Düşüncelerimin de morga dönüştüğü bu yere nasıl geldiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Başımı öne eğmişken kırmızı renkli topuklu ayakkabılarıma gözüm çarpıyor. Dışarıda yağan yağmuru saatler öncesinde romantik bulurken şimdi ise son derece acımasız buluyorum. Topuklu ayakkabılarımla arabadan inip hastaneye koştururken yağmurun her damlası vücuduma iğne olup batmış, diken olup kanatmış, ateş olup yakmıştı. Kırmızı renkli topuklu ayakkabılar çivi gibi yere çakılmış ve her adımımda hastane benden biraz daha uzaklaşmıştı. Oysaki “Bu, sağ taraftaki, kırmızı ayakkabılar olsun,” demişti. Nereden bilecekti ona koşarken her adımımda o kırmızılığın kan olup süzüleceğini? Bir ölünün peşinden koşmuştum, ama yetişememiştim. Saniyenin milyonda birindeki düşüncelerimden birinde diz üstü eteğim ve siyah döpiyesimden hemen kurtulmak geçiyor. Bir ressamın elinden çıkmışa benzediğim dış görünüşümün ne perişanlığımdan ne de kafamın içinde yankılanan kelimelerden haberi vardı. Düşünceler hücumunda kırgınlıklarımız, küskünlüklerimiz, kıskançlıklarımız aklıma geliyor. Ölüm karşısında ne gevşek hepsi, ne kadar basit, komik ve çocukça. Bunların hepsini alıyorum, yanlarına canımı da koyuyorum; bir tencereye koyup, karıştırıyorum ve eritiyorum. Canım eriyordu, hem de her defasında, başka şekillerde, aynı canım yüz kez bin kez eriyor ve ölüyordu. Dipdiri vücudumu öldürdüğümü artık bir ben bilecektim. Neden sonra bildiğim bütün duaları okumaya başlıyor dudaklarım benden bağımsız, eksik ve yanlış. Böyle anlarda okunan duadan mucize beklemeyi nereden öğrenmiştim ben? Hiçbir mucize gerçekleşmedi o akşam.
Ne saatin kaç olduğundan haberim var, ne de zamandan. Yüzüne son kez bakmaya gidiyorum. Birkaç tane sedye gözüme çarpıyor. Birisinin üzerinde kan birikmiş, üstü pıhtılaşmış ve donmuş; içi küçük kan gölü. “Bu sedyede taşınmış,” diyorum. “Onu taşıyan sedye bu olmalı.” O sedyeden gözümü alamıyorum, metal ayakları pas tutmuş, yer yer soyulmuş sedyenin beyaz deri kaplamasında yırtıklar görüyorum. Kiriydi, pasıydı derken sedyeden gözlerimi çekebilmeyi başarıyorum. Yanımda hastane personeliyle alt kata inmeye çalışıyoruz. Asansörün kapısı açılıyor ve asansörde eksi beş dereceyi defalarca görmüş personelle ben dünya turuna çıkıyoruz. Asansörün metal tutunma yerine tutunup bütün katları dolaştıktan sonra kendimi dışarı zor atıyorum. Beyaz, mavi, loş ve karışık bir ışık huzmesinin altında ilerlerken hastanenin yürüdükçe yükselen duvarları çirkin bir telkinle bana eşlik ediyor.
Bu soğuk daha önce tanımadığım bir soğuk, iç yakan bir soğuk. Ben bu soğukta hiç üşümüyorum. Bir sürü çekmece gibi bölmeler görüyorum. Evimdeki bakliyat çekmeceleri aklıma geliyor o anda. Hepsini ama hepsini çekmecelerinden çıkarıp balkondan aşağı döküyorum; mercimekler savruluyor baharda açan turuncu çiçekler gibi, avuçlarıma aldığım fasulyeleri yukarı fırlatıyorum beyaz güllere benziyor hepsi, suda yüzen beyaz güllere, bulgur sarı papatyalara, börülceleri de menekşelere benzetiyorum ve hepsini, onlar havada savrulurken özgürlüğüne kavuşturuyorum. Takı çekmecelerimi açıyorum sonra. Rengârenk kolyelerimin iplerini kesiyorum, hepsinin tane tane olan boncukları tek tek daha güzel görünüyor gözüme. Onları da gökyüzüne fırlatıyorum, uçan kuşlara selam ediyorlar ve artık onlar da kuşlar kadar özgürler.
En çirkin çekmece açılıyor nihayetinde. Çekmece katran karası dipsiz kuyu, çekmece kör gözlü dev, çekmece içi ateş dolu bir çember. Gözlerimin önünde çekmece açılıyor ve uzuyor. Yavaş yavaş, saçlarım gibi uzuyor, yollar gibi hiç bitmiyor sanki. Yolun sonunda yüzünü görüyorum. Başlıyorum ağlamaya, kırmızı kırmızı dökülüyor yaşlar gözlerimden, ayakkabılarıma değin yetişiyor ve o kadar çok ağlıyorum ki dökülen yaşlar ayakkabılarıma tekrar kırmızı rengini kazandırıyor.
Ağlamaktan ikinci hecesini söyleyemeyeceğim ‘morg’ kelimesinin neden tek heceli olduğunu o gece anlamıştım. Çekmecesinin içine cansız bir bedenden başka farklı bir şeyin konulamayacağı yerdi morg. Ve çekmecenin içindeki ölmüş bedenin ruhu, özgürlüğüne çoktan kavuşmuştu. Biz orada iki kişiydik, ama tek nefes vardı, ben ona bakıyordum, ama o bana istese de bakamazdı artık. Benim yaşamımın değiştiği yer ve onun da yaşamının değiştiğine inandığım yer. Bununla da kalmayıp zihnimin karanlık dehlizlerinin en kuytusunda bir köşeye siniyordu o an, sessizce bekliyor ve her seferinde ömrümün geri kalanını ele geçirecek kuvvette ve en yalın haliyle bulunduğu yerden yavaşça çıkıp zihnime hücum ediyordu. Geniş kemikli alnına, uzun siyah kirpiklerine bakınca anılarımız geliyordu aklıma ve gelecekteki anlarımızdan vazgeçişi. Ayak başparmakları yan yana getirilerek tutturulmuş ismi okuyorum: Okan Karabulut.
Bütün bunların sadece bir düşünceden ibaret olduğunu, gözlerimi abajurun şapkasına daldırıp felaket senaryolu düşüncelerimden kurtulmaya çalışırken kendimin elbise dolabının arkasında olduğumu fark etmemle anlıyorum. “Okan,” diyorum, kendimin bile duyamayacağı ses tonuyla, “Okan yaşıyor.” Onu ben öldürmüşüm, zihnimin en elverişsiz ortamında.
Aralığın on altısı bizim evlilik yıl dönümümüz. Bu yılki evlilik yıl dönümümüzde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Okan’ın beni yemeğe çıkardığı ilk yerde, iki kişilik rezervasyon yaptırılmış. İş çıkışı bana hiçbir şey söylemediği halde aynı yere gittiğimde gözlerim onu aramıştı. Onun da bana baktığını gördüğümde minik rastlantı kuşları bizi karşılaştırmış gibi yapıp: “Aaa, siz de mi buradaydınız beyefendi?” deyip gülüşmüştük. Güzel bir akşam yemeği eşliğinde sevgimizi, bizi birbirimize bağlayan büyülü sözcüklerle dile getirip güçlendirmiştik. Bizi birbirimize bağlayan şeyin sözcükler olduğunu öğreneli uzun zaman olmuştu. Hayatta mucize aramaya gerek yoktu. Mucize bizdik! İkimizin bir arada oluşu ve oturup güzel bir akşam yemeği yemesi. Kimsenin başka bir bilinmezliğe gitmeyi tercih etmeyişi.
Elbise dolabının arkasına saklanmışken dünyayla uyumsuzluğum baş göstermiş, hep en kötüsünü düşünme huyum beni hiç olmadığı kadar yıpratmıştı. Zihnimin bulanıklığına inat son birkaç saatte yaşadıklarımızı hatırlamaya çalışıyorum. Bunları düşünürken başımın döndüğünü, sendelediğimi hissediyorum. Vücudumdan çıkıp dünyayla tanışan birkaç ter damlasının sırtımdan kaydığını hissediyorum. Elbise dolabının arkasından çıkıp parmaklarımın ucunda ilerleyerek kapının arkasına saklanıyorum bu kez. Elbise dolabının arkasından çıkıp kapının arkasına saklanmak böyle durumlarda toplumsal bir kural gibi geliyordu, yazılı olmayan ama herkesin bilip bilinçsizce davrandığı anlarından birisini sergiliyordum. Kapının yanındaki çekmeceyi açıp bir tane makas almayı akıl edebilmiştim nice sonra. Elimde savunma amaçlı tuttuğum makası yere düşürüyorum. Makası yere düşürünce utanıyordum kendimden, beceriksizliğimden. Salondan gelen seslere kulak kabartıyorum ve herhangi bir yaşam belirtisi duyamıyorum.
Yeniden birkaç saat öncesine kayıyor düşüncelerim. Yemekten dönüyoruz. Arabada çalan şarkıyı mırıldanıyorum en alçak sesle: “Gitme sana muhtacım. Gözümde nursun, başımda tacın muhtacım. Beni öldür öyle git. Yaşamak için senin sevgine muhtacım.” Şarkının sözlerini hatırlayınca gözlerim doluyor. Ağlamamı durduramıyorum, ağlarken ses çıkarmamak için iki elimle ağzımı kapatıyorum. Uzun uzun iç çekiyorum, iç çekişler iki yanağımdan sessizce gözyaşı olarak yol alıyor. Kaç yaşındayım, adım ne hatırlamıyorum. ‘Ölümü başlamış mıdır?’ diye düşünüyorum. İçeri girenin hırsız olduğunu düşünerek beni koruma içgüdüsüyle, “Sen burada kal, sakın çıkma, bana söz ver!” dediği aklıma geliyor. Kendimi durduruyorum. Belki böylesi daha iyiydi, sessiz ve hareketsiz.
Bu kez kapı ardından düşünüyorum son bir saatte yaşanılanları. Dört buçuk dakikalık şarkı bittiğinde biz eve gelmiştik. Yarın katılacağım toplantım için aynanın karşısına geçip çeşitli kombinler yapmaya başlamıştım. “Bunun üzerine siyah mı iyi giderdi, yoksa lacivert mi? Kırmızı ayakkabılar mıydı, yoksa bordo mu daha iyi dururdu?” Kararsız oluşum tüm duygularımın en önünde ilerlerken Okan girdi odaya. “Sence hangi ceket?” “Siyah seni daha hoş gösteriyor,” dedi. Sağ elimde kırmızı ayakkabılar, sol elimde bordo, yukarı kaldırıp, “Peki bunlardan hangisi?” dedim. “Bu, sağ taraftaki, kırmızı ayakkabılar olsun,” dedi. Yağmur damlalarının pencereye geldiğini görünce ben de, “ Okan bu gece yağmur ne güzel yağıyor, fark ettin mi? Toprağa ince ince salınıyor sanki,” derken siyah döpiyesim ile kırmızı ayakkabılarımı giyip aynanın karşısında kendimi izlemeye başlıyorum. Salondan gelen ani bir patırtıyla, bu patırtının bir vazonun kırılışı olduğunu düşünerek irkilip, ikimiz birbirimize korku dolu gözlerle bakıyoruz. “Sen burada kal, sakın çıkma, bana söz ver!” deyip yatak odasından hızla çıkmıştı. Odada tek başıma kaldığımda gittiği yerlere kulak kabartır bir duruma geçmiştim. Ayak sesleri uzaklaşırken ne yapacağımı bilemez halde, kendimi elbise dolabının arkasına atmıştım. Baş ağrımın düşüncelerimi öldürmeye çalışır şiddette arttığını hissedebiliyordum. İçimde büyüyen sonsuz bekleyiş yerini türlü türlü felaket senaryolarına bırakmıştı. O zamana kadar tüm iyi hislerimden arınmıştım. Beyin sinirlerinin ağına korkudan başka hiçbir duygu düşmüyordu. Çıplak ayaklarla salonun parkesinde gezinen ayak sesini işitmemle bir canlılık belirtisi aldığıma seviniyordum. Bu hareket beni heyecanlandırıyordu. Zihnim can çekişirken bir anda sakinleşiyordu. Sonrası yine sessizlik. Zihnim yine damla damla kanamaya başlıyordu. Daha fazla olan bitene dayanamayıp panik atak anlarından birini geçiriyordum. Hararet ibresi yükseliyor, saatteki yelkovan durduğu yerde duruyordu.
Hissedemediğim, yürüyemediğim, konuşamadığım dakikalardan sonra kapının aralığından bir kedi içeriye giriveriyordu. Sanki, “Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” der gibi şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Tüm o battıkça batan düşüncelerimden sıyrılmış, gözleri çağla yeşili bakan bu kediye manasızca bakakalıyorum. Sanki bir şelalenin altında kalmış gibi arınıyorum ve bunu bütün hücrelerimde hissedebiliyordum. Su gibiydi kedi, nedenini o anda anlayamadığım bir şekilde o olumsuz toz bulutunu dağıtmıştı. Donakalmış hiçbir şey düşünemezken Okan’ın gülümseyerek içeri girdiğini gördüm. Bu akşam ağlama krizine kaçıncı kez girdiğimi bilmeden, büyük bir sarsıntıyla, ama bu kez Okan’ın kollarında tekrar ağlamaya başladım. Bu süreçte Okan’ı zihnimde öldürüp morga kaldırmıştım, üstelik siyah döpiyesim ve kırmızı ayakkabılarımla kendimi hastaneye kadar götürmüş, o hızla yine kendimi elbise dolabının arkasında bunları düşünürken bulmuştum. Allah’ım ben neler düşünmüştüm böyle? Bu tam olarak neydi? Sevdiğini kaybetme korkusundan öldüren benden başka birileri daha var mıydı şu dünyada? Buğulanmış gözlerimle o geniş alnına ve siyah kirpiklerine defalarca bakıp, yüzünü iki elimin arasına alıp yorulana kadar öpmüştüm. Hırsız sandığımız kediciğin ise tüm bu hareketlerime anlam vermeden yeşil gözleriyle bizi izlediğini hissedebiliyordum.