Kapı yumruklanınca irkilerek uyandı. Bütün gece pencere önünde kocasını beklemiş, sabaha karşı yorgun düşüp oturduğu çekyatta uyuya kalmıştı. Uyuşan bacaklarını ovup yalpalayarak kapıya gitti. Başından kayan çemberini, belinden düşmüş eteğini düzeltti, kapıyı açtı.
“Nerdesin kız, öldün kaldın sandım vallaha!” diye içeri daldı ablası. Ağrıyan başını sardığı beyaz tülbentin altından sarı patates dilimleri görünüyordu. Yüzü kızarmıştı. Belli ki onun da yeşil gözleri sabaha dek uyku görmemişti.
“Oturduğum yerde sızıp kalmışım abla,” dedi eli hâlâ deli gibi çarpan yüreğinin üstünde. “Sen geç otur, ben bir çay koyayım,” deyip gecekondunun her biri başka renkteki eğreti kapılarından birine yöneldi. Gıcırtıyla açtığı kapıdan ağır bir sarımsak ve rutubet kokusu oturma odasına sızdı.
Ayten, başındaki tülbenti gevşetti, gözlerini ovaladı. Kardeşinin mutfaktaki tıkırtılarını dinledi bir süre, yorgun gözleri odada gezindi. Kendi kondusuna bitişik; iki göz oda ve bir mutfaktan ibaret yapının yeni gelin evi olduğuna ekmek Mushaf üstüne bin kere yemin etse kimseler inanmazdı. Kendisi on sene önce Halil’le kaçarak evlenmiş, iki çocuk, bolca yokluk ekledikleri geçim derdine bir de Halil’in kardeşine sevdalanıp kaçan Saadet’i eklemişlerdi. Kocası “Billahi haberim yok,” demişti gerçi ama Salih’in Saadet’i yek başına kaçırabilecek ne yüreği vardı ne de delik cebinde beş kuruşu. İki genç yalın ayak, başı kabak yola çıkıp İzmir’e, bu sefil mahalleye gelmişti. Aileler tıpkı Ayten ve Halil’e yaptıkları gibi âşıkları evlatlıktan reddederek düğün masrafından kurtulmuş, üç beş sene sonra nasılsa barışacak olmanın rahatlığıyla kendi fakir dünyalarına gömülmüştü. Halil çalıştıkları inşaattan bir şekilde malzeme tedarik etmiş, birkaç günde üç göz odayı şehre ilave edivermişti.
Elinde küçük bir tepsiyle odaya girdi Saadet. Koltuğunun altına sıkıştırdığı sofra yaygısını gözüyle işaret etti ablasına. O yaygıyı serip tepsiyi yerleştirirken tekrar mutfağa gidip çaydanlığı getirdi. Bir müddet sessizce buharı tüten çaylarına daldılar.
Ayten derin bir of çekip “İki sokum bir şeyler yiyelim de karakola gidelim Saadet. Bugünle tam üç gün olacak. İçip içip bir orospunun evinde sızmış olsalar çoktan ayılıp gelirlerdi. Belli ki başlarına bir iş geldi,” dedi. Dudaklarını sıkıp bir süre sustu. Öfkeli gözleri sofrayla kardeşi arasında gidip geldi. Hırsla “Cehenneme direk olasıcalar…” deyip günlerdir tuttuğu gözyaşlarını serbest bıraktı. Saadet ablasını kucakladı, iki kadersiz kadın iç çeke çeke bir süre ağladılar.
Ayten, kızıyla oğlunu okula hazırlamak için evine geçerken karşı bahçedeki kondudan bir kadın seslendi.
“Ayten! Temizliğe gitmediniz mi gı? N’oldu hayurdur?”
“Sorma başımıza geleni Sultan abla! Bizim herifler ortada yok. Saadet’le karakola gideceğiz, sana da seslenecektim. ‘Hayrettin amca da gelsin bizimle, başımızda bir erkek olsun,’ diyecektim.”
“Hayrettün amucan gıza gitti, köğe! Haftaya gelcek. Bekir de mal götürdü Salihli’ye. Du bakam, ben gelem, hele bi anlat da!”
“Ne anlatayım, biliyon hâlimizi. Bu Salih şeytanı pavyona dadanmış. ‘Ayağında giycek donun yok, gül gibi karın var, itlik kopukluk yetti!’ deyince de verdi köteği bacıma. Dur, yapma etme demeye kalmadı, çarptı kapıyı gitti. Benim Halil de peşinden. Günahı boynuna, ‘Billahi ben gitmedim,’ diyor ama benim heriften de işkilleniyordum zaten. Üç gün oldu ses, seda yok geberisecilerden.”
“Vah Vah! Töbe de gıı,” diye dizine vurdu yaşlı kadın. “Gıyamam guzum, niye seslenmediniz. Vallaha ben gıyametleri goparırdım.”
Ayten komşuluktan ziyade annelik gördüğü iki büklüm kadına minnetle baktı.
“Başımızda adamsız karakola da gidilmez şimdi. Napsak?” dedi çaresiz. Yaşlı kadın eliyle kapıyı gösterdi. “Geç hele sen içeri. Koy ocağa gaveleri, çağır Saadeti de konuşalım. Ocakta yemek var, altını gapatıverem bi yol.”
Kadınlar fincanlarını kapattıklarında iki kardeş dertlerini anlatmış, Sultan abla derin bir düşünceye dalmıştı. Gençlerin aman dileyen kızarmış gözlerine bakıp iç çekti.
“Bu işi çözse çözse böyücü Fadime çözer. Nefesi guvvetlidir. Cinlerini o iki dürzüye musallat etti miydi girdikleri delikten sıçan görmüş kedi gibi çıkartır, döndürme böyüsünü de üfledimiydi evlerine tıpış tıpış geri gelirler.”
Kardeşler birbirine baktılar. Ayten’in, oğluna hamile kalmak için büyücüye gitmişliği vardı. Her ikisi de çocuklukları boyunca koyunlarında onları kötülüklerden, nazardan koruyan muskalar taşımışlardı. Yine de kayıp iki adamı kulağından tutup eve getirecek maharette cinleri olan bir büyücüye gitme fikri kadınları ürküttü.
Saadet, “Aman Sultan abla ben çok korkarım o işlerden. Hem çok günahı varmış.” dedi fısıldayarak.
“Günahı benim boynuma olsun guzum, gidin bi yol, yüce rabbim merhametlidir, çaresiz kalmış kulunu bağışlar. Fadime yapsın yapacağını biz yine amucanız dönünce varırız karakolun gapısına. Çocukları merak etmeyin, ben okuldan döndüler mi ünlerim, yedirir, doyurur, eylerim.”
Ayten’le Saadet istemeye istemeye hazırlandı. İçlerinde sıkıntı, bedenleri günlerin üzüntü ve yorgunluğuyla yılgın yola düştüler. “Dolmuştan otogarda inin, dümdüz kabristana yürüyün,” demişti Sultan abla. “Kabristan kapısının karşı sokağına girin. Kime sorsanız “‘Aha da Fadime’nin evi,’ der gösterirler.”
Yol boyunca konuşmadılar. Anlatacak bir şeyleri de yoktu zaten. Anaları, babaları, evleri, kaderleri birdi iki kadının, alıp verdikleri nefes bir olmuştu. Ayten dolmuşta ara sıra uzanıp Saadet’in titreyen, buz tutmuş ellerini sıkıyor, Saadet’se heyecan ve korkusunu bastırmak için bildiği duaları ardı ardına mırıldanıyordu.
Sokağın başına geldiklerinde her ikisi de merak, korku ve kaygının ötesine geçmişlerdi. Kısacık ömürlerini ölüm yokmuşcasına harcamış ruhları saklayan yüksek mezarlık duvarından destek alarak, besmeleyle dar sokağa girdiler.
Tapuları imar affıyla alınmış, derme çatma konduların arsaları üzerine dikilen, kentsel dönüşüm iddiasıyla estetikten ziyade ekonomik gerekliliklerle yükselmiş binaların arasından geçtiler. Sokağın içine girdikçe binalar üstlerine kapanıyormuş gibi hissettiler. İnşaatı süren bir yapının önünde yol biraz genişledi. Öğle sıcağının etkisiyle sokak boştu. Tabelasında Faruk Market yazan dükkânın önüne sandalye atıp oturmuş, elindeki tespihi hızlı hızlı çekmekte olan bakkalı gördüler. Bakkal yaklaşan kadınların adres aradığını anlamış, onlardan önce davranıp içeri kaçmaya yeltenmişti. Ayten hızlı davranıp adamı kapıda yakaladı.
“Hayırlı işler abi! Biz birine bakmıştık…” dedi, adamın ağzını açmasına müsaade etmeden ekledi.
“Fadime Hoca’nın evi neresi? “Bakkal gözlerini kısıp düşündü. “Neden arıyorsunuz, hayırdır?” dedi sakalını sıvazlayarak.
Kardeşler birbirine sokulup şüpheyle bakkalı süzdüler. Sessizlik uzadı, sokağı kapladı.
Sonunda Ayten ters ters, “Bir maruzatımız var, ‘derde derman olur,’ dediler geldik. Bi tarif edersen duacın oluruz,” dedi.
Adamın gergin yüzü birden rahatladı, keyiflendi. Yüzüne muzip, yamuk bir gülüş ekleyerek “Doğrudur, her derde deva, her musibete bela olur, büyük hocadır, evliyadır,” dedi.
Tespihinin akik imamesini sokağın biraz ilerisine uzattı. “Bak, şu mavi badanalı evin yanında bahçeli eski bir ev var. Kapısı demirdir, korkma yumrukla, kulağı ağır işitir.” Kapıyı oğlu açarsa ‘Kara Fatma’yı görmeye geldik, önemli bir mesele, derdimizi yalnız ona söyleriz,’ de. Sakın herife bir şey anlatmayasın. İstemez anası çalışsın, başından savar sizi.”
Kadınlar işaret edilen eve hemen gitmezlerse kaybolacakmış gibi heyecanla baktılar. “Allah razı olsun!” deyip yürüdüler. Onlar bahçeye girene dek bakkal arkalarından eli göbeğinde keh keh güldü.
Bahçe bakımsızdı, hurda eşyalarla doluydu. Paslı demir kapıya, evin badanasız yüzüne bakılırsa cinci hocanın dünyayla meselesi paradan ziyade hayır dua gibi görünüyordu.
Ayten yıllardır zengin evlerini temizlemekten güçlenen elini yumruk yaptı, kapıya vurdu. Çıkan ses nahoş bir yankıyla geri döndü. Kardeşler ürktü. Biraz beklediler, içeriden ses gelmeyince Ayten tekrar yumruğunu kaldırdı. Tam vuracakken kapı aralandı. Bakkalın bahsettiği huysuz evlat aralıkta durmuş çatık kaşlarıyla kadınları inceliyordu.
“Kime baktınız?”
Ayten içeri girmeye kararlı bir sesle, tembihlendiği şekilde “Kara Fatma’yı göreceğiz, mühim mesele. Faruk Bakkal tarif etti. Al kardeşim bizi içeri, işimiz acil,” dedi.
Genç adam kısa bir süre düşündü, iki kadını baştan ayağa süzdü. “Bekleyin!” deyip kapıyı yüzlerine kapattı.
Saadet metal kapının sesiyle yerinden sıçradı. Yay gibi gerilmiş sinirleri boşalan kadın eşiğe çöküp ağlamaya başladı. Ayten kardeşini kaldırmak için eğilmişti ki kapı tekrar açıldı. İki kadın ayağa fırladı, iri yarı adamın yanından içeri süzüldüler.
***
Ayten ve Saadet için çıkıp geldikleri gecekondu semtinden sonra bu sokak, kendilerini yabancı hissedecekleri bir yer değildi aslında. Temizliğe gittikleri lüks rezidanslara, villalara hatta teknolojinin son nimetlerinden nasibini almış ofis ve bürolara alışıklardı. Ancak cinci hocanın mekânı hiç de bekledikleri gibi bir yer değildi. Bina dışarıdan ne kadar bakımsız ve eskiyse içerideki durum tamamen tersiydi. Yerde modern desenli, büyük bir halının serili olduğu holden geçip klima marifetiyle soğutulmuş çiçek kokan bir bekleme odasına alındılar. Burası Ayten’e temizlik için gittiği estetik kliniğinin bekleme odasını anımsattı. Gözleri duvarlarda sağlıklı yaşam görselleri aradı, ancak bunlar yerine soft renklere boyanmış baskı tablolar buldu. İki kardeş deri koltuklara eğreti ilişip tedirgin bakışlarla etrafı incelediler. Son üç gündür yaşadıkları üzüntü ve uykusuzluk ikisini de sağlıklı düşünemez hale sokmuştu.
Bekleme süresi sessizce uzarken odanın serinliği, renklerin ve koltukların yumuşaklığı ikisine de iyi geldi. Gevşeyip tuhaf bir şekilde rahatladılar. Saadetin göz kapakları yavaşça pürüzsüz yanaklarına indi. Uykuyla uyanıklık arasındaki huzurlu dünyası Ayten’in sesiyle dağıldı.
“Saadet hadi!”
Önde Fatma Hoca’nın iri kıyım oğlu, arkada birbirine sokulmuş kardeşler üst kata çıkan taş merdivenleri tırmandılar. Önünden geçtikleri odalardan birinin kapısı aralıktı. Ayten içeriye kaçamak bir bakış attı. İçeriden hafif bir inleme sesi duyuldu. Bitişikteki odaya buyur edildiler. Burası büyü yapan, efsun bozan Fatma Hoca’dan çok, gayrimenkullerinizi güvenle ve tam da piyasadaki değerinde satmayı garantileyen modern bir emlakçının ofisine benziyordu. Tamamen beyaza boyanmış odanın duvarlarında Afrika’dan getirildiği belli masklar ve boynuzlar, yerde el dokuması pahalı bir İran halısı vardı. Arkalarından gelen kalın bir kadın sesiyle irkildiler.
“Hoş gelmişsiniz hanımlar?”
Ayten ve Saadet ellili yaşlarda, kısacık saçlı, esmer güzeli kadına hayretle baktılar. Üzerinde siyah bir pantolon, kollarını dirseklere kadar kıvırdığı beyaz, tertemiz bir gömlek vardı.
Ayten hayretle “Fatma Hoca siz misiniz? Yanlış gelmiş olmayalım,” dedi.
Kara Fatma, kadınların tedirgin olduğunun fark etmişti. Esmer, bakımlı elleriyle masasının karşısındaki koltukları işaret ederek “Aradığınız Fatma benim efendim, buyurunuz. Endişe etmeyin burada misafirlere her zaman iyi davranılır,” dedi. İnceltmeye çalıştığı kelimelerin arasına saklamak için epey uğraştığı doğu ağzı kendini hissettiriyordu.
Masasına geçip oturdu. Az önce sofradan kalkmış olacak ki ara sıra diliyle dişlerinin arasını yokluyordu.
“Demek sizi buraya Faruk Bakkal yolladı?” dedi bir kaşını kaldırarak.
Ayten atıldı “Yok aslında Sultan abla bahsetti sizden. ‘Derdinizi çözse çözse o çözer,’ dedi.”
Fatma Hoca dudağını büktü. “Sultan? Çıkaramadım… Neyse, anlatın bakalım neymiş derdiniz.”
Ayten odanın tertip düzenine ağzı açık, hayranlıkla dalan kardeşinin dizine dokundu. Yutkunarak “Kocalarımız kayıp,” dedi. Boğazı kurumuştu.
Fatma hoca masadaki bir düğmeye bastı. İçeri gençten bir delikanlı girdi.
“Oğlum bize su ve çay getir. Çayın yanına da bir şeyler uydurun, hadi.”
Ayten acıyan gözlerini yumup devam etti. “Saadet’le kardeşiz, temizlik şirketinde çalışıyoruz. Kocalarımız da kardeş, inşaat işçisi. Üç gün önce Salih, Saadet’i…” Sözünü tamamlayamadı. Yaşaran gözlerini kırpıştıran, çenesinin altında rengi artık yeşile dönen beresini eliyle saklamaya çalışan kardeşine sevgiyle baktı.
“Dövdü mü?” dedi kaş çatarak Kara Fatma. İfrit olurum sopa atan adama!” Sesi daha da kalınlaşmış, şivesi aslına dönmeye meyletmişti. Yumruğunu sıkıp masaya vurdu. Kadınlar sıçradılar.
“O sana vururken eliniz armut mu topluyor bacım? Sen de çaksaydın çenesine bi tane?”
Saadet şaşkın, “Aman Hoca’nım, kadın kuvvetiyle erkek kuvveti bir mi?” diyecek oldu. Fatma Hoca iyice hiddetlendi. “Ya bu herifler zurrrna gibi sarhoş gelmiyor mu eve? Geliyor. Sızıp zıbarrr mıyor mu? Zıbarıyor. Alacaksın eline kazma sapını, yer misin yemez misin? Kırık kolla, bacakla bak bakalım bir daha sana el kaldırabilir mi? Hele bir kaldırsın, bir dahaki sefere kıracaksın kafasını, yollayacaksın eşşşek cennetine!” Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Sol yanağında ince beyaz bir yara izi ağzının kenarından kulağına doğru belirginleşti. Sinirden titreyen eliyle izin üzerini ovuşturdu. Derin bir nefes alıp gözlerini kapadı. Bir süre kimse konuşmadı. Yan odada bir şeyler devrildi.
Ayten cesaretini toplayarak “Hoca’nım ocağına düştük, nefesin kuvvetliymiş. ‘En maharetlisinden cinleri var,’ dedi Sultan abla. Elini ayağını öpelim bizim herifleri bul!” dedi.
Kadın hayretle gözlerini açtı. Sessizliği Kara Fatma’nın bir erkeği aratmayan kaba kahkahası izledi. Kapı vurulana dek durup durup güldü kadın. Ayten cinlere karışanların tekin olmadığını hep duyardı da böylesine ilk defa şahit oluyordu.
Çaylar dağıtılıp odada tekrar yalnız kaldıklarında Kara Fatma kadınlara doğru eğilip fısıltıyla “Allah’ın sevdiği kuluymuşsunuz,” dedi. “Sizi buraya gönderenler de iki mübarek insanmış. Alimallah tez vakitte kocalarınıza kavuşacaksınız.” Öne eğilip ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Yalnız sizden isteklerim olacak.”
Saadet heyecanla “Ne istersen Hoca’nım, kenarda üç beş kuruşumuz var, kurban istersen onu da bağışlarız…”
Fatma hoca elini istemez anlamında kaldırdı. “Burada sizin paranız geçmez kardeşlerim. Bu mesele yüce rabbimin türlü tesadüfleriyle bana hayır kazandırmak için önüme çıkardığı bir fırsattır.” Masasından bir not kâğıdı çekti önüne “Buraya kocalarınızın adını, soyadını, adreslerinizi yazın bakalım.”
Ayten uzatılan kâğıt kalemi alıp sehpanın üzerine kapandı. O istenilenleri yazarken Fatma Hoca gözlerini tavana dikmiş düşünüyor, belki de çoktan farklı boyuttaki, sayıları belirsiz yoldaşıyla hasbihâl ediyordu.
İsim ve adreslerin yazıldığı kâğıdı aldı, çekmecesine koydu. Kadınlara uzun uzun bakıp kâh kaş çatarak, kâh iç çekerek düşündü.
“Bacılar aman isteyip geldiniz, ben de kabul ettim, emriniz başım üstüne. Şimdi içiniz rahat evinize gidin. Yalnız sizden birkaç isteğim var demiştim ya…”
Kardeşler “Buyur hocam!” deyip öne uzandılar.
“Evinize dönünce her köşeyi sirkeli sularla güzelce sileceksiniz büyü varsa diye.”
Saadet atıldı “Elma mı olsun hocam, üzüm mü?”
Kara Fatma iç çekti, “Fark etmez bacım!” dedi sertçe. “Sözüme kesme! Ne diyordum… evi temizleyip paklayın güzelce. Gece bir mum yakıp evdeki aynanın karşısına geçilecek, parmağınızı tükürükleyip aynaya uğursuz kocalarınızın ismini yazacaksınız.”
Artık kulağına neler fısıldanıyorsa kendi kendine güldü. “Ezbere bildiğiniz en uzun sureyi altmış kere okuyup…” Dişinin arasına takılan şeyi diliyle kurcaladı “…Allah’ın izniyle Babaganuş Efendi hazretleri ve Fatma anamızın maharetiyle eve dön ey koca!” diyeceksiniz. Sonra sağ tarafınıza yatıp rahatça uyuyun. Bu üç gün yapılacak. Dördüncü günün sabahında dönecekler… Eve girdiklerinde güzel karşılayın, hoş muamele edin. Olurrr da size yine celallenir, el kaldıracak olurlarsa yüzlerine karşı, ‘Ya Allah, ya Muhammed! Kara Fatma’nın sana selamı var!’ diyeceksiniz. Allah’ın izniyle bu laf onları kuzuya çevirecek.”
Kardeşler hayır dualar ede ede Fatma Hoca’nın mekânından ayrıldılar. Endişe ve merakla geldikleri sokak kalabalıklaşmıştı. Bakkal, dükkânı dolduran çocuklarla meşgul olduğundan onları fark etmedi. Gelirken uzayıp daralan yollar, dönüşte ferahlamış, başka bir dünyanın efsunlu ışığıyla aydınlanmıştı. Evlerine içleri rahatlamış olarak girdiler. Önce birer kahve içip Sultan ablaya olanları anlattılar sonra dibi köşeyi sirkeli sularla silmeye giriştiler.
Üç gün boyunca arı gibi çalışan kadınlar evleri dışında kapı önlerini, bahçeyi bile pırıl pırıl etmişlerdi. Ovaladıkları her kap kacakla, yıkadıkları her parça kumaşla hem ruhları hem kafaları rahatladı. Geceleri mumun titreyen ışığında ürpererek ettikleri dualara o kadar güvenmişlerdi ki hayatlarının en huzurlu uykularını uyudular.
Kara Fatma’yı ziyaretlerinin dördüncü günü sabahı bahçe kapılarının önünde camları filtrelenmiş, büyük siyah bir araç durdu. Aracın kayarak açılan yan kapısından yüzü gözü yara bere içinde iki adam indi. Pencerede nöbet tutan Saadet kolu alçılı, topallayarak kendini eve sürükleyen kocasını tanıdı. Koşup sevinçle kapıyı açtı.
“Hoş geldin Salih! Pek merak ettim, nerelerdeydin?” dedi heyecanla. Canı yaralarından dolayı epey yanan adam sinirliydi.
“Kes lan! Gir içeri, zaten canım burnumda!” diye hırladı korkmuş karısına. Kadın koşup boynuna sarılmak isteyince de sağlam kolunu havaya kaldırdı. Köteği yiyeceğini anlayan genç kadın dimdik dikilip sesini yükselterek “Ya Allah, ya Muhammed! Kara Fatma’nın sana selamı var zalim koca!” diye seslendi.
Lafı duyan adam cin çarpmışa döndü. Kaldırdığı eli bir süre havada asılı kaldı. Sonra görünmeyen bir güç kolunu zorla indiriyormuş gibi acıyla yüzünü buruşturdu. Yaralı koluna, aksayan bacağına baktı. “Olur hanım!” dedi. “Sen ne diyorsan o! Yalnız bana bir çorba yapıver, çok bitkinim.” Şaşkınlığı yüzünden okunan Saadet sevinçten çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Duaları kabul olmuş, eri bambaşka bir adam olarak eve dönmüştü.
***
Bir ay sonra kocalarının kırıkları, yaraları iyileşmiş, ancak kadınlar ne yaptılarsa adamların ağzından başlarına ne geldiğiyle ilgili tek kelime alamamıştı. Salih ve Halil her sabah inşaata gidiyor, akşamları tıpış tıpış evlerine dönüyorlardı. Ara sıra sesleri yükselecek olsa, Kara Fatma’nın selamı öfkeli yüzlerine vuruyor, adamları süt dökmüş kediye çeviriyordu.
Kız kardeşler izin gününde Sultan ablanın bahçesinde oturmuş keyifle çay içiyor bir yandan da değişen hayatları üzerine sohbet ediyorlardı. Sultan ablayı en çok şaşırtan şey Cinci Fatma’nın kızlardan beş kuruş para talep etmemesiydi. Dünyada hiçbir iyilik karşılıksız kalmamalıydı ki öte dünyada cennetin kapıları açıldığında borçları önlerine set olmasın. En azından bir kurbanlık horoz kestirmeli, gidip teşekkür etmeliydiler.
Sultan ablayı haklı bulan kadınlar ellerinde henüz kanı donmamış kurbanlık horozu koydukları torbayla Kara Fatma’nın sokağına girdi. Tam adres sordukları bakkalın önünden geçmişlerdi ki, adam arkalarından seslenerek onları durdurdu. Bakkalın bir bacağı alçıdaydı. Kadınları yanına çağırdı, kaldırıma yaklaştılar.
Adam kadınları yeniden gördüğü için memnun, “Kaç zamandır bir daha geçseler de helallik dilesem diye bekledim. Hemşire, o gün ben size yanlış adres tarif ettim, affedin. Cinci Fadime’yi sordunuz, ben size Kara Fatma’nın evini gösterdim. Cinci Fadime düşkün, kendine hayrı olmayan bir fakirdir. Geçim için muska yazar, okur, üfler. Kara Fatma…” Susup bacağını ovaladı “…belalıdır. Haraç, para tahsilatı, pis işlerle uğraşır. Bir gün önce de adamları benden haraç istemişti. Gönülsüz verdim. Sizi de oyun ederim, az eğlenirim diye oraya yolladım. İnşallah başınıza bir bela musallat etmemişimdir.”
Ayten ve Saadet ağızları şaşkınlıkla açık, bir bakkala bir Kara Fatma’nın evine bakakaldı. İki kardeş kocaları sofrada horoz suyuna salınmış mis gibi pirinç pilavını kaşıklarken bu tuhaf kadının onların vesilesiyle bundan sonra ömrünü hayra vakfetmesini diledi.