1940’ların Kara Filmlerinden Günümüz Sinemasına Femme Fatale Karakterlerinin Evrimi
“Romantik olarak ilişki kurduğu herkese felaket getiren baştan çıkarıcı ve güzel kadın.”
Britannica sözlük femme fatale kavramını böyle açıklıyor. Türkçeye ‘öldürücü/ölümcül kadın’ olarak çevirebileceğimiz Latince kökenli Fransızca bir deyim olan femme fatale kökenlerini mitolojiden kutsal kitaplara; gerçek tarihsel kişiliklerden sinema ve edebiyatın kurmaca karakterlerine, farklı kaynaklarda bulan çok boyutlu bir toplumsal, tarihsel, kültürel ve psikanaliz bir olgu. İncil’de ve Kabala öğretisinde zamanla bir şeytana dönüşen Lilith; yine İncil’de rastladığımız Salome, Jezebel ve Delilah ile Türk Mitolojisi’nde yer alan Al Karısı dinsel, mitolojik folklorda yer etmiş femme fatale öncüleri arasında yer alıyor. Keza Kleopatra’dan Roma imparatoru Claudius’ın karısı Messalina’ya ve Rönesans Dönemi İtalya’sına damgasını vuran Borgia ailesinden Lucrezia Borgia da femme fatale olgusunun şekillenmesine katkıda bulunan tarihi kişilikler.
Femme fatale, dinsel, mitolojik ve kültürel olarak kadınları, özellikle de fiziki olarak güzel kadınları günah, baştan çıkarma ve kötülükle özdeşleştiren bir dizi önyargıdan beslenir. ‘Dışı güzel – içi kötü’ ikilemi üzerine kurulu olan bu olgu eleştirel (ve feminist) bakış açısı ile değerlendirildiğinde erkeğin fantezi dünyasında şekillenen seksist bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Erkeğin cinsel fantezisinin bir ürünü olan femme-fatale aynı zamanda onun zayıflığının da bir yansımasıdır ve zamanla da kabusuna dönüşür.
Öte yandan femme fatale kadınlığını; daha net bir ifadeyle cinseliğini kullanarak toplumsal yaşamda avantaj elde etmek için erkeği alt eden ve bu sayede de kadının politik-toplumsal paradigmayla sınırlandırılmış yaşamını zincirlerinden kurtaran zeki ve başarılı bir karakter olarak da değerlendirilir. Bu açıdan bakıldığında femme fatale geleneksel ve edilgen kadın rolüne bir başkaldırı olarak da görülebilir. Femme fatale olgusunun toplumsal, kültürel ve politik bağlamının oluşmasında kadın bağımsızlığının mevcut düzeni tehdit eden bir anomali olarak görülmesi ve güzel, hırslı ve etkili kadınları kötü/ahlaksız olarak göstererek ataerkil yapının devamın sağlanmaya çalışılması da etkili olmuştur denebilir.
Dolayısıyla femme fatale bir yanıyla ahlaki-kültürel-toplumsal normlar bağlamında kadına dair tüm olumsuzlukları kendinde toplayan bir arkatip olurken diğer yanıyla zekası ve güzelliği ile de belirli hayranlığın bir nesnesi olur. Bu yüzden de femme fatale olgusunu anlamak için sadece güzellik ve cinsellik yeterli olmaz; zeka ve akıl da önemli bir rol oynar.
Sinema ve Femme Fatale: Film-Noir ve Kara Dulların Altın Çağı
Yazının giriş bölümünde de ifade etmeye çalıştığım üzere femme fatale kökenleri tarihsel mitolojide bulan, klasik Yunan sanatından romantik döneme edebiyat yapıtlarında görülen bir olgu ama popüler bir hale gelmesi; neredeyse günlük yaşamda da kullanılan bir deyime dönüşmesi dedektif/polisiye ve suç/gerilim edebiyatı ve özellikle de bu edebiyatın bazı örneklerinin sinema tarihinde iz bırakan film-noir (kara film) uyarlamaları sayesinde gerçekleşir. Özellikle de filmlerde dramatik yapıyı güçlendirmek için yoğunluğu azaltılmış ışık kullanımı yüzünden film-noir olarak tanımlanan bu türün klişelerinden birine dönüşmesi femme fatale olgusunu popüler kültüre dair ilgi çekici bir fenomen haline getirir.
Film-noir Büyük Buhran ve ardından başlayan II. Dünya Savaşı’nın karanlık ve karamsar ortamında vücut bulmuş; Hollywood’un ‘Amerikan Rüyası’nı körükleyen genel iyimserliğinin bir anti-tezi olarak kendine özgü kuralları ve karakteriyle sinema tarihinde özel bir yere sahip bir türdür. Gerilim, polisiye ve melodrama türlerine yoğun psikolojik, politik ve varoluşsal öğelerin eklenmesiyle de kendine has ayrı bir tür oluşturan film-noir 1940ların tarihsel, politik ve kültürel bağlamında anlam kazanır ve bu özgünlüklerinden biri de femme fatale karakterleri popülerliğe taşımasıdır. Peki film-noir ve femme fatale arasındaki ilişki nedir ve niçin ve nasıl femme fatale karakterleri büyük oranda film-noir ile özdeşleşmişlerdir?
‘Kurt puslu havayı sever’ misali karanlık karakter olan bir femme fatale için avını avlayacağı en iyi ortamlar da şehrin karanlık arka sokaklar, yeraltı dünyası, loş gece kulüpleri, kumarhaneler ve batakhanelerdir. Ayrıca fiziksen değil ruhsal ve psikolojik olarak puslu/karanlık ortamlar da (dağılmış aileler, mutsuz evlilikler, varoluş krizinin eşiğindeki kaybedenler) femme fatale karakterlerin faaliyet alanlarını oluşturur. Film-noir türündeki filmlerin atmosferi, mekanları, karakterleri ve zina/suç/cinayetten oluşan olay örgüleri femme fatale için mükemmel bir ortam sunar. Dolayısıyla da Dashiell Hammett, Raymond Chandler ve James M. Cain gibi bu türün önemli isimlerinin Büyük Buhran sonrası Amerikan Toplumu’nun ve şehirlerinin (özellikle Los Angeles) arka sokaklarında ve arka kapılar ardında görülen suçları ve yolsuzluklarını konu alan kitapları film-noir için mükemmel bir kaynak olmuştur. Üslup olarak 1930’ların gangster filmleri (Little Caesar – 1931; The Public Enemy – 1931; Scarface – 1932; Angels with Dirty Faces – 1932) bu filmleri önemli ölçüde etkilemiştir. Ayrıca Avrupa’dan ABD’ye kaçan Avrupalı yönetmenlerin Cinema d’Art, Alman Ekspresyonizm ve Fransız Şiirsel Gerçekliği gibi akımların etkisiyle oluşturdukları üslup da film-noir üzerinde derin etkiler bırakır.
Sinemada Femme-Fatale Olgusunun Evrimi
Sanata ve sinemaya dair her olguda olduğu gibi femme fatale karakterinin evrimi de içinde bulunduğu tarihsel, kültürel ve ekonomik-politik dönemlerle şekillenir. Sessiz dönemde Kleopatra veya Mata-Hari gibi tarihsel kişilikleri ele alan öncü femme fatale filmleri 1940’lar ve 50’lerle beraber en popüler ve altın çağını yaşar. Bu dönemin en önemli kara filmlerinin femme fatale karakterleri de neredeyse birer sinematografik mite dönüşürler. Barbara Stanwyck (Double Indemnity, Billy Wilder – 1944) Mary Astor (The Maltese Falcon, John Huston – 1941), Ava Gardner (The Killers, Robert Siodmark – 1946), Rita Hayworth (Gilda, Charles Vidor – 1947 ve The Lady From Shanghai, Orson Welles – 1947) sinema tarihine canlandırdıkları femme fatale karakterlerle damga vururlar.
Savaş sonrası feminist hareketlerin güçlenmesi ve kadınların özgürleşmesi sinemayı, sinemadaki kadın karakterleri ve dolayısıyla da femme fatale karakterleri etkiler. 1950’lerin sonu itibariyle artık eskisi gibi popüler bir tür olmayan film-noir etkisini diğer türlerde üslup ve stil alanlarında olduğunu gibi farklılaşmalarına karşın femme fatale karakterlerin varlığıyla da gösterir. İlgi çekici bir şekilde femme fatale karakterler ve film-noir (neo-noir olarak) 1980ler ve 90lar sinemasında geri döner. Lawrance Kasdan’ın mütevazı bir neo-noir kült örneğine dönüşen Double Indemnity esinli 1981 tarihli Body Heat filmi sadece Matty Walker rolünde Kathleen Turner’ı bir yıldız konumuna yükseltmekle kalmaz; aynı zamanda noir türünü yeniden gündeme getirir.
O yıllardaki neo-liberal dönüşüm toplumsal ve ekonomik alanda önemli sonuçlar doğurmuştur ve elbette sinema bu değişime kayıtsız kalmamıştır. Bu bağlamda sinema femme fatale karakterlerini neo-liberal dönemin yeni sosyo-ekonomik topoğrafyasının en belirgin unsuru olan ‘yuppie’ kimliğine büründürmüş; değişen cinsel politikanın da etkisiyle ortaya yeni bir femme fatale ortaya çıkarmıştır. Bu dönemin sembol yapıtları olarak değerlendirilebilecek üç filme baktığımızda, Fatal Attraction (Adrian Lyne – 1987), Basic Instict (Paul Verhoeven – 1992) ve Disclosure (Barry Levinson – 1994), güçlü, kariyerli, yuppie sayılabilecek femme fatale karakterlerle karşılaşırız. Geçmişte olduğu gibi erkekleri manipüle etmek için planlara, ince oyunlara ihtiyaç duymaz bu kadınlar. Keza hedef aldıkları erkekten her anlamda daha güçlüdürler. Toplumsal statülerini sağlamak ve hedeflerine ulaşmada erkeklere ihtiyaç duymazlar. Onlar sadece oyun alanlarında kullandıkları bir piyondur. Tüm bu filmler erkek cinsel fantezisinin nasıl derin bir kabusa dönüştüğünü çok sert bir biçimde aktarır beyaz perdeye. 1994 tarihli kült statüye yükselmiş The Last Seduction’da Linda Fiorentino tarafından canlandırılan Bridget karakterini de bu bağlamda ele almak mümkündür.
Gus Von Saint’in Nicole Kidman’ın Suzanne Stone karakteriyle eski dönem femme fatale karakterleri hatırlaran To Die For (1995) filmi de içinde suç öğelerini barındırsa da ilgi çekici bir karadul draması olarak hedefleri doğrultusunda bir erkeği cinselliğiyle baştan çıkaran hırslı femme fatale mitine çağdaş bir yorum olarak dikkate değerdir.
Brian De Palma’nın 2002 tarihli erotik-gerilim ve kara film (film-noir) türlerinin kesişim noktasında yer alan adıyla müsemma Femme Fatale başlıklı filmiyle teknik ve görsel açıdan onu sinema tarihine damga vuran yönetmenlerden biri yapan ‘saf sinema’ anlayışıyla ve ustası Hitchcock’a referanslarıyla dikkate değer bir yapıt ortaya koyar. Buna karşın metinsel anlamda bu türün tarihine bir saygı duruşundan ziyade bir tür popüler pastiş olarak değerlendirilebilir.
Post- neo noir olarak adlandırılacak dönemin femme fatale karakterleri, örneğin Nikita, Kill Bill’in katilleri, sert, acımasız ve yoğun şiddet eğilimli birer tetikçi, çete lideri, mafya üyesine dönüşürler. Kadınlık ve cinsellikleri ikinci plana atılırken (hepten atılmaz – cinsellik dozu belirli bir seviyede korunur) fiziksel güçleri; yakın dövüş ve silah kullanma becerleri ön plana çıkarılır.
Yine post- neo noir dönemin bir diğer özelliği de genel anlamda film-noir referansları yapılsa da femme fatale karakterlerin belirsiz profillere sahip olmalarıdır. Son dönemin popüler suç edebiyatına damgasını vurmuş İsveçli yazar Stieg Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız seri-romanından uyarlanan filmlerin ana karakteri hacker Lisbeth Salander travmatik geçmişinin etkisiyle cinsel suistimalde bulunan erkeklerden intikam alırken bir yanda da suçların çözülmesine bilgisayar dehasıyla yardımcı olur.
David Fincher’ın yönettiği Gone Girl (2014) filminde Rosamund Pike tarafından canlandırılan Amy Dunne erkek düşmanı psikopat-sosyopat bir femme fatale adayı olarak karşımıza çıkar.
Promising Young Women (Emerald Fennell, 2020) tecavüze uğrayan arkadaşının intikamı almak için bir femme fatale olan Cassandra Thomas’ın ‘karadullaşma’ sürecini anlatır.
Son dönem femme fatale karakterleri düşündüğümüzde bir parantezi de bir film değil bir dizi için House of Cards için açmalıyız. Robin Wright’ın ekranda hayat verdiği Claire Underwood hedefleri uğruna her şeyi yapmaya hazır güç obezi hırslı bir karakter olarak bize Lady Macbeth’i hatırlatır.
Ben 1940 ve 50’lerin kara filmlerinin gerek metinsel derinlikleri gerekse de stilize üslupları dolayısıyla sinema tarihinde çok özel bir yere sahip olduğunu düşünürüm. Klasik dönemin ardından, başka bir deyişle film-noir altın çağının sona ermesinden sonra toplumsal, politik ve kültürel dönüşmelere paralel olarak evrim geçiren femme fatale olgusunun amiyane tabirle bu karakterlerin karizmasını çizdiğine inanırım. Klasik dönem bize tüm kötülükleri ve şeytanilikleri yanında zarif, şık ve rafine karakterler sunar. Gilda’da Rita Hayworth ile Basic Instict’teki Sharon Stone’u kıyaslayın; ne dediğimi anlayacaksınız.