da derinleşti ve kalın kaşları birbirine iyice yaklaşıp yekpare bir hal aldı.
“Tabii ya! Kesin o herif!” diyerek vurdu elinin tersini sehpaya.
Boş rakı bardağı devrildi o sırada. Döküldüğünü düşünerek panikle bardağı kaldırmak isterken, yarısından azı dolu çay bardağını da devirdi. Böylelikle, çizgili gri beyaz pijamasının paçasına, yuvarlak ve asimetrik oval formlarda, sarımsı desenler eklemiş oldu.
Paçasına ve halıya baktı biraz. Tam bir küfür savuracaktı ki, demir parmaklıklı küçük penceresinin önünde bekleyen tekir kedi ile göz göze geldi. Arada karnını doyurup gönlü olursa birazcık kafasını sevdirdiği, mesafeli bir ilişki kurmuştu tekir, Osman’la. Uzun bekleyişin sonunda Osman’ın dikkatini çekmeyi başardı ve hala peynir kırıntılarının olduğu tereyağı kokulu tost parçasını, sabrının mükâfatı olarak kaptı.
Osman genelde sabahları uykulu, akşamları yorgun bindiği otobüste, boş yer bulmak dışında pek bir şeyle veya kimseyle ilgilenmezdi. Yolda yürürken kafası her daim dert edindiği bir şeylerle dolu olduğundan, etrafına çok dikkat etmez, zorunda kalmadıkça kimseyle, hele de erkeklerle hiç göz teması kurmazdı.
Fakat son bir aydır dikkatini çeken bir adam vardı. Onu ilk gördüğünde işyerinin yakınındaki otobüs durağındaydı. Otobüse binecek biri için fazla şık giyinmişti. Koyu bordo fötr şapkası, kaşmir koyu lacivert paltosu, siyah deri eldivenleri, metal gri çantası ve uzun boyuyla dikkat çekiyordu. Çok geçmeden siyah bir jeep yanaştı ve adam sağ arka kapıyı açıp binerken Osman’a baktı. Osman anlam veremediği bu bakışın çok da üzerinde durmadı. Adam otobüse değil de onu almaya gelen lüks araca binip gidince, sanki hiçbir haber değeri kalmamıştı. Anında silinmişti durakta bekleyenlerin anlık belleklerinden. Fakat aynı adamı bir hafta sonra, oğlunu annesine bıraktığı bir akşam, eski evinin sokağında tekrar görünce hatırlaması uzun sürmedi. Giyim kuşamı aynıydı. Park etmiş siyah bir otomobilin şoför koltuğuna oturdu bu sefer. Çalıştırıp yola çıktı ve Osman’ın yanından geçerken kısa bir bakış atmayı ihmal etmedi. Osman adamı tarif edip bu sokakta ne aradığının hesabını Serpil’den sormuştu ve tabii anında fırçayı da yemişti.
Adamı aklına iyice kazıdığı son olay ise on gün önce olmuştu. Osman’ın çalıştığı şirket, şehrin yirmi sekiz farklı noktasındaki kahveci zincirinin de sahibiydi. Osman’ın, iş yeri bilgisayarından bu dükkânların kameralarına erişimi vardı ve aklına estikçe, kimseye çaktırmadan, Batıkent şubesinin kasasında duran Gülay’ı izlerdi. Hiçbir zaman açılmayı başaramamıştı Gülay’a. Reddedilmekten, daha da kötüsü bunun bir taciz gibi algılanıp müdürlerin kulağına gitmesinden ve sırf bu yüzden işinden olma ihtimalinden hep korkmuştu. Zaten platonik olarak gayet mutluydu Gülay’la. Eyleme geçip bu kendine has güzelliği bozmak istemiyordu. On gün önce paketlenmiş sandviçini ve karton bardak kahvesini alıp ödemesini yapan, sırtı kameraya dönük adam hiç umurunda değildi, o sırada gülümseyerek Gülay’ı izleyen Osman’ın. Ta ki bilinçli olarak kafasını kameraya çevirip çok net bir bakış atana kadar. Osman irkilmişti bir anda. Evet, o herifti yine! Bu sefer fötr şapkası, deri eldivenleri ve gri metal çantası yoktu. Ve bakışı, “Orada olduğunu biliyorum,” der gibiydi. Belki de Osman’a öyle gelmişti. Anında görüntüyü kapattı, programı ve hatta bilgisayarı da kapattı. Bakkaldan gofret aşırırken yakalanmış bir çocuk gibi kızarmıştı. Bankaya gitme bahanesiyle kendini dışarı atmış ve abartılacak bir şey olmadığına kendini ikna etmesi birkaç saatini almıştı. Yine de sonraki günlerde Gülay’ı bir daha hiç dikizlemedi.
Tam adamın varlığını unutmaya başlamıştı ki OYUNA DAVET yazılı bu zarfla beraber, yine belirmişti adam Osman’ın zihninde. O gece uykuya dalması ancak sabaha karşı mümkün olabildi. Kendini kötü bir şey olmadığına ikna etmek için türlü telkinlerde bulundu. Adamı düşündü uzun süre. Sonra elin herifini niye bu kadar düşündüğünü düşünüp kendine kızdı. Sabah geç uyandı. Tıraş bile olmadan, yolda bağlamak üzere kravatını boynuna asıp fırladıysa da otobüse yetişemedi. İşyerine kadar taksi tutmak mı, yoksa işe geç kalmak mı daha kötüydü karar veremedi. İşine yaramasa da gelen ilk otobüse binip iki de dolmuş değiştirerek, on beş dakikalık bir gecikmeyle ipi göğüsledi. Uzun zamandır hiç geç kalmamıştı. Bu gecikmenin kimsenin umurunda olmamasına sevinse de, kendisinden beş dakika sonra gelen Aykut’un rahatlığına bakıp kendi yırtınışına hayıflandı.
Sonraki iki gün boyunca iş yerinde, yolda ve hatta evde bile bütün radarları sonuna kadar açılmıştı Osman’ın. Herkesin her hareketini inceliyordu çaktırmadan. Sanki etrafındaki herkes büyük çapta organize edilmiş bir dümenin parçası, kendisi de saftirik kurbanıydı.
“İyi de neden ben?” sorusuyla rahatlıyor, ayakları yere basıyor, uçuk paranoyalarının farkına varıyordu. Böyle polisiye roman tadında bir kurgu olsa bile, o kimdi ki kurban olarak seçilecekti? Polise gitse, kimse ciddiye almazdı. Ortada ne suç vardı, ne de tehdit. Birine anlatsa, “Aman sakın bulaşma, dolandırıcıdır onlar kesin,” türünden tavsiyeler alacak, dolandırıcıların hedef listesinde yer alan enayilerden biri olduğu tescillenecekti.
Cuma günü öğleden sonra insan kaynaklarından çağırılınca yüreği ağzına geldi. Eskiden personel müdürü Ragıp Bey vardı ve gayet iyi anlaşırlardı. Ama bu yabancı şirketle ortak olduklarından bu yana kurumsallaşma had safhaya ulaşmıştı. Departmanların adı değişmiş, yarı İngilizce yarı Türkçe konuşan genç ve havalı tipler doluşmuştu şirkete. Çekinerek gittiği İK ofisine memnuniyet anketi doldurmak için çağırıldığını öğrenince biraz rahatladı. Kendisine uzatılan formun tamamen İngilizce olduğunu görünce biraz utanıp kızardı. Kâğıtla bir müddet bakıştılar.
“Arka sayfada Türkçesi de var,” dedi, destek olurken iğneleyen tonlamasıyla genç hanım.
Mahcup gülümsedi Osman. Sayfayı çevirip, bütün soruları çok iyi, on numara, beş yıldız gibisinden hızlıca cevaplayıp çıktı aceleyle.
Ertesi gün öğleden sonra 14.00’de davet edildiği bu bilinmezliğe sadece bir gece kalmıştı. Akşam evde ton balıklı salçalı makarnasını yerken gitmeyeceğinden çok emindi. Bilinmezlik onu korkuturdu. Bela istemiyordu. Ya da bir maceraya atılmanın hiç sırası değildi. Ama zarfı aldığı Çarşamba gününden beri monoton giden hayatı birden hareketlenmiş, kendini hiç olmadığı kadar önemli biri gibi hissetmeye başlamıştı. Adrese gitmezse, sır çözülemeyecekti. Uykusuz geceler devam edecek, bu bir belaysa bile sonlanmayacaktı. Derin bir nefes alıp dizine vurarak kalktı yerinden. Çay doldurdu bir bardak. Dolabı açıp şişenin dibinde kalan son dubleyi de kadehe doldurdu. İki bardağı da aynı anda bitirdiği yarım saatin sonunda, fikri değişmişti. Sesi uzun zamandır ilk kez bu denli net ve gür çıktı:
“Geliyorum ulan! Madem oyuna davet, oynayalım bakalım anasını satayım!”
Tekirle göz göze geldi yine. Tekirin gözleri misket gibi olmuş, hayretle kendi kendine konuşan Osman’a bakıyordu. Ton balıklı makarna gelince, merak yerini umursamazlığa bıraktı. Osman’ın kafasını sevmesine aldırmadan yalayıp yuttu bütün tabağı.
– 2. BÖLÜMÜN SONU –
***
Osman bir dublelik rakının geçici cesaretiyle mi almıştı gitme kararını? Yoksa köklenmiş korkularını yıkıp gerçekten gidecek miydi verilen adrese? Orada onu bekleyen sürpriz neydi?
Bu soruların cevaplarını aramak, bulmak ve okuyucuyla paylaşmak ister misin? Hikâyenin üçüncü bölümünü yazabilirim diyorsan, OYUNA DAVET’lisin!
***
Bu oyuna var mısın? Öykünün üçüncü bölümünü sen yazmak ister misin?
Cevabın evet ise tüm yaratıcılığını kullan ve istediğin öykü seçeneğini 700 kelimeden az olmayacak şekilde devam ettir! İstersen final yapabilir veya kritik bir noktada bırakıp bir sonraki sayıda başka bir yazarın devam etmesini sağlayabilirsin.
Öykünün devamı için önerilerini 5 Mayıs 2020 tarihine kadar [email protected]
Haydi, bekliyoruz!
***