Saatine baktı, 22:00 olmuştu neredeyse. “Boşver barı,” dedi içinden bir ses, “yürü git evine.” İşyerinden Ayrancı’daki evine yarım saatlik bir yürüyüşle rahatça gidebiliyordu. Şöyle akşam serinliğinde bacaklarını esnete esnete yürümek fena olmazdı aslında. Bu hafta spor salonunu da aksatmıştı, iyi gelirdi kısa bir akşam yürüyüşü. Dudaklarının arasına bir sigara yerleştirip yaktı. Ellerini cebine sokup vurdu kendini yola. Kafasının içinde halen son üç haftadır uğraştığı ihale dosyası dönüp duruyordu. Caddenin kalabalığında hafta sonunun ve açık havanın neşeli etkisi hissediliyordu. Kavşaktaki alt geçitten geçerek Meclis Parkı’na yöneldi. Yıllardır alışık olduğu parkın köpeklerini gördü hemen girişte. Birileri kocaman kemikler vermişti, yattıkları yerden keyifle kemiriyorlardı. Bir, ikisinin başını okşadı ve yanlarından geçip ağaçların arasından ilerlemeye devam etti. Köpekler kalkıp eşlik etmeye zahmet etmediler bile.
Parkın ortalarında, “Abla, hişşt, abla!” dedi bir ses. Önce duymazdan geldi, yürümeye devam etti. Israrlı ses iyice dibine kadar yaklaşınca arkasını döndü ve üstü başı dökülen, on beş, on altı yaşlarında bir çocukla karşılaştı. Gözleri kaymış, kafası kıyaktı. Daha önce gördüğü bir tip değildi. Bu parkta genelde orta sınıf ailelerin ergen çocukları kaykay biner, kuytularda bira ve sigara içerlerdi. “Abla paran var mı, açım abla!” dedi çocuk.
“Gel şuradan yemek alayım sana,” dedi Bilge tereddüt etmeden. Prensip olarak yardım için para vermeyi değil, ihtiyaç gidermeyi tercih ederdi.
“Yemek alma abla, para ver,” dedi çocuk.
“Yemek istiyorsan gel, para mara vermem,” dedi ve arkasını dönüp yürümeye devam etti Bilge. Çocuk koluna yapıştı.
“Abla, para ver!”
“Hoop!” diye sertçe kolunu çekti Bilge, “Ağır ol, eline koluna hâkim ol! Para vermem dedim!”
Ağaçların arasından zombi gibi iki oğlan daha çıktı bu sefer. Boyları biraz daha uzundu, muhtemelen bir-iki yaş daha büyüktüler. Esmer, zayıf, pejmürde tiplerdi. Birinin elinde ağzını sımsıkı tuttuğu bir poşet vardı. Diğerinin elleri cebindeydi. Bilge’yle çocuğa doğru yaklaşıyorlardı. Bilge’nin nabzı hızlandı, kalp atışları göğüs kafesinden şakaklarına doğru tırmanmaya başladı. “Aha!” dedi içinden, “Şimdi s*çtık!”
“Abla, para ver!”
“Bana bak çocuk, seni döverim. Yemek istiyorsan gel, istemiyorsan s*ktir git şuradan, benim asabımı bozma akşam akşam!” diyerek tekrar arkasını döndü, yürümeye çalıştı. Ama arkasından bir el çantasının askısını sertçe çektiği için yürüyemedi, geriye doğru sendeledi. Diğer iki oğlan da yetiştiler, önünü kesip üç taraftan çevrelediler Bilge’yi. Artık bir şey söylemiyor, sadece feri kaymış gözlerini dikmiş bakıyorlardı. Bilge’nin bedeni yay gibi gerilmiş, adrenalin bombasına dönmüştü. İki bacağının üzerinde duruşunu dengeledi, hafifçe yaylandı, omurgasını dikleştirdi. Zihninden düşünceler ışık huzmeleri gibi akıyordu: “Para verip kurtulayım mı, yoksa şunlara ağız burun dalayım mı?”
[Bilge para mı versin, kavgaya mı girsin?]
Karar Ver!