Voyvoda III. Vlad Tepeş, Kont Drakula ya da Kazıklı Voyvoda genellikle seri katil olarak gündeme gelir. Ancak birçok seri katil uzmanının bu hususta hemfikir olmadıkları gözlemlenmektedir. Ben de, kendisinin seri katil olarak adlandırılmayacağını düşünmekteyim. Karakteristik özelliklerine bakacak olursak, kendisini tipik bir sadist olarak adlandırmak doğru olur. Birçok kişinin ölümüne sebep olduğu da şüphesizdir. Ancak arada çok ince bir çizgi var. Seri katiller zevk uğuruna öldürürken, Kazıklı Voyvoda gibi liderler ve diktatörler siyasi çıkar ve başkalarına karşı gözdağı vermek için öldürürler. Şayet Kazıklı Voyvoda’yı seri katil olarak kabul edersek, Adolf Hitler’i de seri katil kategorisine koymamız gerekir ki bu çok yanıltıcı olur. Bu tür diktatörlerin öncelikli amacı zevk için öldürmek değildir. Daha önce belirttiğim gibi farklı etkenlerden ötürü öldürür veya öldürtürler. Kazıklı Voyvoda’nın diğer özelliği ise, kimi otoritelere göre, yazar Bram Stroker’ın ölümsüz eseri “Dracula” için esin kaynağı olmasıdır. Ancak bu da tatışmaya açık bir iddiadır. Belki Vlad seri katiller için bir ilham kaynağı değildi ama farklı bir açıdan değerlendirecek olursak, seri katillerin vampirleri rol model olarak aldıkları daha gerçekçi bir yaklaşımdır.
Aristokrat bir ailenin çocuğu olan Vlad, Romanya’nın Transilvanya şehrinde dünyaya geldi. 15. yüzyılın ortalarında ise kötü namını her yerde duyurmaya başladı. Esir aldığı askerlere işkence yaparak öldürdüğü, askerleri kazığa oturttuğu ya da canlı canlı kaynar suya attığı rivayetler arasındaydı. Kimi kaynaklara göre kurban sayısı on binler ile anılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, kendisini durdurmayı başarmıştır. Dolayısıyla daha da büyük bir katliamın önüne geçilmiş oldu. Ancak, dediğim gibi, Kazıklı Voyvoda’yı seri katil kategorisine sokacak olursak, başka çağlardan ve imparatorluktan olan birçok hükümdarı da aynı kategoride saymak zorunda kalırız.
Avrupa, büyük savaşların ve vebanın ardından, tekrar kalkınma çabasındaydı. Ticari ilişkiler tekrar kalkınmaya yol açarken, İtalya’da başlayan rönesans akımı ile sanatsal kalkınma da başlamıştı. Rönesans birçok sanatkârı ortaya çıkartmıştır. Leonardo da Vinci bunlardan bir tanesiydi. Ancak kalkınma, ressamlar ile sınırlı değildi. Gerçi Leonardo da Vinci örneğinde olduğu gibi birçok sanatkâr aynı zamanda birer mucitti. Orta Çağ’da mucitlerden bahsediyorsak, ilk akla gelen isimlerden bir tanesi de şüphesiz Johannes Gutenberg’tir. 1447 yılında hareketli parçalar ile yazı baskısını Avrupa’da başlatan Gutenberg, buluşu ile modern dönemin en önemli olayına, matbaa devriminin başlangıcına yol açmıştır. Sadece matbaacılığı icat etmekle kalmamış, aynı zamanda insanların kendi gelişimi için çok büyük bir adım atmıştır. Rönesanstan bahsediyorsak, bilim için önemli buluşlara imza atan Galileo’yu unutmamak gerekir. Galileo ile birlikte, dünyanın yassı olmadığını öğrendik. Teleskop icadı ile yıldızları araştırmaya başladık. Gutenberg sayesinde ise bu bililmsel keşifler, kitaplar aracılığıyla hızla
insanlara ulaştı. Ancak bir yandan doğayı keşfederken, insan bedeninin nasıl çalıştığına dair de ciddi keşifler yapıldı. 1628’de William Harvey kan dolaşımını açıkladı.
Filozoflar kiliseye karşı direnişe geçtiler. Luther, Protestan ayaklanmasını başlattı. Katolik kilisesi ise kitapları yakarak bu ayaklanmaya karşılık verdi. Ama insanların öğrenme açlığı karşısında fazla direnemedi. Bilim bir tür moda akımına dönüştü. İnsanlar yeni ülkeler ve yeni kültürleri keşfetmek için yollara düştü. Ancak bu yolculukların daha çok sömürmek için olduğu, sonradan anlaşıldı. Endüstriyel gelişim ile birlikte bilimsel gelişim de durdurulamaz bir hızla yol alıyordu. Özelikle adlî bilim ile ilgili gelişim çok hızlıydı. 1590’da iki Hollandalı kâşif, adlî bilimi de yakından ilgilendiren bir buluşa imza attılar. Zacharias Janssen ve oğlu Hans Janssen’in geliştirdikleri lens, daha sonradan Anton van Leeuwenhoek tarafından mükemmelleştirilerek, bugün bildiğimiz haliyle mikroskopu bize armağan etmişti. 1609’da Fransız bilim adamı Francois Demelle, el yazısı karakteristikleri üzerine ilk kez çalışmalar yayınlarken, Almanya’daki Leipzig Üniversitesi adlî tıp ile ilgili kurslar açtı. Yine aynı dönemde İtalyan biyolog Marcello Malpighi parmak izi analizi üzerine çalışmalar yayınlayarak, analizin bugünküne en yakın halini sunmuştur.
Bilim gelişim gösterse de hâlâ birçok kesim için batıl inançlar ön plandaydı. Bilimin hızlı gelişimine karşı çıkan güçlü bir yapı vardı. Hristiyan dünyası bilim adına tüm girişimleri lanetliyor ve engellemeye çalışıyordu. Bilimi şeytanın işi olarak nitelendiriyorlardı. İnsanların batıl inancını sıcak tutmak için tüm imkânlar seferber ediliyordu. Bilimin her bir keşifi rasyonel aydınlanmaya sebep olurken, bilim dini inançlar ile zaman zaman ters düşmekteydi. Bilim ile kilise çatışırken, başka bir fenomen ortaya çıktı. 1521 ile 1600 yılları arasında yeni bir av sezonu açıldı. Cadı avı sürerken, “lycantrophy” veya “therianthrophy” sebebiyle mahkemede insanlar yargılanıyordu. “Lycantrophy” veya “therianthrophy” canavara dönüşmek anlamına gelir. 17. Yüzyılın ortalarına kadar bu tür davaların kaynaklarına rastlamak son derece olasıydı. Resmi kaynaklara göre, o dönemde 30 bine yakın kurt adam davasına rastlamak mümkündü. Engizisyoncuların hedefinde kurt adamlar vardı. Cadı avı çoğunlukla kadınları hedef alırken, şimdi de kiliseyle ters düşen erkekler için bir çözüm gerekiyordu. Kurt adam olmanın en önemli belirtisi kuşkusuz vücutta oluşan yoğun kıllanmaydı. Ancak engizisyoncular buna da bir çözüm buldular. Kurt adamların kamufle olmak için kıllarını vücudunun içlerine doğru uzattıklarını söylüyorlardı. Bu ve benzeri bahaneler ile birlikte birçok masum insan işkence gördü ve on binlerce kişi öldürüldü.
Cadı avcıları özellikle Fransa’da avlanmaktaydılar. O dönemin inancına göre suç işleyenlerin de içinde şeytan barınmaktaydı. Bazı katiller vahşi hayvanlar misali içgüdülerini geliştiriyorlardı. Bazıları kurbanlarını öldürdükten sonra, vahşi hayvanlar misali yiyor ya da kanını içiyorlardı. Kanibalizm (yamyamcılık) ve Necrophillia (ölüsevicilik) o dönemde hiç de sıradışı bir durum değildi. Fransa’nın kırsal bölgelerinde özel görevliler, orada yaşayan insanların evlerini ziyaret ederek, kurt adamı tanıma ve yakalama yöntemlerini öğretiyorlardı. O zamanlar henüz tanısı konulmamış hastalıklara maruz kalmış insanların içlerine şeytan kaçtığı söylenmekteydi. Bu insanların içinden şeytan çıkartma ayinleri en ağır işkencelerden ibaretti. Kilise bunun, şeytana karşı büyük bir mücadele olduğuna insanları inandırmaya çalışıyordu. Ancak kurt adamın şeytanî güçlerine inananlar da vardı. Giydikleri kurt postları ile geceleri dışarı çıkan insanlar, kurt adam ile karşılaşıp ondan güç alma çabaları içerisindeydiler. Avcılar karşılaştıkları kurtların sol ön ayağını keserek, hayvanı öldürmeden serbest bırakıyorlardı. Ertesi gün aynı avcılar, kasabada sol eli kesilmiş ve sargılanmış insan peşine düşüyorlardı. Eğer şansızsanız gerçekten de sol eliniz yaralanmışsa, vay halinize… Avcı bir gece önce kestiği kurdun aslında kurt adam olduğunu ve gündüzleri insan olarak halk arasında olduğunu ispatlama peşindeydi. Ancak bu durumdan faydalananlar da vardı. Cinsellik de kilise adına tabuydu. Cinsel dürtülerine hâkim olamayıp kadınlara saldıran, tecavüz eden, hatta öldüren katiller, bu vahşi dürtülerin arkasına sığınırlardı. Aslında onlar da birer kurbandı ve içlerindeki şeytanı kontrol edemedikleri için bu suçları işliyorlardı.