1
Gözümü açtım.
Biri deklanşöre basmış da enstantane kapanıp açılacakken bir an için karanlıkta kalan dünya ansızın ortaya serilmişçesine bir histi yaşadığım.
Sadece o an, başka bir yere dikmiştim gözlerimi. Daha önce nerede kapadıysam, hâlâ içimde duyumsadığım özgürlük duygusu yanıma uzanmış benimle birlikte bakıyordu tavana ve çok geçmeden de çekti gitti.
Bir süre duvarın tırtıklarını inceledim. Çırılçıplak ampul sallanıyor gibi görünse de gözlerimi kırpıştırdığımda duruyordu hemen.Nefesimle etrafımda ne varsa şişip yine geriye, daha önce neredeyse oraya iniyordu. Sabahın soğuğunu algılayabiliyordum ama üşümemiştim. Üstümdeki battaniyeyi atıp ayağa kalkmaya çalıştım. Beceriksizce arkaya düştüm sonra. Tutulmuş, belki de kireçlenmiş boynumu kütürdeterek güçlükle yana çevirdim. Parça parça doluştu tüm detaylar beynimin içine. İnleyerek bir kez daha denedim ayağa dikilmeyi. Duvarlar üstüme gelince yine geriye yıkıldım.Midemin bulantısından kurtulmak niyetiyle hastane odasının beyazlığından gözlerimi kaçırdım bir kez daha.
Hastane mi?
Kusma duygusuyla başetmeye çalışırken pencerenin ardındaki lacivert-gri gökyüzüne diktim gözlerimi.Hatırlama isteği öylesine yoğundu ki başa çıkamayıp bir küfür savurdum ama dışarı dökülmedi boğazımın kuruluğundan. Doğrulmayı başaramayacağımı anlayınca yana döndüm. Her kasıma ayrı ayrı yansıdı çabam. Kesif bir ağrı… Sağ bacağımı aşağı salladım, kalçamı yatakta hafif kaydırdım ve bir anda yerin soğuğuna kondu ayaklarım.Yeni doğmuş bir tay gibi titreyerek bir süre durdum orada. Odanın bomboş olduğunu görmeme yetecek kadar bir zaman.Kapı açıktı. Seslenmek istedim birilerine. Aklıma hiçbir isim gelmemesi engelledi bunu. Başımı sallayıp neler olabileceğini düşünmeye çalıştım. Sonra birden uyandı bir şeyler. “Hemşire!” Sesimi tanıyamamamın verdiği rahatsızlıkla koridora bakmaya devam ettim ama hiçbir şey değişmedi.Kolumdaki bandajı söküpiçinde sıvıdan eser kalmayan serumun iğnesini yavaşça çektim dışarı. Vidanın metalindeki pas parmağımın üstüne kahverengi bir iz konduruyordu.Kaç dakika sürdüğü belli olmayan bu çaba hastane giysime koyu yaş lekelerle yürüdü ve bayılmaktan son anda kafamı sallayarak kurtuldum.Kolumun beyazlığına konan kan damlasına takıldı gözüm sonra. O kadar netti ki üstünden pencereyi ya da duvarları görebiliyordum. Niye burada olduğumu düşünmeye çalıştım ama beceremedim. Bitpazarından alınma döküntü bir eşya gibi her seferinde dağılıp gidiyordu kafam. Yandaki duvara tutunarak bir-iki adım attım. Konsolun üstündeki kâğıt dikkatimi çekince durdum.Beklentiyle uzandım. Boş olduğunu farkedince elimi yine bedenimin yanındaki yerineçektim.Duvarda asılı çizelgeyi gördüm sonra. Hemşire tarafından üzerine tarih atılmış ve bir şeyler karalanmıştı. Anlamaya çalıştıkça daha büyük bir boşluğa düşüyordum. Kendimi oradan zorlukla uzaklaştırıp her adımımı büyük bir dikkatle atarak banyoya kadar yürüdüm ve tam orada yine bayılacak gibi oldum. Parmaklarımı pervaza geçirip bir süre bekledim. Gözümün kararması geçip beni yine o iğrenç bulantıyla başbaşa bıraktı. Aç mıydım? Düşündüm yine. Eğilip elimikarnımın üstüne koyduğumdakendimi daha iyi hissettim. Kim olduğumu biliyordum. Bir hastane odasında uyandığından başka bir bilgiye sahip olmayan, hafızasını yitirmiş biri değildim.İsmimi defalarca tekrarlamış ve üstümde bıraktığı etkiden oldukça memnun kalmıştım. Kollarımı ellerken aldığım hazza biraz şaşırdım. “Kimbilir ne zamandır…”diye mırıldandım ve birden aklımda bir yerlerde bir şeyler ışıldadı.Bir his. Fakat bir kez daha adlandıramadım onu. Işığı açıp içeri girdim.Aydınlığa yenik düşmeyi reddetti belli bir süre, banyoya sinmiş karanlık. Nem kokusu burnuma dolduğu an sızlanmaya başlayıp dışarı çıkmam için yalvaran güdüye direnerek orada kaldım. Yosun tutmuş aynaya bakıyordum şimdi.Üstünde bir solucanın kıvrıla kıvrıla dolaştığını görebiliyordum. Duşakabinin perdesi lime lime olmuş, parçaları yere sarkmıştı. Borular tamamen paslıydı. Takır tukur bir gürültü dolaşıyordu içlerinde.Karşımdaki görüntü, yattığım odanın temizliği ve yeniliğiyle öylesine bir tezat oluşturuyordu ki gözlerimi kırpıştırıp bir daha baktım her şeye. Yosunları söküp attım ve aynaya yaklaştırdım yüzümü.Görünüşüm hiçbir sürpriz sunmadı bana. Aynıydım.En son aynaya ne zaman baktıysam aynen öyle. Hafif sakallı, saçlarım kıvrımını alacak kadar uzun. Gözlerim sanki hiç uyumamışçasına parlak parlak bakıyordu. Sağlıklı bir halim vardı. Ve titremiyordum artık. Sadece zeminle bedenim arasındaki yabancılıktı devam eden. Bastığım yeri yeterince algılayamıyormuşum gibi. Rüyada olup olmadığımın kararını bir türlü veremiyordum.
Banyodan çıkıp komodinin oraya döndüm. En üstteki plastik bardağıdiğerlerinden ayırıp su makinesinin orta bölümüne uzattım. Bir anda çamurumsu bir şeyle doldu içi. Tiksinerek attım elimden, duvara kahverengi bir fırça darbesi indirerek. Ağzıma gelen yüreğimi yatıştırmak için bir süre bekledikten sonra uzanıp çizelgeye baktım. Daha önce yaptığım gibi en az bir dakika dönüp dönüp inceledim tarihi.25 Mart 2010. Benim için hiçbir şey ifade etmediğini iyice idrak ettikten sonra garip bir korku yürüdü üstüme. Koridora doğru döndüm ve sanki yaklaşıverdi birden dışarıdaki duvarın açık pembe boyalı çıplak yüzü. Neden tedirgin olduğumu biliyordum artık. Yürüdüm yavaşça. Bir kez daha birilerineseslenmek geldi içimden. Durdum. Kuruyan dudaklarımı yalayıp ıslattım. Sonra vazgeçtim bağırmaktan. İçimi yiyip bitiren merak, her yere sinmiş o dehşet verici sessizliğin sonucuydu. Özel bir hastane olduğu belliydi kaldığım yerin ama yine degürültüden bu denli arındırılmış olabileceğine ihtimal vermiyordum. Çıplak ayaklarımın yerde çıkardığı çıtırtıları dinleyerek ilerledim. Kafamı uzattım. Ve gerçekten kimsenin olmadığını gördüm orada. Koridorun sonundaki hemşire istasyonunun da boş olduğunu anladığımda artık tam ortasında duruyordum yolun. Sırtımın tamamen açık olmasından hiçbir utanç duymadan, sadece kafamdaki şüpheye odaklanmış halde bir-iki adım atıp yapıştığım ilk tokmağı çeviriverdim. Gıcırdayarak açılan kapının ardında bembeyaz duvarlardan, açık penceredenuçuşan bir perdeden başka bir şey göremedim. Yeniden koridora dönüp tek bir kez bağırdım. “Heeey!” Duvarlara vura vura büyüyüp gitti sesimasansöre doğru. Cevabı beklemeden bir sonraki odaya daldım. Orada da kimse yoktu. Sadece bir somya. Üstünde ne yatak ne de çarşaflar. Böylecebeş dakika boyunca kapıları açıp kapadım, bazen şiddetle çarptım. Ellerim bomboş geriye dönerken büyük bir hayal kırıklığı duyumsuyordum. Kapımın önünden geçip bir-iki adım attıktan sonra durdum. Donmaya yüz tutmuş ayaklarımı ovuştururken 4003 numaralı, benimkinden bir önceki odanın kapısına bakıyordum şimdi. Bir tek o kalmıştı göz atmadığım. Garip bir his çullandı o an üstüme. Sanki orada birini bulacakmışım gibisinden bir düşünce. Boğazım kuruyuvermişti ve aslında tam tersinin yaşanması gerekirkensaçma bir tedirginliğe kapılmıştım. Kapının tokmağını çevirdiğimde korku da geldi yanıma. Başımı salladım bu duygudan uzaklaşmak için. Sonra ittim kapıyı. Bir anda!Hızla duvara çarparken bir adım geriledim. Tüylerim diken diken olmuştu ve bana oradan çabucak uzaklaşıp bir yetkili bulmamı söyleyen iç sesimle baş etmeye çalışıyordum. Beyaz terlikler, bir bavul ve solmuş çiçeklerle kaplıkenarlıklardıilk gözüme çarpanlar. En az bir dakika soluğumu tutarak bekledikten sonra girdim içeri. Başımı hafifçe uzatmış ilerlerken ve yatağı bir türlü göremezken kalbimin tok vuruşları da yanımdaydı. Yavaşça açıldı sonra her şey. Dağınık battaniyenin altındaki bembeyaz çarşaflar, içinde kimsenin yatmadığını açıkça gösterdiğinde bile bir rahatlama hissetmedim. Ziyaretçi koltuğuna bırakılmış bir kitap dikkatimi çekince üstüme sinen o pis duyguyu da yanımda sürükleyerek o tarafa yöneldim. Elime aldım ve ayracı bulup araladım kitabı. Altmış altıncı sayfada kalmıştı okuyan.
… Kırmızı noktaya dokundum. Yıllar boyu, bir daha bir daha, kimbilir kaç kez hep bunun düşünü görmüştüm… Tıpkı onu öyle, bedeni çoktan soğumaya başlamışken bulduğum o konumda, dolaşmış çarşaflar arasında. Belimden ikiye katlanmış, tüylerim ürpererek uyanırdım hep. Onun başından geçenleri uykularımda yeniden yaşamaya çalışırdım sanki. Sanki zamanı geriye döndürüp ondan bağışlamasını dilemeyi, hiç olmazsa ilacın etkilerini duymaya başladığı, dehşete boğulduğu o son dakikalarında ona eşlik etmeyi umardım. Küçücük sıyrıktan ödü kopan, acıya da kan görmeye de dayanamayan o…
Çevirdim ve kapağındaki isme göz gezdirdim. Stanislaw Lem. Solaris.Bu kitabı okuduğumu hatırlasam da hiçbir şey ifade etmemişti bana o paragraf.
Odayı incelemeye giriştim sonra. Fakat başka bir şey bulamadım. Dolabın içinde giysiler olacağından o kadar emindim ki oysa. Bavulda da. Burada yatan kişi toplanıp çıktıysa bavulunu ve kitabını niye geride bıraksın ki, diye düşünüp mantıklı bir neden bulmaya çalıştım bir süre. Çizelgesi de yerinde yoktu. Yırtılmış ve kimbilir nereye atılmıştı.Kitabı alıp duvara çarptım. Oradan sıçrayıp yere konduğunda sayfaları bir kez daha açıldı ve öylece kaldı düştüğü zeminde. Yine altmış altıncı sayfa çıkmıştı ortaya. Hafif aralık duran balkon kapısına yürüyüp dışarı çıktım. Bir metreye yarım metre, küçücük bir yerdi. Tırabzana tutunup hastaneyi çevreleyen diğer kanattaki pencereleri taradım birkaç kez. Bir güvercin uçup yandaki balkona kondu. Gurultusu dünyaya çökmüş o büyük sessizlikte büyük bir gürültü gibi geldi bana.“Kimse yok mu?” diye bağırdım. “Heeey!”Sesimin yankısı uzaklaşıp gitti ardında küçücük zonklamalar bırakarak.O an, belki de beynimde yarattığım bir çıtırtıyla içimde büyük bir volkan gibi patlayıverdi korku.Dönerken biriyle karşılaşmaya o kadar hazırdım ki! Ellerim önde, gardımı almış, bağırma dürtüsüne karşı koyarak bir kez daha ıssızlığın o yorucu hissiyle baktım uçuşan perdeye.Şaşkınlık yerini yavaş yavaş kızgınlığa bırakıyordu. Her seferinde aşılması çok güç bir duvara toslamak sinirlerimi yormaya başlamıştı. İçeri girip son bir kez baktım yatağa ve hızla dışarı çıktım. Kendi odama gidip dolabı açtım. Terlik oradaydı. Örümcek ağlarının tam ortasında asılı duruyordu. Elimi iki kez uzattıysam da bomboş çektim geriye. Cesaret edemiyordum bir türlü ağlarla buluşmaya.Hızla dışarı çıktım sonra. Bedenimi olması gerektiği gibi hissedebiliyordum artık. Asansörü çağırdım ama ışığının yanmadığını görünce merdivenlere atıldım.İndiğim ilk katta odalara baktım yine ama diğer katlarda buna gerek duymadım. Giriş katına indim ve resepsiyona ulaşıncaya dek hiç durmadım. Kimse yoktu. Delirmemek için hız kesmemem gerektiğini hissediyordum. Cam kapı, önüne varır varmaz iki yana açıldı. Rüzgâr yüzüme vurup içerinin köhne havasını ilerilere savurdu. Dışarı attım kendimi. Hastanenin giriş basamaklarının önünde park halindeki arabalardan başka hiçbir şey olmadığını gördüm böylece. Aşağı inip ilerledim gözlerim yuvalarında dört dönerek. Büfeler, eczaneler, restoranlar… Her yer kapalıydı. Sağdaki sokağa sapıp aşağı doğru koştum ve Pazar günleri bile tıklım tıklım insan kaynayano koca caddede tek başıma, mavi hastane elbisem ansızın çıkan rüzgârla dalgalanırken, koca bir alık gibi durdum. Çevremde dönüp duran balkonlar, dükkânlar, arabalar ve kaldırımlar binlerce soruyla üstüme saldırırken ben sadece ağlama duygusuna karşı koymaya çalışıyordum.
İnsanlar!
Yoktular!
Çöktüm oraya ve simit satılan camlı, küçük seyyar arabanın yanında bir sokak köpeğinin gözlerini üstüme diktiğini de o an farkettim. Heyecanla ayağa fırladım hemen. Bir-iki adım attım veköpek sanki ilk kez insan görüyormuşçasına bir inlemeyle korku içinde kaçıp gitti.“Gel, gel oğlum,” diye bağırdım arkasından ama sokağın başına kadar koşsam da bulamadım izini.Bu zavallı hayvancıktan sanki bana bir açıklama yapacakmış gibi medet ummam komikgörünse de gülecek halim falan yoktu.
Caddeye dönüp yukarı doğru yürümeye başladım. Trafik lambaları düzgün bir şekilde çalışıyordu. Annemin yüzünü gözlerimin önüne getirmeye çalışırken kırmızı yandı. Simsiyah saçların altında beyaz beyaz ışıldadı gülüşü yine de. Ansızın mutlulukla doluverdi içim. Ardından yine ağlama hissiyle sarmalandım. “Bu çok saçma,” diye mırıldanırken sokak aralarından köpeklerin ulumaları ulaştı kulaklarıma. “Herkes nereye gitti?” Eksenimde biraz dönünce karşıdaki pastaneyi fark ettim. Bazı görüntüler önüme ürkek kuşlar gibi konup ben yürüdükçe uçuşmaya başladı. Kumral bir kızın hayali gülümsüyordu. Dişlerinin ışıltısını, gözlerinin parlaklığını, teninin duruluğunu hatırlıyordum. Beyaz cappuccino bardağını ağzınagötürürken bir şeyler söylüyordu bana. Dudaklarının kırmızı dolgunluğu oldukça iç gıcıklayıcıydı. Saatlerce doyamadan bakacağımı düşündüm, hayal silinip gitmese. Ama ben vardım şimdi tam karşımda.Aksime yavaşça yaklaştım. Camın tozlu yüzeyineellerimi dayayıp içeri baktım. Işıkların yanık olduğunu görünce kapıyı ittirdim. Kilitliydi. Bir tekme atıp kırmayı düşündüm o an. Etrafa bakındım. Ve aklıma gelen başka bir düşünceyle bundan vazgeçtim. Biraz yana çekilip apartmanın zillerine bastım tek tek. Balık avlamak gibiydi… Hiçbir şey düşünemeden sadece camdaki yüzümü inceleyerek sokağa çökmüş ölümü yırtacak bir hayat belirtisi beklerken hissettiğim huzur. Ne diyafon açıldı ne de otomata basıldı. Balkonsuz apartmanı gözümden kaçırmadan yavaş yavaş geri çekildim ve haykırarak döndüm etrafımda.“Heeey! Allah’ın belasıherifler! Dışarı çıkın!”Ve hiçbir cevap beklemeden koşmaya başladım Osmanbey Metrosu’na doğru neredeyse donmak üzere olan ayaklarımın acısı başıma vuruyordu artık ve yan tarafımdaki mağazayı görünce durup kapısına dayanmaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Neredeyse çıplaktım. Bunu o ana kadar öfkemi yatıştırmak için kullandığımı daha yeni algılıyordum. Başıma gelenlerin bir şaka olmadığını anlamıştım ve sinir ya da her neyse uçup gitmişti beynimden. Sadece ortaya çıkmasını istiyordumherkesin. Ya da uyanmak!
O anaklıma şu düşüncenin çökmesi çok doğaldı: Rüyada olabilir miydim?
Yüzlerce korna ve birbirine geçmiş bir trafiğin gece-gündüz boş bırakmadığı caddenin ortasına kadar yürüdüm. Elbisemi kaldırıp doya doya işedim betona. Sapsarı akıp gitti sıvı beyaz çizgi boyunca ve bir süre sonra yerin griliğine geçip öyle devam etti yoluna.Güldüm elimde olmadan.Çılgınlığın benliğimi yavaştan ele geçirmeye başladığını farkedebiliyordum.Hızla yürüyüp büyük bir kararlılıkla yumruğumu geçirdim mağazanın camına. Korktum aynı anda tüm bedenimle vehızla geri çektim elimi hemen hemen saniyelik bir farkla. Aşağı şelale gibi inen cam parçalarından kaçarken çocuk ruhum geri gelmiş, gözlerim acemi bir şekilde kısılmış, çenem boynumun içine doğru çekilmişti. Ortaya çıkan ses öylesine yıkıcıydı ki sadece ben değil kuşlar da büyük bir korkuya kapıldı. Kanat sesleri apartmanların soluk boyalarına pat pat vurup yokoldu. Dikkatle yaklaşıp kırık camların arasından vücudumu geçirerek vitrin mankeninin hemen yanına koydum ayağımı. Tepemde sallanan parçadan sakınarak süzüldüm diğer tarafa. Mağazanın karanlığına doğru yürüdüm yere atlayıp. Ne bir polis sireni ne de başka bir şey. Orası benimdi artık. Kalbimin çarpıntısını geride bıraktım giysilere doğru ilerlerken. Bir kanvas pantolon, boğazlı ve pamuklu sarı bir sweatshirt buldum. Işığı fark ettiğim zamansa her şey bir anda gözlerimin önüne seriliverdi. Ayakkabı reyonuna geçip deri kaplı bir koltuğa oturdum. Camlı bölmenin tam karşısındaydım. Kafamı kaldırıp bir süre inceledim kendimi. Ve birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ağladıkça daha fazla anı çıktı saklandıkları yerlerden. İnsanların yokolup gittiği bu iğrenç şehirde birden hayaletlerle çevrelenmiştim. Yere düştüğüm gün geldi aklıma o an. Annemin üzerime doğru koşuşu… Yüzündeki acı… Ölüm korkusuyla içimde, gizli bir kuyudan fırlayıp tüm dünyaya yayılan zavallı haykırış. Bir kez daha o his gelip oturmuştuyanıma. Gözyaşlarımı silerken aynaya baktım. Beni dışarıdan izleyen üzüntülü bir yabancı duruyordu sanki karşımda.
Bayramlık çocuklar gibi baştan ayağa yenilenmiş olarak tekrar caddeye çıktığımda kafamda tek bir düşünce vardı. Bir an önce eve gitmek. Camlarda güzel bir kaban, parıltılı şık ayakkabılar, karmakarışık saçlar olarak dalgalanıyor, pervazlarla kesiliyor, duvarlarla yok oluyor ama her seferinde yine çıkıveriyordum bir yerlerden.Kurtuluş Caddesi’ne yaklaşırken içimdeki tedirginlik somut görüntülere kapılıp dehşete döndü. Paniğin yüreğimde yükselmeye başladığı her sefer olduğu gibi yine kasılıyordu karnım acıyla. İçine düştüğüm kâbusun bana sunduğu sahneleri anlamlandırmaya çalışıyordum. Sarmaşıklarla, yosunlarla kaplanmış apartmanlar vardı Taksim’e uzanan ana caddede. Bazı ağaçlar inanılmaz bir şekilde büyüyüp dairelerin içinden geçip gitmişti. Yürüdüm hızla ve sadece metronun değil bir sürü apartmanın da çökmüş olduğunu gördüm. En çok şaşırdığım şey ise büyük bir hanın altıncı kat penceresinden içeri girmiş, kıçı dışarıda kalmış bir kamyondu. Yanağıma sıkı bir tokat atma isteğini zor durdursam da bacağımı son gücümle sıkmaktan kendimi alamadım.Acı yanağımdan beynime yürüyüp ağzımdan küçük bir inleme koparırken bedenimi ele geçirmiş şok yüzümdeki taşlaşmış ifadenin değişmesine izin vermedi. Ters dönmüş, ezilip kâğıt haline gelmiş bazı arabaların yanından geçtim ve Harbiye’ye uzanan yolu iyice bir gözden geçirdim. Askeri müze, içinde bir şey patlamışçasına ikiye yarılmıştı. Bahçesinden hâlâ sönmemiş küllerin dumanlarının yükseldiğini görerek bilinçsizce ilerledim. Biraz ileride gökyüzüne uzanan otele kaydı bakışlarım. Sanki koskoca bir fare her tarafından büyük bir iştahla kemirmişti.Metronun tavanı göçmüş gibi bazı yerlerde kocaman kara delikler açılmıştı.Taksim’e doğru havayı yoğun bir sis kaplamış, geride kalan nice kâbusu gözlerimden saklamayı başarmıştı.
Kendimi sarhoş gibi hissediyordum. Bu kadarı bana fazla gelmişti. Yaşamda tek başına kalmış bir insan korku duyar mı sorusunun karşılığının ne olduğunu artık biliyordum. Eve gitmem lazım,diye tekrarladım içimden ve bunu on kezyineledikten sonra buldum ne yapacağımı. Feriköy’e uzanan ara sokaklardan birine girdim. Park halindeki araçların kapılarını zorlayarak yürüdüm bir süre. En az elli tanesini yokladım. Hepsi kilitliydi. Otobüs, metro, taksi… Ortalıkta hiçbir şey görünmediğine göre eve ulaşabilmem için tek yol bir araba ele geçirmemdi. Civarda bir galeri olmadığını biliyordum. Evlere girsem bir anahtar bulur muydum acaba? Neyle kıracaktım peki kapıları? Düşünceden düşünceye atlayan beynimle cebelleşmeyi bırakıp önümdeki arabaya baktım. Bir arkadaşımıdaha önce yaparkenizlemiş olsam da düz kontağı becerme ihtimalimin oldukça düşük olduğundan emindim. Ne düşünsem beni aşırı geciktirecekmiş gibi geliyordu. Ayrıca acıkmıştım artık ve sinirlerimher saniye biraz daha bozuluyordu. Yürümeye devam etmekten başka bir şey gelmemişti aklıma.Bir başka yolun girişine vardığımda, elli metre kadar ileride hafif yan dönmüş bir taksi gördüm. Park edecek vakit bile bulamamıştı. İstemsizce koşmaya başladım. Yaklaşırken diğer taraftaki kapının açık olduğundan hiç kuşkum kalmadı. Sevinç ve korku beynimde birbirine dolanıp yüreğimi sıkıştırıverdi o sırada. Yavaşlarken gözlerimi kısmış, hafif yan dönmüştüm. Orada bir ceset bulma fikrinin ne diye birden üstüme çullandığını anlayamıyordum. Her adımım bir dakikaya kadar uzarken durmadan yürüdüm.Arabanın arka penceresinden önüme çırılçıplak siyah koltuklar serilince bir-iki adım daha atıp eğildim. Sonra büyük bir umutla uzandım ve anahtarı kontağın üstünde bulunca tarifsiz bir neşeye kapıldım. Hemen şoför koltuğuna kurulup arabanın kapısını kapadım. Ve tüylerim diken diken olurken hızla kilitledim her yeri. Anahtarı titreyen ellerimi kontrol etmeye çalışarak çevirdim ve motorun sesi bir sevinç çığlığı gibi yükseldi apartman duvarlarının arasında. El frenini indirip gazı köklerken biri ortaya çıkıpcamı parçalayacakmış duygusu öylesine baskındı ki salakça bir patinajla sağa sola savrularak kaldırabildim arabayı. Köşeye varışımın da bu kadar ani olabileceğini hesaplamadığım için direksiyonu sonuna kadar kırmama rağmen arabayı toparlamayı başaramadım. Kaldırıma çıkıp sol kaportayı duvara büyük bir hızla vurarak devam ettim yola. Caddeyeçıkışım delirmiş bir attan farksızdı.Yanık lastik kokusunu geride bırakarak ters yönde, sürebileceğim en yüksek hızda sürdüm taksiyi eve doğru.Sadece göçüklere değil başka şeylere de dikkat etmem gerekiyordu. Büyük bir aymazlık içinde görünen koyun, inek gibi hayvanlar serilmişti her yana. Sadece kenara kaçışan köpekler kızgınlıkla havlıyordu kornama cevaben. Gayrettepe viyadüğünü geçip Barbaros Bulvarı’na indiğimde bembeyaz bir at bir süre eşlik etti bana. Hızımı iyice düşürüp onun yanımda rahvan akışını izlerken şehri böylesine bir yıkıma nasıl bir felaketin sürüklediğini anlamaya çalıştım. Uyanmış ve hastanede bulmuştum kendimi.Bitkisel hayattaysam ne kadar zamandır bu durumdaydım? İnsanlar şehirlerden kaçtılar diyelim… Apartmanların çökmesi, her yanın bitkilere, hayvanlara teslim olması ve daha da bir sürü anlamsız şeyin yaşanması iki günde olup bitemeyeceğine göre ben kolumdaki o dandik serumla mı hayatta kalmayı başarmıştım? Peki beni arkada bırakmaları normal miydi? Doğal bir felaket, nükleer bir saldırı, uzaylılar tarafından istila… Üstüne düşündükçe olasılıklar, yanından geçtiğim, moloz yığınına dönüşmüş şu meşhur ikiz kulelerden daha beter bir şekilde çöküyor, beynim aldığı darbelerle düşünme yetisini kaybetmiş bir pelteye dönüşüyordu.İskeletler nerede?Eridiler mi? Öyleyse ben nasıl mışıl mışıl uyumaya devam ettim?“Allah kahretsin!” diye bağırdım direksiyona vurup ve birden sinirim beni terkedip gitti. Allah lafıydı yüzüme hastalıklı bir gülüş yerleştiren. Sadece onunla kaldıysak geride, beni duyma ihtimali de oldukça yüksekti doğrusu. Tam da bunu düşünürken Sanayi Sitesi’nin içindeki koca caminin yerle bir olduğunu görmem bir tesadüf müydü acaba? Radyo geldi birden aklıma. Uzanıp düğmesini çevirdim. Kulaklarım parmaklarımın ucuna yerleşmiş gibiydi ve tüylerim birden ayaklanıverdi içeri dolan sesle. İnsanın en beklemediği anda birden dudağına yapıştırılmış bir öpücük gibiydi. Yalnızlığın delice mahkûmiyetisona ermişti, birileri bir yerlerden yayın yapıyordu. Hem de ne şarkıyla! O gün dinlemiştim en son bunu. Bilincimi kaybetmeden bir saat kadar önce.Shine On You Crazy Diamond.İkinci bölüm. Ansızın atladı bir şey. Cızırtı öylesine ani geldi ki neredeyse direksiyonu bırakıyordum ellerimden. Ama sadece şarkıydı allak bullak olan, başka bir şey değil. Gitar ve synth’in beraber sürüklediği solo bölümüne dönmüştü bir atlamayla. Gözüm yolda, kulağım radyoda, boktan bir suratla bekledim. İki dakika bir saate kadar uzasa da yolun akışına yenik düşüp bitti sonunda. Mutsuz sonböylece yüzüme bir tokat gibi çarptı. Çizikten sekip geriye düştü yine şarkı. Hemen uzandım öne ve tüm kanal boyutunu hızla taradım. Hışırtılardan başka bir şey yoktu.Şu an ruh halimi bu hışırtılardan daha iyi anlatacak bir şey bulmam imkânsızdı.Patlamanın hemen kıyısında, boktan bir ifadeyle yola bakıyor ama neredeyse hiçbir şey göremiyordum. Tekrar şarkıya döndüm ve o belli aralıklarla atlarken ben inatla devam ettim yoluma. Eve dönen sapağa geldiğimde, artık beni şaşırtacak bir şey kalmamıştır herhalde, diye düşünürkensiteye uzanan yolun ağaçlardan bir tünelle kapkaranlık bir koridor oluşturduğunu gördüm.O ana kadar çevrenin garip bir biçimde ormanlık alanlara yenildiğini hissetsem de böylesine bir yoğunlukla karşılaşmayı beklemiyordum. Öfke ve merak korkumu çoktan bir bataklığa atıp boğmuştu. Tünele girdim ve tüm seslerin yokolduğunu hissettim. Motor sesi bile boğulup giderken sadece nefesim, ben ve Pink Floyd kaldı geride. Farları açtım. Aydınlananyolda ne çalı çırpı ne başka bir şey görünüyordu. Yepyeni duruyordu asfalt. Dörtyol ağzının olması gerektiği yere son hızla inerken yaprakların oluşturduğu yoğun doku ne okulu ne de o boktan eğlence merkezini görmeme izin veriyordu. Yol, alıştığım üzere önce sağa sonra sola falan kıvrılmayıp dümdüz ilerleyince iyice yavaşladım. Böyle olmamalıydı! Yokuşu çıkarken ise tünelin diğer tarafında bir ışığın yoğun bir şekilde parladığını gördüm. Sanki güneşe kestirme bir yol bulmuştu birileri. Araba tünelin dışınakonarken kendimi her türlü sonuca hazırladım ve yumuşamış kaslarımın da ilk kez müthiş bir gerilime kapıldığını hissettim. Manzara bir yıkımı sundu önüme. Fren acı bir şekilde yırttı havayı ve ayağımı ne kadar gömsem de yine engelleyemedim arabanın moloz deryasına dalmasını. Sarsıntılarla ilerlerken birbirine çarpmasını durduramıyordum dişlerimin.Sonra birden durdu araba. Ayağımı debriyajdan çektiğimde ise silkinerek son nefesini bırakıverdi kızgın bir boğa gibi. Kapıyı açıp aşağı atlarken yıkılmış gitmiş apartmanların tamamen taşa toprağa dönüştüğünü, çoğu yerin ince bir kumulla kaplandığını gördüm. Birkaç apartman tümüyle yıpranmış ve bazı katlar içinde patlama olmuşçasına camsız, duvarsız kalmış olsa da dimdik ayakta duruyordu. Bizimki de onlardan biriydi. Aşağıya, İstinye’ye doğru inen binlerce konutluksitelerden de eser yoktu artık. Bir orman deryasıyla kaplanmıştıbayırlardan denize uzanan alan ve ben eskiden parkın olduğu yerde, ayaklarım molozların içine gömülmüş,hayretle etrafıma bakınıyordum. Artık düşünme yetimi kaybetmiştim. Taksiden dışarıyamüziğin sızdığını ve Richard Wright’ın kilise tonuyla soloyu sürüklediğini duyabiliyordum. Öne atıldım birden. Ara parkın ve bakkalın üstünden geçip bir tepecikten aşağı atladım. En az on metre öteye savrulmuş dış kapı pervazınınyanından dolaşıp basamakların olması gerektiği yere vardım. Atlayıp ellerimi bastırdım ve vücudumu yukarı çektim. Ne cam ne de kapı vardı önümde. İçeri daldığımda nemden dökülüp gitmiş duvarları gördüm ve asansöre gitmenin anlamsızlığını hızla idrak ettim. Otomat çalışmıyordu. Karanlıkta ilk basamağa ayağımı attığımda durup yukarı baktım ve cesaretimi yerine çağırmak için kocaman bir nefes çektim içime. Sonra merdivenlerden çıkmaya başladım. Her adımımda, ufalanan betonun kıtırtıları kulaklarımı tırmalıyordu. Üçüncü katta, 9 numaralı evin kapısıyla duvarları yokolup gittiğinden, günışığı koridorun içler acısı halini gözlerimin önüne serdi. Yukarı uzanan basamakların yan bölümleri çökmüş, demirler ortalığa fırlamıştı. Tırabzanlar yamuk yumuktu. Duvarlar sanki üstüne asit atılmış gibi köpürmüştü. Hava, yosunla köpek sidiği karıştırılıp her yere sıvanmış gibi kokuyordu. Duvara iyice yaklaşıp tırmanmaya devam ettim. İki kat daha. Böylece iyiden iyiye karanlığa batmış olarak evimizin kapısının önünde durdum. Zili görebiliyordum. Parmağımı bastırdım ama çalmadı. Kapıya iki-üç kez vururkeniyice yaklaştım bir şeyler duyabilmek umuduyla. Hayır, diyordu mantığım ısrarla. Evde birinin olması imkânsız.Neyi dinliyorsun? Ne umuyorsun?
O an…
Ayak sesleri kulağıma net bir şekilde ulaştı. Soluğum kesiliverdi birden. İçeriden yaklaşıyordu adımlar. Gözlerim büyüyerek geriledim. Biraz daha yoğunlaşırsam kapının arkasını görecekmişçesine odaklandım. Adımlar yaklaşmaya devam etti, etti, etti ve önümden geçip gitti. Öylesine net ve gerçekçiydi ki. Kapının içinden süzülüp arkamda bir yerlere doğru uzaklaşmıştı. Tüylerim sonuna kadar dikilmiş, göğsüm körük gibi inip kalkarken kapıya döndüm yine. Bir daha çalıp çalmamayı düşündüm. Olan bitenin saçmalığı beynimde şirret bir kahkahaya dönüştü o an. Kapıya öfkeyle indirdim ayağımı. Çatırtı kulağıma ulaşırken esnediğini hissettim blok tahtanın.Bir kez daha vurdum. Hırs ve öfke karışımı bir güçle. Kapı kilit bölümünden kırılıp geriye doğru şiddetle çarptı ve ben ansızın önüme serilen o garip görüntüye kıpkırmızı olmuş gözlerle soluğum kesilerek baktım.
2
Bir-iki adım atıp içeri girdim ve şaşkın şaşkın önce mutfağı, hemen ardından da sadece kütüphane bölümü görülen salonu taradım hızla. Kapıyı yavaşça itip bastırdım omzumu kullanarak. Yine o korku çullanmıştı üstüme. Bir yerden sırtımı güvene almak istiyordum ama ne kadar uğraşsam da kapıyı tekrardan yerine oturtamadım. Yürüdüm tedirgin adımlarla. Koca bir ter damlasının şakağımdan yanağıma doğru aktığınıfarkettiğimde salonun kapısında duruyordum.
Her şey öylesine pırıl pırıl ve bozulmamıştı ki…
Sanki işe gitmek üzere evden çıkmış ve cep telefonumu unutup geri dönmüştüm.
“Anne!” diye seslendim ve aynı anda bu yaptığımın ne kadar saçma olduğunu düşündüm. Kendimle alay etmek istesem bile bu kadar başarılı bir şey gelemezdi aklıma.Yankılar büyüyüp yok oldu koridorun betonuna bir yılan gibi sürtünerek.Orada birinin olması imkânsızdı. Ayak seslerini dağılmış gitmiş psikolojimle kendim uydurmuştum. Belki de her şeyi ben uyduruyordum!
Ve tam da bu türden şeyler düşünürkenduydum anneminsesini. Ne dediğini anlayamasam da içeri koştum hiç beklemeden. Yatak odasının kapısını açtım ve yine o bozulmamış boşlukla karşılaştım.Yapılı yatağın üstüne katlanıp konmuştu pijamalar.Her zamanki gibi düzenli ve sadeydi ortam. Sadece yatmak için girilen bir mekân nasıl olmalıysa öyle.Yanağıma sıkı bir yumruk indirme isteğine güçlükle hâkim oldum.Sinirimle başetmek zorundaydım. Zaten batıp gitmiş bir dünyada uyanmışken bir de gaipten seslerle uğraşmak hiç de hoş değildi. Soluklarımı düzenlemeye çalışarak salona döndüm ve büyük bir kararlılıkla kütüphaneyi araştırmaya giriştim.Kitapları yere indirdim. Aralarına konmuş bir şeyler olabilir miydi? Elektrik faturasını buluncagözlerim sevinçle pırıldadı. Tarihe baktım hemen. 9 Ekim 2010. Hatırladığım en son günü düşündüm.Aylar hiçbir anlam ifade etmiyor gibiydi ama birden uyandı bir şeyler kafamda. 26 Şubat. Özel bir gün. Kız arkadaşımın ismi döküldü ağzımdan. Ceren. En az beş kez tekrar ettikten sonra sahne açılıverdi önümde. Bir doğum günü olmalıydı bu.Kumral saçlar uçuştu. Gülümsemesi beynimde çakıverdi flaş gibi. Peki ama anılarımı bir türlü düzenleyemiyorken bu günün hastaneye düşmeden ne kadar önce yaşandığını nereden bilecektim?Yere düşerken acı içinde bağırdığımı gördüm o sırada ve bedenimi kavrayan dehşetle başetmek üzere bir an durdum.Ceren’i düşünmeye çalıştım ama beklediğim ılık duygu yanıma uğramadı bu kez. Doğrulup koridordaki yabancı kokuyu içime çektim. Odamın kapısını açıp içeri daldım sonra. Toplanmıştı. Yatağımın yanından geçip çalışma masama ulaştım. Ne zamandır bu evde kalmadığımı hatırlayabiliyordum. Ya da öyle miydi gerçekten? Yine kafam karıştı. Bilgisayarı açmak istedim ama elektrik yoktu odada. Çekmeceyi hoyratça çekip içindekileri yere fırlattım. Fotoğraf albümünü aldım oradan ve yatağa oturup sayfaları çevirmeye başladım. Mutluluk fotoğrafları… Annem, ağabeyim, kız arkadaşım, teyzem, işyerinden arkadaşlar…Deniz kenarında balık yerken, evde doğumgünümü kutlarken ve daha bir sürü güleç poz. İçimde yinefaaliyete geçiyordu ağlama isteği. Ayağa fırlayıp kapıya doğru baktım. Düşünmeye çalıştım ve geçip gitti hüzün. Mutlaka bir ipucu bulacaktım bir yerlerde, bundan emindim. Tüm çekmeceleri indirdim sonra.Ajanstaki işlerin çıktıları ve bir sürü ıvır zıvır. Not aldığım ajandam ve çantam neredeydi peki? Annemin odasına kısa bir bakış atıp salona gittim yine. Sonra da aralığa ve dolapların durduğu küçük odaya baktım. Giysiler. Evdede hiçbir giysi yoktu. Anlamaya çalıştım. Hastanedeki dolaplar geldi aklıma. Bu neyi işaret ediyor olabilirdi ki?Mağazalardaki elbiseler sapasağlam durduğu gibi en güzel parçaları da üstümdeydi işte. Salona koştum ve ne yapmam gerektiğini çıkarmaya çalışırken bir metre önümde duran televizyona kaydı bakışlarım. Düğmesine uzandım. Simsiyah kaldı ekran.Bir küfür savurup aşağı yuvarladım aleti. Camının parçalanışı korkutmadıbeni. Aynı hızla kavrayıp yerden kaldırdım ve delice bir haykırış savurarak koşup cama fırlattım. Büyük bir şangırtı koptu. Uzandım arkasından ve sanki zamanı kare kare bölebiliyormuşçasına izledim molozların üstüne düşüp parçalara ayrılışını. Dönüp hole gittimsonra. Elektrik düğmesine basınca yandı oradaki çıplak ampul. Sallanıyor gibi göründü yine gözüme. Şişip indi duvarlar. Annemin sesi geldi içeriden. İsmimi sesleniyordu bu sefer. Oraya koşmam artık delirmeye başladığımı ortaya koyuyordu. Boş odaya şöyle bir bakıp kapıyı hızla çarptım. Gürültü beynimde yankılanırken bir de tekme savurdum hırsla. Hole döndüğümde bir kez daha baktım ampule. Şöyle bir gidip geldi yine elektrik. Mutfağa daldım ani bir kararla. Buzdolabını açtım ve garip bir halde, bayılmamak için kendimi zorlayarak oradaki tencerelere bakakaldım. Cam kapaklardan açıkça görüyordum yemekleri ve açlık öylesine yoğun bir şekilde çöktü ki üstüme, salyalarımın dudaklarımdan süzülmesine engel olamadım. Elimi uzatıp ilk tencereyi çekip aldım dışarı. Görüyordum ama yine de kapağı açana kadar inanmadım bunun olabileceğine. Altı adet biber dolması, üzerlerinde dilim kesilmiş domatesler, muntazam bir şekilde sıralanmış bana bakıyorlardı yemyeşil. Burnuma doğru kaldırdım tencereyi. Kokladım.Büyülenmiş, zamanın içinde donup kalmış gibiydim. Öylesine enfesti ki kokusu! Bozulmak şöyle dursun, sanki ocaktan yarım saat önce indirilmişti. Diğer tencereye yapıştım hemen. Kapuskanın sirkeli kokusu mutfağı ele geçirdi bir anda.Bir de kap gördüm sonra. Kapaklı, plastik, mavi bir şey. Elime aldım. Sarımsaklı sosa yatırılmış deniz börülcesiyle karşılaşınca sorular hemen doluşuverdi aklıma. Ekim faturasının durduğu bir ev ve bu ayda deniz börülcesi! Mantıksız ayrıntıları anlamlandırmaya çalışmaktan çoktan vazgeçmiştim. Tencereleri ocağa yerleştirirken çekmeceden bir çatal alıp koca bir lokma börülceyi ağzıma tıkıştırdım. Damağıma yayılan tat öylesine yoğun ve şokeediciydi ki gözlerim yaşardı elimde olmadan. En sevdiğim üç yemek dolapta bırakılmış ve bozulmadan kalmayı başarmıştı ben oraya varana dek.Yapılmış en büyük kamera şakasının ortasına paraşütle inivermiş gibi hissediyordum kendimi.Pişen yemekleri tabaklara doldurup salona gittim. Oturup çalakaşık giriştim biber dolmasına. Yedikçe daha çok acıkıyordum sanki ve doymak bilmeyen bir hayvan gibi tencereleri dibine kadar sıyırdım. Arada bir kafamı sallayarak gülüyordum, seyircilerin benimle eğlenmesini engellemek istermiş gibi. Mutfağa gittim sonra. Su ısıtıp bir çay koydum kendime. Salona gidip gözlerimin önünde buğular uçuşurken ufka uzanan koyu yeşil ormanlığa baktım.Kırdığım pencereden dışarı uzayıp dalgalanıyordu perde.Koyu bulutlarters dönmüş bir orman gibi sıkışıp kalmışlar, gökyüzünü griye boyamışlardı.Manzara beni yavaş yavaş hüzne gömerken bir gölge Karaköy taraflarından hızla geçip İstinye’ye gelerek bozdu rehavetimi. Onu açıkça görebiliyordum. Yerimden falan fırlamadım. Sadece baktım gözlerimi kırpıştırarak. Kıpırdaşıp şekilden şekle girmesi en fazla iki saniye sürdü ve birden denize doğru pike yapıp kayboldu ortadan. Tam o anayağa kalkmıştım nereye gittiğini görebilecekmişim gibi. Sonra yine çöktüm yavaşça. Sandalye beni kavrayıp mıhladı oraya. Çatal elimde tir tir titriyordu. Güneş her saniye biraz daha alçalıyor, gölgeler uzayıp gidiyor, yeryüzü inleyerek karanlığı yanına çağırıyor, bense boşalmış beynimle bir alık gibi oturuyordum öylece.
Annem hafiften bir şarkıya başladı içeriden. Arada durup öksürse de devam etti. Elimin üstünde onun elinin sıcaklığını hissettim. Kasılmış yüzüm,kenetlenmiş dişlerim, gözümü bulutlardan ayırmayı reddettim.Galiba Müzeyyen Senar’ın bir parçasını mırıldanıyordu.Bu sefer kalkmayacaktım yerimden. Bekledim orada, ses azalıp yokolana dek. Çayımdan son yudumu da alıp nefesimi havaya üfledim. Kırık pencereden süzülüp baldırıma vuran rüzgârın soğukluğu her geçen dakika biraz daha artmaktaydı. Ürpermeye başlamıştım yavaştan. Kalktım kollarımı ovuşturarak. Odanın ortasına yürüdüm. Ufukta o gizemli gölgeyi arayarak bakındım bir süre. Sonra kütüphanenin yanına dönüp cd koleksiyonuma göz attım. Çektim aldım bir tanesini. Yes. Tales From Topographic Ocean. Kapağını incelerken birden irkildim. Gözümü yaklaştırdım ve gezegenin düz yüzeyinde, uzakta, mavi gökyüzünün hemen altında küçücük görünen piramidin yerinde şimdi bir cami durduğunu farkettim. Çıkardım kitapçığı telaşla ve bir daha gözden geçirdim fotoğrafı. Yapıştırılmamıştı, oynama da yoktu. Orijinal gibi görünüyordu kapak. Ne zamandır dinlememiştim albümü. Ağabeyim, ne tür felaketle yokolup gideceğinden habersiz, böyle bir şaka yapmış olabilir miydi bana? Kafamı salladım ve diğer cd’leri de attım masanın üstüne. Deep Purple’ın In Rock albümünün kapağında, kayanın üstünde, John Lordyerine benim büstüm vardı. Uriah Heep’in Look At Yourself’inin kapağından ayna etkisi yaratan jelatin kaldırılmış, yerine bir eşek fotoğrafı konmuştu. Pink Floyd’un Animals’ında hayvanlar yerine çıplak insanlar uçuyordu havada. Ve orada da fabrika yerine bir cami duruyordu kahverengi toprağın üzerinde. Kapakların orijinal olmasıydı şaşırtıcı olan. Çok büyük bir işti bu… Ne ağabeyimin, ne kızı Selin’in, ne de arkadaşlarımın uğraşamayacağı kadar zor bir iş.Bir tokat vurup hepsini yere saçtım. Bağırdım sonra: “Ha ha haaa!Çok komik!”Masayı devirdim ardından. Aynı anda rüzgâr öyle bir esti ki neredeyse yere yuvarlanıyordum. Dış kapı büyük bir gürültüyle çarpıp yine açıldı. İki dakika kadar, her an bir şey olacakmışçasına, kımıldamadan bekledim. Sonra kızarmış gözlerimle öfkeden felç geçirmekten korkarak mutfağa gittim. Buzdolabında içki yoktu. Kendime bir nescafe hazırlamak üzere kettle’ı çalıştırdım ve balkon kapısını açtım. Zeminin yokolup gitmiş olduğunu görmek öylesine rahatsız ediciydi ki bir-iki adım geriledim. Koşup aşağı atlamak gibi çılgınca bir fikir yürüdü beynime ve ani bir refleksle yere bıraktım kendimi. Ayaklarımı vurarak kıçımın üstünde geriye gidip mutfaktan dışarı kaçtım. Rüzgâr yine yakaladı bedenimi. Uçacağımı zannettim ve bir şeylere tutunmaya çalıştım ama öyle bir şey yaşamayınca kendimden utanarak ayağa kalktım. Bağırarak yere vurdum ayağımı. Sonra salona gittim. Pencereden dışarı bakmaya korkarak halıya çöktüm. Kalbim dörtnala koşuyor, beynimiçinde arı kovanı varmışçasına uğulduyordu.Ne yapacaktım şimdi?Bu delice korkularla insansız bir dünyada yaşamakla mı cezalandırılmıştım? Direnmeliydim. Mutlaka bir açıklaması vardı olan bitenin ve ben bunu bulmak zorundaydım. Ne pahasına olursa olsun!
Yere tokadı vurup tekrar ayağa kalkmayı düşündüm ama cesaretim yeterli gelmedi. Gerileyip sırtımı koltuğa dayadım. Video kamerayı da o an gördüm. Sehpanın alt bölümünde, eski dergilerin arasında duruyordu. Emekleyerek ilerledim çabucak ve bunu yaparken bir başka sürprizle karşılaştım. Bileklerim ağrımıyordu artık. İyice yattım üstlerine doğru. Eskiden, yarısı kadar kıvrıldıklarında, çektiğim acıyı düşündüm. Yeniden oturup çevirdim yumruklarımı bilekten. Bir daha da bu zamansız hediye üzerinekafa yormadım. Kamerayı alıp açtım. Geriye sardım içindeki kaseti ve oynatmaya başladım. Görüntü hem yaklaşıyor hem de büyüyor gibiydi. Sesler o kadar canlıydı ki! Yanımda konuşuyordu sanki insanlar.Akrabalarla dolmuştu hastane odası. Annem elimi okşarken yeğenim bembeyaz yüzünü göğsüme koymuş saçlarımı okşuyordu. Sevgilim orada put gibi otururken ağabeyimin karısı elini tutmuş onu teskin etmeye çalışıyordu. Teyzem de yatağın kenarında kapkara suratıyla durmuş, bir elini nefes almasını kolaylaştıracakmış gibi boynuna dayamıştı. Bu üzüntü ve keder dolu sahneyi kameraya alma densizliğini gösteren her kimse bana doğru yaklaştıtam o sırada. Alet yüzüme doğru alçaldı titreyerek ve sanki bir anda gözlerimi açıp gülecekmişim gibi garip bir ifadeyle yattığımı gördüm orada.“Uyanacağını biliyorum,” dediğini ve ağlamaya başladığını duydum annemin. Kayıt kesildi. Küçücük lekeler kaplayıverdi ekranı. Geriye alıp bir kez daha seyrettim.Gözlerimden akan yaşlarla bayağı bir ıslanmıştı gömleğim. Tarihe baktım. 10 Şubat 2010. Saçmalıktan başka bir şey değildi bu. Kim böyle bir anı belgelemek isterdi ki? Ayağa kalktım ve az önce vücudumahâkim olan o salakça korkunun yokolduğunu farkederek rahatladım. Kamerayı elimde döndürüp duruyordum manzaraya bakarken ve beni gerçekten çaresizliğe iten de asla önleyemeyeceğim bir gerçekliğe saniye saniye tanıklık etmem oldu:Gece gölgelerle dolu battaniyesiniağır ağır şehrin üstüne indiriyordu.
Tüylerim o geceyievde geçirme düşüncesiyle diken diken olurken hemen harekete geçtim. Gitmeliydim. Olabildiğince çabuk. Bir çanta bulup içine cd’lerimi tıkarken, müzikleriyle de oynanmış mıdır acaba, diye düşündüm. Kitaplara göz gezdirdim sonra ama tüm kitabevleri elimin altındaykendaha önce okuduğum romanları yanımda taşımak aptalca geldi. Korku daha baskındı. Odaya koştum ve tuttuğum eski ajandalarla fotoğraf albümünüçantaya attım. Sonra merdivenlere attım kapağı. Evin içine son bir kez daha bakıp hızla aşağı indim. Basamaklardaki tozlarayaklarımın altında çıtırdarken annemin şarkısı bir daha yükseldi içeriden. Kulaklarımı tıkayarak bağırdım. İkinci katın aydınlığından geçip karanlığa daldım. Girişin tozlu beyazında bir gölgeye dönüşerek aynı hızla uçtum havada. Molozların üstüne konup koştum parka kadar ve durup apartmana döndüm yine. Garip bir duygu ele geçirdi beni o sırada. Evimi bir daha hiç göremeyecekmişim gibi. Gözyaşlarımı silerken bir türlü dönüp gidemediğimi farkettim. Perde dışarıda beyaz bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Oradan dışarıya tanıdık bir kafanın uzanacağını, el sallayacağını mı bekliyordum hâlâ? Tam o an yan taraftaki balkonlardan biri kopup aşağı indi. Altımdaki zemin sallandı. Yutkunarak baktım. Elli metre geridenPink Floyd’un muhteşem riff’leri kulağıma ulaşıyor, sanki beni yeni bir yaşama çağırıyordu. Hava iyice kararmıştı. Kızıla çalan ufuk çizgisinin oralarda bir kuş sürüsü koyu maviyi siyah lekelerle kirleterek uzaklaşıyordu.“Yine döneceğim,” dedim dudaklarım titreyerek ve arabaya doğru koştum.
3
Kapının açık olması beni şaşırtmadı. Işık da sapsarı aydınlatıyordu mekânı. Felaket gece vakti gerçekleşmiş ve hâlâ ayakta olanlar hiçbir şey düşünemeden kaçıp gitmiş olmalılardı.İçerinin kokusunun değişmemesiydi asıl garip olan. En son ne zaman geldiysem aynen öyle kokuyordu. Bira, sigara, toz, ter ve kızartma karışımı bir şeyler.Müzik repeat’te kalmış,cdçalarda dönüp duruyordu. Ben çekingen adımlarla iç taraflara doğru yürürken hoparlörlerden dökülenTom Waits’in Crossroads parçasıydı ve ayaklarım yerden kesilecekmiş gibi hissediyordum kendimi o konuşup dururken. Barın arkasına geçip bilgisayarın başına oturdum. Müziği biraz kısıp ayağa kalktım yine. Sifonun kolunu aşağı çekince kesif bira kokusu burnuma doluverdi. Sabahtan bu yana içimin ilk kez gerçekten mutlulukla dolduğumu hissettim. Ağzımın sulanmasını engelleyemeden hemen arka taraftan boş bir bardak çektim. Toz falan yoktu içinde. Pırıl pırıldı ve merak içinde yüzeyini inceleyen suratımıyansıtarak beni utandırmaya çalışıyordu. Bira koyu sarı akarken köpüklenip kabardı. Bir süre bekledim taşıp yere dökülürken. Sonra çekip ağzıma götürdüm. İlk yudum tatlı bir öpücük gibiydi. Mideme doğru buz gibi akıp giderken saldığım keyif nefesi klarnet sesine dolanıp şarkının içine girdi. Arjantin bardağı sımsıkı tutmuş halde bilgisayarın başına çöktüm yine ve şarkıları düzenlemeye başladım. Tüm insanlıkla birlikte sırra kadem basmadan önce bu görevi yapan tipi tanıyordum. İyi bir herifti. Çoğu akşam havadan sudan bir-iki laf eder, arada ondan bir-iki parça istediğimde beni asla kırmaz mutlaka çalardı. Şimdi ise iki yaşındaki oğluyla birlikte parkta dil çıkararak verdikleri o sevimli pozun üstüne açtığım winamp’a mp3 dosyasından seçtiğim şarkıları alt alta ekleyen bendim.İşim de kolaydı. Tindersticks’in Curtains albümünden Bathtime’ın bitmesinibekledikten sonra içeri girerken hissettiğim duyguya ihanet etmeden Tom Waits’in bu saçmasapan geceye damgayı vurmasına izin verecektim. Real Gone’dan Sins Of My Father’la başlayacak ve Rain Dogs, Blood Money gibi albümlerle devam edecektim şarkı falan seçmeden.
Biramı bir dikişte içip ağzımı sildim. Bir tane daha doldurup masaların bulunduğu bölüme geçtim sonra. Arka tarafta, hem barı hem de giriş kapısıyla tuvaletlere inen merdivenin ağzını açıkça gören bir masaya kurulup bir süre sokağı izledim yirmi metre öteden. Ortalık iyice kararmış, sokak lambasının ışığıyla sarıya boyanmıştıkarşı binanın pürüzlü kişiliksiz gri boyası. Gecenin korkutucu yüzü içeri dalmak için an kolluyordu. O sırada kendimi hiç bilmediğim bir şeye, elektrik idaresinin çalışma sistemine kafa yorarken yakaladım. Elektrik kesilirse oraya gidip kapıyı kırarak olayı çözme düşlerini beynimdeki çekmecelerden birine süpürüp kapatıverdim hemen. Gülerek kaydırdım boğazımdan aşağı birayı. Dünya bana mı kalmıştı yani şimdi? Binalar, köprüler, boğaz, İstanbul, Paris, Roma, hayvanlar, kitaplar, içkiler, bağlar, film stüdyoları, şatolar, göller, gemiler… Her şey! İşte buna içilirdi. Tek başıma tüm bunları ne yapacaksam! Zenginliğimi düşündükçe üstüme tembelliğin çökmesiydi en komiği. Clap Hands başlayınca her zaman olduğu gibi hüzün dolmadı içime. Karşımdaki iskemleye bir tekme atıp dış kapıya doğru gönderdim ama gücüm anca beş metreye yetti.Cebimde telefon arayan elimi cezalandırmak için masaya vurdum sonra.Bir dostumu aramak için öylesine yoğun bir istek vardı ki içimde.Ağabeyimi, annemi, herhangi birini. Aniden düşüyormuşum gibi hissedince kafamı salladım ve sarhoşluğun ilk etkisini dağıtıp içkiyle yarenliğe devam ettim. Bir yıl önce tam da şurada, önümdeki masada bir kızla bakışmıştım. Kumral bir tipti. Yüzü gözümün önüne gelince kendimi iyi hissettim. Fakat daha sonra ne olduğunu hatırlayamadım. İçkim bitmişti. Fırlatıp attım bardağı sokağa. Kırılma sesine yapay bir tepki vererek yüzümü buruşturdum. Ve takılıp kaldım yine karşıdakiduvara spreyle yazılmış kelimelere: ELBET BİR GÜN GİDECEKLER!Komikti. Bunu yazan tip bu kadar isabetli bir şeye değindiğini bilse mutlu ölürdü elbet. Herhalde iktidardaki pislikler için söylemişti bunu.
Kalktım yavaşça. Jockey Full Of Bourbon’a eşlik ederek bara doğru yürüdüm. Hey little bird, fly away home. Your house is on fire, children are alone.*
Elimi bankoya çarpıp bir bira istedim. Sonra çabucak diğer tarafa geçip, “Hemen geliyor dostum,” sözleriyle parmağımı alnıma götürerek bir onay verdim ve birayı yeni bir bardağa doldurup bankoya indirdim. Bara yayıldı camın tahtayla yaşadığı şiddetli aşkın gürültüsü.Diğer tarafa geçtim ve gözlerimi yoldan ayırmadan oturdum yerime. Şehrin üstüne çöken karanlığı düşünmemeye çalışırken, gelmeden bir bakkalın camını indirip bir sürü mum araklamadığım için kendime bir küfür savurdum. Elektrik kesilirse fırlayıp dışarı kaçmaktan, deniz kenarında, dolunayın altında bir bankta oturmaktan ya da taksiye atlayıp sabaha kadar dolaşmaktan başka bir çarem var mıydı? Biradan koca bir yudumu mideme gönderirken, neden korkuyorsun ki, diye sordum kendime. Ölümden mi? Ve güldüm içeride yankılanan koca bir kahkahayla. Peki ama neden? Sevdiklerini geride bırakacağın için mi? “Robinson Crusoe’nun bile bir umudu vardı,” diye mırıldandım. Ana kıtaya döndüğü takdirde insanları bulacağını biliyordu. Ya ben? Bir cevap yükseldi aklımın içinden. Yalnız olduğumdan emin miydim gerçekten? Aklıma gelen şeyle bir anda ayağa fırladım. Koşup barın arkasındaki, bir kişinin anca sığabileceği küçük büroya daldım.Telefonun başına oturup aklıma gelen ya da gelmeyip kafadan salladığım her numarayı aradım.Yurt içi, yurt dışı, yüzlerce numara.Yerime dönmeden önce bir içki daha aldım kendime. Biradan sıkılmış, torpilli bir Jack Daniels No:7 doldurmuştum. Ağzıma götürecekken yine durdum. “Şerefe,” dedim çevremi saran masalara. “Hayaletlere içiyorum.” Salakça gülüp viskiyi damağıma yaydım. Normal bir tat değildi bu. Böylesini hiç içmemiştim. Sanki cennetten özel olarak şişelenip gönderilmişti. İçimin titremesini dindirmek için kafamı sallayıp neşe içinde bağırdım. Neredeyse Tom Waits’le aynı anda. Russian Dance başlamıştı ve kalkıp dansetmek için müthiş bir istek duydum. Yine de buna direnip dirseklerim masanın üstünde öylece oturmaya devam ettim. Eski günlerde, önümde karalayacağım bir ajanda olur, içkimi içerken yeni projelerle ilgili fikirleri not alır, melankolik bir tavırla ortalığı süzerdim. Şimdi de böyle bir şeye ihtiyacım vardı aslında. Yarın ne yapacaktım? Kendimle bir toplantı organize edipöncelikleri belirlemeliydim.Cevap aranacak soruların çokluğu düşünüldüğünde ölene kadar içmek de fena bir fikir gibi görünmüyordu. Bir muhtar edasıyla ağzımı şaplatarak saymaya başladım. İstanbul’un bazı yerleri doğa tarafından ele geçirilmişken civardaki diğer bölgeler nasıl bu istiladan kurtulabilmişti? “Biiir,” diyerek bu soruyu not edermiş gibi yaptım masaya. Aynı caddede bir bölüm apartman yıpranıp çökerken öbür binaların yepyeni kalması normal miydi?“İkiii.”İnsanlarhangi cehennemegitmişlerdi? “Üüüç.”Zamanın geçişine bazı mekânlar nasıl dayanabiliyordu? Mesela bu salak bar niye neme ve toza yenik düşmemişti? “Dööört.” Ve ben nasıl olup da ölmemiştim? “Beeeş!” Omuzlarımı kaldırıpneler olduğunu anlayamadığımı ve asla anlayamayacağımı ortaya koydum ve ağrıyan kıçımın yerini değiştirerek çenemi avuçlarımın içine gömdüm.İçki beynime yürüdükçe şımarıyordum yavaştan. Ciddi meseleleri viskinin derin kuyusunda kaybederken yüzeye geyik fikirler çıkmaktaydı. Neler yapacağımı bulmuştum. İlk iş gidip bir banka soyacak, çaldığım parayı bir başka bankaya yatıracaktım. İnsanlar birden geri dönmeye karar verirlerse aralarına bir trilyoner olarak karışmam sonunda bana saygı duymalarını sağlayabilirdi. Sonra da Topkapı Sarayı’nın yolunu tutacaktım. Kaşıkçı elmasını herhangi bir takı gibi boynuma asıp sultan dairesine yerleşecek, İstanbul’u oradan yönetecektim. Şişme kadınlardan bir harem kurabilirdim kendime. Maymunlar evrimleşene kadar ölmemeyi başarırsam da el değmemiş harika bir eşim olurdu ve şu beş para etmez insanoğlunun üç para belki eder serüveninin bir remake’iniyapardık birlikte. Hollywood usulü olur, Bollywood usulü olur. Belki de en iyisi Ertem Eğilmez tarzı. Neşeli bir şekilde başlayıp hüzünlü bir hikâyeyle allak bullak olarak bu sefer de bir başkası yaşardı kaderimi.
İçinde viski kalmayan bardağı da fırlatıp attım yola. Tuzla buz olurken çınlama havada bir süre asılı kaldı. Üstüme yürüyen öfkeye hâkim olmaya çalışarak ayağa kalktım. Bilgisayarın başına nasıl çöktüğümü bilmiyorum. Led Zeppelin’i buldum hızla. Immigrant Song’u seçip üstüne tıkladım. Gitarın tonu içimde bir şeyleri yırtıp geçti sanki. Bitkinlik yerini garip bir güce bıraktı ve dönüp yine yola baktım. Dışarı çıkmak geldi içimden. İstiklal’e yürüyüp sarmaşıklarla kaplanmış binaları yakmak fena fikir değildi.Neron gibi kollarımı kavuşturup İstanbul’un yanışını izlemek değişik bir zevk olabilirdi. Bir-iki adım attım ve irkilerek durdum. Bir gölge duvara sürtünerek geçip gitti yoldan. Duman mıydı? Geriledim ve gözümü kırpmadan oraya baktım transa geçmiş gibi. Yanılmış olmalıydım. Uçup giden sarhoşluğu geri getirmek üzere şişeye sarılıp bardağımı sonuna kadar doldurdum ve kafama dikiverdim. Müzik de o sırada kesildi birden. Tek şarkıya tıkladığım için devamı gelmemişti büyük ihtimalle. Sessizlik öylesine yoğun bir şekilde çullandı ki üstüme afalladım. Yolu izlemeyi bırakıp hemen barın arkasına attım kendimi. Titreyen elimle bulduğum ilk şarkıya tıkladım. Daha önce yüzüne bile bakmayacağım bir şeye. Barın içi müzikle dolmadan birkaç saniye önce dışarıdan bir çığlık yükseldi. Kapadım hemen müziği ve kalbimin çarpıntısıyla yerimde ritmik bir şekilde sarsılarak kulak kesildim. Sonra yavaşça dışarı süzülürken buldum kendimi. Tuvaletlere inen merdiveninyanından geçerken her zamanki ürküntü çullandı üstüme ama dikkatimin büyük bir kısmı dışarıya yoğunlaşmış olduğundan hız kesmedim. Dışarının havasıyla barınki görünmez bir duvarla ayrılmış gibiydi. Hem kokusu hem soğukluğu. Ürpererek kendi etrafımda usulca döndüm ve bedenimi çevirirken diğer yönlerin önemi bir kat arttığı için çok geçmeden kontrolü kaybettiğimi anlayıp durdum. Ben korkuyu düşündükçe bir başka gölge daha belirecek, ardından annem bir şarkıya başlayacaktı muhtemelen.
Bu komik yaklaşımın verdiği cesaretle içeri dalıp hızla masama yürüdüm. Viskiyi alıp koca bir yudum akıttım mideme ve bir sonraki hamlem tekrar müziği açmak oldu.Biraz rahatlamış olarak bara dayanıp oradan baktım yola. Ten Years After, I Woke Up This Morning ile sabahki ruh halime az çok yaklaşmaya çalışırken bir şeyler düşünmek için zorladım kendimi. Boşalıp gitmiş gibiydi beynim. Ve öylece, kaç viski yuvarladığımı ya da ne kadar zaman geçtiğini bilmeden oturdum orada. Gölge tekrar ortaya çıkana kadar. Önce bir-iki kez kırpıştırdım gözlerimi. İnanmak istemedim orada durduğuna. Ve birden elimdeki bardağı savurdum, sanki bunu daha önce bilinçli bir şekilde düşünmüşüm gibi. Geçip gitti içinden. Bir an büzüşür gibi olsa da yine kapladı kapıyı. Bana mı bakıyordu?Müzik kimbilir ne zaman durmuştu ve kıçım ağrımasa bu yalıtılmış sessizlikte havada durduğumu zannedebilirdim. Kocamandı, arka tarafını da gösteren koyu bir perdeye benziyordu ve kesinlikle bir karakteri vardı. Evet. Beni izlediğinden emindim. Yeni bir yaşam formu muydu bu peki? İnsanlığı bu gölgeler mi yoketmişti? Öyleyse benim işimi bitirmek için neyi bekliyordu? Öfke içimde faaliyete geçmek için fokurdamaya başlamıştı. Yavaşça hareketlendim. Bağırmaya hazırlandım ve o benden önce davrandı. Rahatlatıcı, harika bir ses tonuyla konuştu: “Bana gel!”
Bir sürü şey geçti kafamdan. O kadar aniydi ki ne söyleyeceğimi bilemedim. Sonra bankoyu kavrayan elime indirdim kafamı yavaşça. Gördüğümü kavramakta zorlandım. Gölge falan uçup gitti aklımdan. Öyle bir sıkmıştım ki masif tahta parmaklarımın arasında un ufak olmuştu. Elimi açınca kıymıklar yere düştü. Bankonun kenarı koca bir fare tarafından ısırılmış gibi kaldı öylece.İçimdeki gücün farkına da o anda vardım. Enerji damarlarımdan dışarı fışkırmak için inliyordu sanki. Ansızın bankoya vurup yıkarak diğer tarafa yürüdüm. Bu inanılmaz hareket de şaşırtmadı beni. Birden değişmiş, bambaşka bir insana dönüşmüştüm. Dönüp gölgeye bakarken kaşlarım çatılmıştı. Ne korku ne de başka bir şey hissediyordum artık. Rahatlık üstüme yürümüştü ve beni sakin bir şekilde konuşturan da o oldu. “Sen buraya geleceksin.”
Bir cevap vermedi. Orada kıpırdaşarak bekliyor, iç tarafında koyu ve açık alanlar birbirinin içine geçip duruyordu. Önümdeki masayı tutup sıktım kollarımın arasında ve dondurma külahından yapılmış gibi dağılıp gittiğini gördüm. Böylece neden ölmediğimi anlayarak delice bir kahkaha savurdum. Sonra ellerimi duvara soktum. Geri çekerken sıkıca tuttuğum parça yüz kiloya yakındı. Savurduğumda gidip patladı yolun karşısında ve ELBET BİR GÜN GİDECEKLER! yazısının bir kısmını söktü aldı oradan.Fakat gölgeye bir şey olmamıştı. Ansızın içeri gireceğini, beni nefessiz bırakmaya çalışacağını düşünüyordum ama gözlerimi kırpıştırmamla yokolup gitti.Tek başıma, büyük bir güvenle dışarı bakmayı sürdürdüm ve “Beni alamayacaksın! Asla!”diye bağırdım. Sonra sırtımı döndüm kapıya. Rahat hareketlerle iç tarafa yürüdüm. Pençemi bir masanın ortasına geçirdim. Sıkıp geri çektiğimde koca bir delik bıraktım ardımda. Sonra yeniden dışarı baktım. Her şeyi yapabileceğimi hissediyordum. Bedenim patlamaya hazırdı. Beynimle kaslarım arasındaki gizli geçidi açmıştım. Dışarı çıkmalı ve her şeyin hesabını sormalıydım onlardan.
Hareketlendim ve tam da o sırada duydum yerin altından yükselen o iğrenç uğultuyu.Sarsıntı da hemen peşinden geldi. Kasılarak hafifçe eğildim ve tavana baktım. Çatırtıyla birlikte büyük bir çatlak hemen üstümden barın kıç tarafına doğru uzadı gitti.Adını bile unuttuğum korku böylece tekrar yanımda bitti ve kaçmamı söyledi bana. İleri atıldığım ankapının ön tarafı iniverdiaşağı. Tozlar yüzüme doğru uçuşurken nefesim kesildi. Neredeyse yere yatarak bir kez daha tavana baktım. Esneyip kaldı duvar. Hızla yerimden doğruldum. Beton parçalarını küçük tabaklarmış gibi bara doğru fırlatarak girişi açmaya soyundum var gücümle. Altımdan kayanzeminde zorlukla ayakta dururken o son sarsıntıyla savruldum duvara doğru. Tekrar doğrulmaya da zaman bulamadım. Binanın yana yatarken tamamen çöktüğünü anladığımda üst kat tümüyle indi aşağıve ben tuttum onu.Haykırma isteğiyle şişti boğazım. Damarlarım patlayacak gibiydi ve harcadığım delice güce hayran kalarak ayağımı da dayadım tavana. Ama bir türlü çıkmadı haykırış. Binlerce tonu itecek gücü de bulamadım kendimde.Dakikalar geçip giderken durdum orada öylece. Enerjim damarlarıma dönmek için yalvarırken hiçbir üzüntü duymadım. Ölme vakti gelmişti. Salakçaydı ama yapacak bir şey yoktu. Böyle biteceğini hiç düşünmemiştim. Gülerek bıraktım betonu ansızın. Ezildiğini hissettim kemiklerimin ama peşisıra bir acı gelmedi. Bilincim de yitip gitmedi. Ten Years After’ın hâlâ çalıyor olması ne kadar komikti. Eşlik etmek istedim ama kimbilir ne haldeydi ağzım. Sırıtmaya çalıştımboş vermiş bir şekilde.
Gözlerim de tam o sıradaaçıldı. Yüzüm bankoya yapışmış, iyice ezilmişti. Vücudumu ele geçiren ağrılarla inlerken doğrulup kapıya baktım ve dışarıda, tam eşikte, içeri adım atmaya korkarmış gibi kıpırdaşangün ışığını gördüm. Esneyerek kaslarımı sonuna kadar gerdim veneşeli bir küfür savurdum. Uyuyakalmıştım!Yeni bir güne başlamanın verdiği mutlulukla bir kurşun asker gibi yürüyüp yola attım kendimi. Sonra da koşup yüz metre ilerideki caddeye. Bağırarak döndüm çevremde. Hem ağlıyor hem gülüyordum ve müthiş bir hırs yürümüştü üstüme. Yere yatıp kollarımı açarak betona yayılıp gökyüzüne baktım. Şehirdeki yalnızlığın yarattığı hüznün kıçına tekmeyi yapıştıracak kadar maviydi. Martılar dünyada kalan tek balıkçıyı gördükleri için sevinç çığlıkları atıyorlardı. Demek ölmemiştim! Beynimde yarattığım her türlü korkuya lanet okuyarak epey yattım orada. Üşümenin de açlık duygusunun da iyice bir tadına varıp sonra dikildim ayağa. Hayatta kalabilen tek kişi olarak güzel bir kahvaltıyı hakediyordum. Bunu bir süre düşünüp sonra şöyle dedim kısık bir sesle:“Kesinlikle!”
4
Rüzgâracımasızca esiyordu yüzüme doğru. Birbirine dolanmış kocaman çalılar dükkânların camlarına, duvarlara çarparak savruluyor, yanıma ulaşmadan ulaştıkları aşırı büyüklüğü algılayamıyordum. Uğultuları duysam da Galatasaray Lisesi’ne ulaşıp yolun yukarısınabakmadan bunun doğru olabileceğine inanmamıştım. Sanki ayrı bir dünyaya adım atmış gibiydim. Kabanıma iyice gömülmüş,bir dükkânın camını kırarak ele geçirdiğim çekiç elimde, güçlükle yürüyordum. Şehrin bu bölümü ne bitkilere teslim olmuşne de aşırı bir çöküş yaşamıştı. Bazı yeni yapılardı sadece aşağı inenler. Tarihi apartmanlar, Ağa Camii gibi taş binalar tüm haşmetleriyle sapasağlamayakta duruyorlardı.Tünele doğru hava açıkken buranın nasıl böylesine bir fırtınaya teslim olduğunu anlamaya çalışıyor, hayretle Taksim Meydanı’nın üstünü kaplamış yoğun sis tabakasınabakıyordum arada bir. Afacan’ın kapısına yaklaştım. Kepenkleri inikti ve belki de bu yüzdenkurtulmuştu hayvanların yağmasından. Çekici iki-üç kez indirdiğimde anahtar kırılıp gitti. Dengesiz bir güçle kaldırdığımda kepenk şiddetle yukarıdakimetal yuvaya çarptı.Üstüme beyaz boya parçalarından zayıf bir yağmur inerken levyeyi araya sokup hızla geriye çektim. Kapı kilit yerinden çatırdayıp kendini saldı.Bir tekmede ardına kadar açıldı sonra ve burnuma daha önce uğradığım lokantalardaki gibi bozulmuş yemeklerin, çürümüş etlerin mide bulandırıcı kokusu doldu. Kendimi hemen geriye, caddeye attım. Şiddetli rüzgârın içinde kokusuzluğa dönüşen o karmaşayı içime çektim. Lokantalardan umudu kesme zamanı gelmişti.İngiltere Konsolosluğu’nun bulunduğu tarafa bıraktığım taksiyi alıp büyük marketlere gitmediğim için bir küfür daha savurdum kendime. Dondurucusu olan büyük yerlerden başka bir şansım olmayacak gibi görünüyordu.Tabii oralarda da elektrik kesilmemişse.Binaların arasına çöreklenmiş sis parçalarının arkasında Marmara Oteli’ni görmeye çabalarken bembeyaz bir atönümdeki sokaktan fırlayıp arkasında bir şeylere tekmeler savurarak caddenin ortasına kadar geldi. Belki de bir gün önce arabanın yanında koşan attı bu. Delirmiş gibi görünüyordu ve beni farkettiğinde şaha kalkarak kişnedi. Rüya ya da klibe benziyordu içine düştüğüm sahne.Yaklaştım elimde olmadan. Onu yakalayıp üstüne binmek gibi çılgınca bir fikir belirmişti beynimde ama gözlerindeki tanımsız korkuyu görünce durdum. Acıma hissi bir anda yükseliverdi içimde. Sanki tanıyordum bu atı. Birkaç saniye bakıştık, sonra fırlayıp alt sokağa girerek dörtnala uzaklaştı. Toynakları rüzgârın uğultusunda yitip gitti. Gözlerimi kısıp bir süre onun belirdiği sokağın başında durup ortalığı inceledim. Bir binanın tepesinden, kimbilir hangi dairedeki boruların iflasıyla, şakır şakır aşağı akan sular…Olağandışı gözüken tek şey buydu.
Tekrar caddeye dönüp bir süre kararlı bir şekilde yürüdüm.İstiklal’in bitmez tükenmez kalabalığının yerini almış sisin bu şiddetli rüzgârda nasıl olup da dağılmadığını düşündüm.Şeytani bir duygu dönüp duruyordu aklımda. Sanki her an yoğunluğun içinden bir şeyler fırlayacakmış gibi. Bu rahatsız edici fikri kafamdan bir türlü atamasam da ve aslında bir an önce dönüp bara sığınmaktan başka bir şey düşünmesem de yoluma devam ettim. Belki de midemi yakan açlıktı beni ileri, tostçulara doğru iten. Küflenmemiş ekmek bulma umudu! Sonuçta onlar taksiden daha yakın geliyordu zavallı ayaklarıma.On metre kadar sonra gördüm büyükçe bir mağazanın vitrininde açık bırakılmış televizyonu. Dvd’den oynatıldığını sandığım görüntü beni çekim alanına aldı ve kendimi bir anda onun önünde,merakla dikilirkenbuldum. Bembeyaz dişleri ortada, yüzünün her yanıyla kocaman gülümseyen bir kız geldi ekrana. Güzeldi. Kızıl saçları güneşi içinde taşıyormuşçasına parlıyor ve nereden geldiği belli olmayan bir esintiyle dalgalanıyordu. Sonraki sahnedetakım elbiseli on adam, kaldırımda,araba ya da başka bir şey bekliyormuş gibi sabırsız bir tavırla dikilirken göründü. Bir süre çevrelerine bakındılar ve üstlerine aniden bir beton kalıbı indi. Öylesine şoke edici bir görüntüydü ki istemsizce bir adım geriledim. Vinç, kalıbı alıpyukarı çekince, betonun altından küçük robotlar çıkıp çevreye dağıldı.Yine gülümsedi kız. Ama iki dişi eksikti artık. Her yanı toz bulutuna bulayarak aşağı çöktü gökdelenler ve sadece tek katlı, bahçeli bir ev kaldı geniş alanda. Molozlarla kaplı tarlada ağaçlar da dimdik ayaktaydı. Ardından her taraf kocaman, beyaz bir erkek kıçıyla kaplandı. İçinden yavaşça kocamanbir hıyar çıktı. Ve bir domates. Sonraki görüntüde dört kişilik mutlu bir aile neşeyle önlerindeki salataları yiyordu.Güldü kızbir kez daha. Dişleri tümüyle dökülmüştü ve kaşları da yoktu artık.Kusmukla doldurulmuş, küçük plastik havuzda oynayan bir çocuk girdi o an ekrana.Ağlıyordu ve annesi başka bir kadınla arka planda gülerek bir şeyler konuşuyor, onunla bir an olsun ilgilenmiyordu.Kocaman bir yük gemisi kıçının üstünde kalkarak hızla uzaklaştı boğazda.Bir kumsal göründü sonra. Her yanıyunus ölüleriyle kaplıydı vebir ok işareti oluşturacak şekilde özenle yerleştirilmişlerdi. Ok tam ortada yapayalnız duran bir tuvalet kabinini gösteriyordu. Tarlanın iki metre kadar üstünde hızla ilerleyip durdu kamera. Hafif bir rüzgârla salınanrengârenk çiçekleri izledi bir süre.Çok geçmeden sağ taraftan bir çim biçme makinesi girdi ekrana. Çiçekleri ezerek diğer taraftan çıktı. Birkaç saniye sonra diğer yönden girdi içeri. Geçip gitti yine ve çiçekler her iki seferde de ezilmeyi ya da kopmayı reddederek dikildiler ayağa.Kızıl saçlı kız estetik ameliyatta, alnı ve yanakları neşterle kesilirken, dişsiz ağzıyla gülümsemeye devam etti. Anlamsız ve tahrik ediciydi olan biten. Camı kırıp televizyonu parçalamak istedim midemin bulantısıyla yüzüm buruşmuş. Görüntü durdu o esnada. Ekran karardı. Yine de vurdum büyük bir hırsla ve aşağı indi cam müthiş bir gürültüyle, ben geriye kaçarken.Rüzgâr içeri dolup küçük teknolojik aygıtlarıdükkânıniçine doğru sürükledi. Ben de daldım öfkeyle. Bir süre etrafta herhangi bir bağlantı aradım ama bulamadım. Kapalı devre sistemien akla yatkını gibi görünse de mantıklı kılmıyordu ekranın kapanmasını. Dükkânın iç taraflarını ele geçirmiş karanlığı amaçsızca süzerken oraya gitmeyi aklımdan bile geçirmedim. Son bir kez sağa sola bakınıp yinedışarı attım kendimi ve hızla yürüdüm yukarı doğru.Sonuçta sinirlerimi bu kadar bozanın ne olduğunu anlayamıyordum ve görüntülerin uyandırdığı iğrenç duyguları unutmak için çevreye bakınmaktan başka bir kozum da yoktu.
Fransa Konsolosluğu’na neredeyse koşarak vardığımdasisin her yanımı soğuk soğuk kavradığını hissettim. Ürpererek yavaşladım. Attığım her adım kulağıma vuruyordu boktan bir yankıyla. Bir on metre kadar böyle ilerledikten sonra gördüm onu. Yanına koştum. Derin bir nefes alıp heyecanımı bastırmaya çalışırken içine girdim ve diğer taraftan dışarı çıkarak bir daha baktım. Oraya vurup kaldırım taşlarını bir kenara savurarak yeri bir metreye yakın göçerten şey, kocaman bir eldi. İç tarafı özel bir kille sıvanmışçasına kıpkırmızıydı.Gökyüzüne baktım hemen. Bunun tanrısal bir şey olma ihtimalini düşünüyordum. Sonra indirdim gözlerimi ve diğer tarafta sisin dağılmaya yüz tuttuğunu farkedip tekrar yürümeye başladım. Yabancı bir gezegene, keşif gezisine indirilmiş gibi hissediyordum kendimi.Artık felaket senaryolarını bir kenara koymuş, uzaylılar fikri üzerine yoğunlaşmaya başlamıştım. Ya da mantığım bu kadarına elveriyordu. Marmara Oteli miydi sisin içinde karanlık bir siluet olarak her adımda büyüyen?Yönde bir saçmalık olduğunu farkederek otelin bulunması gereken yere bir göz atıp yine sisin üstüne gölgesini düşürmeyi başaran o yüksek yapıya döndüm.Kiliseden uzağa doğru ilerlediğimi ve üst yola ulaşmak üzere olduğumu çıkarabiliyordum. Sol tarafta Cumhuriyet Anıtı’nı gördüm belli belirsiz ama yürüyüşümü kesmedim. Yoğun olmasa da bir sürü şeyi görüş alanının dışında bırakmayı başarıyordu sis ve artık pek de soğuk gelmiyordu bana. Sağda, Sıraselviler yönünde büyük bir gümbürtü kopunca yerimde kasılıp kaçmaya hazırlandım. Her ne olduysa şiddeti yere vurmuş, altımdaki zeminden bir şok dalgasıyla geçip gitmişti. Bir süre o tarafa baktım, olabildiğince kulak kesildim ama ulumalardan başka bir şey duyamadım.Sonra üstüme eğilmiş o devasa karanlığa doğru döndüm tekrar. Yutkunarak baktım. Anlayamıyordum bunun ne olduğunu. Orada meydandan başka bir şey yoktu benim bildiğim. Merakıma yenip düşüp hızla yürüdüm ve son adımımı öylesine sert vurdum ki yere oradaki parçanın kopmaması bir mucizeydi. Taşlaşmışçasına gergin, panik hissi kafamın içinde bir kasırga gibi dönerken ayağımı geri çekmeye cesaret edemedim bir türlü. Önümdeki uçuruma baktıkça alt taraftaki yoğun karanlığın aklımda uyandırdığı dipsizlik hissiyle başım dönüyor, sıklaşmış soluklarımla direniyordum baygınlığa. Yüzlerce kiloya ulaşmış gibi duran bacağımı oradan söküp aldığımda kendimi yere sırtüstü bırakıverdim ve bacaklarımla betonu ittirerek kıçımın üstünde bir on metre kadar kaydım geriye. Kalbim delice atıyordu ve bardan çıkarken yanıma bir şişe viski almadığım için kendime lanet okumaya girişmem boşuna değildi. Taksim’in ortasında, neredeyse arzın merkezine kadar uzanan bir uçurumla karşılaşmıştım. Orada sis dağılana kadar, yani iki saate yakın oturdum düşme korkusuyla. Her yanımın uçurumlarla çevrelenmiş olabileceği düşüncesi aklımdan çıkmazken gözümü kırpmadan,dağılan siste her saniye biraz daha belirginleşen o büyük gölgeye bakıyordum. Şekilsizdi. Yanlara ve yukarı doğru asimetrik açılımlar gösteren bu şeyin bir gökdelen olma ihtimali oldukça zayıftı. Geriye doğru paranoyak hareketlerle, çevremdeki her santimi yüz kez inceleyerek kayarken Cumhuriyet Anıtı’na kadar gelmiştim. Hafif yana yatmış olsa da hâlâ ayakta durması nedense bana garip bir gurur verdi.Gazi’nin ve kurmaylarının kararlı, umut dolu bakışlarınıuçuruma dikmelerikomik bir çelişki oluştursa da yüreğime yürüyen cesaretle hızla ayağa dikildim. Öne doğru ilerledim. Tam kırk iki adım. Kenardan aşağıdaki sonsuz karanlığa baktım oraya nasıl çıktığını anlayamayan kanatsız bir kartal gibi. Evde de üstüme çullanan o uçup gitme korkusu bir kez daha aklımı yoklasa da direndim ve dağılan sisin arkasında şüpheye yer bırakmayacak şekilde gördüm dalları. Uzun uzun, neredeyse nefes almayı bile unutarak baktım. Boynum tutulana, gözlerim yaşarana dek. Uçurumla çevrelenmiş meydanın tam ortasında devasa bir çınar ağacı duruyordu.Gövdesinin çapı yirmi metreye yakındı. Dalları içiçe geçerek yukarıdan düşecek bir şeyleri yakalama arzusundaymış gibi havaya kalkmıştı.Boğumlarınüstüne rahatlıkla bir kulübe kurulabilir, oyukların içine arabalarpark edilebilirdi. Yüce bir duyguyla, ağlamamak için kendimi zor tutarak geriledim yine. Böylece tostçuların oraya kadar gittim ve uçurumun dönerek otelin kaldırımını ve Atatürk Kültür Merkezi’nin bahçesini ele geçirdiğini tam olarak teşhis ettim.Ağaca geçiş, kuşlar hariç her türden canlı için yasaklanmıştı.Bir kez daha gerçekleşmesi imkânsızbir şeyle karşılaşmış olarak bu ağacın mitolojideki kutsal ağacı andırdığını düşündüm. Kökleri dibe dek iniyor olmalıydı. İstanbul’un merkezini ele geçirmiş, çevresini koruma kalkanıyla çevirmişti. Karşıma çıkan her görüntünün simgesel bir anlam içerdiğini düşünmeden edemiyordum artık. Fakat hangi hastalıklı beyin kime ne anlatmak istiyordu, işte bunu anlamıyordum.Benimle mi ilgiliydi tüm bu çaba? Peki ya hastanede, yanımdaki odada kalan kişi? Belki başkaları da vardı!
Dönüp hızla aşağı yürüdüm. Karşıma konan bu saçma kâbusu anlamlandırmaya çalışmaktan gerçekten sıkılmıştım. Firuzağa’nın oralarda bir market olduğunu hatırlıyordum. Buzluğunda ne varsa mideye indirmekten başka bir plana bir süreliğine beynimi kapatarak hızla yürüdüm. Tostçuların ve sol tarafta duvarları aşağı inip neredeyse çırılçıplak kalmış otellerin önünden bir hayalet gibi süzüldüm. Kiliseyi sağımda bırakıpköşede, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış gibi görünen binanın yanından döndüm ve şok içinde öylece baktım aşağı doğru uzanan manzaraya. Cihangir! Tamamen çökmüş, dümdüz olmuştu. Yıkıntılardan oluşmuş bir tarla gibiydi ve inanılmaz bir şekilde Tophane’ye dek uzanıyordu bu beyaz çöl. Ağzım sonuna kadar açık halde yürümeye devam ettim. Rüzgârın aşındırdığı yapılar neredeyse düz, doğal bir yol oluşturmuştu. Üstlerinde gezindiğim alanların eskiden hastane, eczane, market, çayhane gibi yerler olduğunu bilmenin verdiği o hüzün bir türlü beni ele geçiremiyordu çünkü gözlerim bambaşka bir sürprize kilitlenip kalmıştı.
Onu açıkça görüyordum, sonuçta çınar ağacıyla hemen hemen aynı boyuttaydı. Tophane-i Amire’nin yüz metre kadar üstünde, yuvarlak, taştanbir kuleydi bu. Orada asla var olmamış, apartmanlar yerinde kalsaydı bile asla var olamayacak, geniş ve yüksek bir kule.Küstah bir parmak gibi gökyüzünde birikmeye başlamış koyu gri bulutları işaret ediyordu.
Yıkıntıların üzerinde, tekrar işe koyulan esintiye karşı büyülenmiş gibi yürüdüm.Ona, bir an bile gözümü kırpmadan sadece ona bakmak istiyor ve bir an önce yanına ulaşıp taş yüzeyine dokunmaktan, bu devasa yapının gerçek olup olmadığını görmekten başka bir şey düşünemiyordum.
5
Çevresinde iki tur attıktan sonra bir kez daha dayadım avcumu. Taşın soğukluğu vücuduma doğru akarken kafamı kaldırdım veüstünden geçen bulutu bir nefeste içine çekecekmiş gibi görünen kulenin altmış metreye yakın ihtişamına bakarak kendimi meraklı bir karıncaya benzettim. Bir-iki adım daha attım sonra. Pirinçten yapılmış sapsarı, iki metrelik kapının önünde duruyordum şimdi. Üstünde yumruk biçiminde bir tokmaktan ve büyükçe bir kilitten başka bir şey yoktu. Ne süs ne kabartı ne de kapı kolu. Kilidin üstünde bırakılmış demirden,paslıanahtarı alarakgözlerime doğru yaklaştırdım. Orada bırakılması oldukça şüpheli bir durumdu. Kulağımı yapıştırıp iyice bir dinledim ardından içeriyi. Ses yoktu. Tokmağı pirinç yüzeye indirdim ve yirmi saniyeye yayılan bir süreçte, yankıların yukarı kadar çıkıp yine aşağı dökülüşünün o iç gıcıklayıcı hissiyle boğuştum.Sanki öbür taraftaduran bir tip küstah bir şekilde vuruşumu taklit etmişti.
Derin bir nefes aldıktan sonra anahtarı yerine yerleştirip çevirdim ve ağır kapı en ufak bir gıcırtı çıkarmadan açılmaya başladı. Yavaşça geriye çekilirken gözbebeklerim yüzlerce kısa kıpırtıyla içerinin karanlığını tarıyordu. Müthiş bir tedirginlik vardı üstümde.Olağandışı bir durumla karşılaşmayınca ilerleyip girişe attım adımımı ve ortalığı bir kez daha dinledim. Bir fabrika bacasının içinde duruyor gibiydim. Muhtemelenkule, tepesini döven rüzgârın hoyrat darbelerini büyük bir uğultuya dönüştürerek aşağı iletiyordu. Geniş hol tamamen boştu. Zemin ve duvarlar taştan olunca, atılan her adım garip ve tok bir gürültüyle vuruyordu kulağa. Duvarın diğer ucunda tahta bir merdiven başlıyor, kulenin çeperlerinde helezon çizerek yükseliyordu. Taşların dörtnala koşturmuş bir at gibi terlediğini görebiliyordum. Sanki nefes alıyordu duvarlar. On metreyukarıdaydı, basamakların bir oyuğa gömülüp yokolduğutaş tavan.
Dönüp dışarıdaki yıkıntı tarlasının beyaz dokusuna son bir kez göz attım ve kapıyı açık bırakmayı seçerek merdivene yöneldim.Önceden farkettiğim, zemine yukarıdan yıllar boyunca damlayıp üst üste binmiş gibi duran o kırmızı lekenin üzerinde kafamda türlü sorularla bir süre mola verdim. Harita gibi bir şeye benziyor olsa da baktıkça bir sürü görsel imgeyle çakışıp değişik anlamlar yaratabiliyordu. Basamağa adımımı atarken gözüm hâlâ ondaydı. Ne olabileceğini sanki çok iyi biliyordum ama ne adını ne de herhangi bir görüntüsünü hatırlayabiliyordum aklımda dönen soru işaretinin.Yer her adımda biraz daha uzaklaşırken tahtanın gıcırtıları yepyeni görünen ahşap basamaklara duyduğum güveni azaltıyordu. Uğultuya, duvarda açılmış küçük deliklere yuva yapmış güvercinlerin gurultuları karışıyordu şimdi. Çok geçmeden bir gemi sireni yükseldiaradan ve ben üst kata uzanan aralığa kafam bir hayli karışmış olarak ulaştım. İnsansız bir dünyada boğazdan bir geminin geçmesi normal miydi?Sevinmeli miydim yoksa korkmalı mı?İnsanın kalabalıkta kendisini güvende hissettiğini şimdi daha iyi anlamıştım. Bomboş bir dünyada bir avuç insanla karşılaşmakoldukça tedirgin edici olabilirdi.Yukarıdaki odanın içinden böylesi bir parlaklık taşacağını beklemediğim için biraz da şaşkındım aynı zamanda.
Gözüme çarpan sadelik cesaretimi yerine getirdi ve başımı hiç düşünmeden çıkarıverdim ortaya. Sonrasında ise adımlarımı hızla atıp odanın içine konuverdim. On metre yarıçapında, inanılmayacak kadar geniş görünen, ne paravanla ne de duvarla bölünmüş bir yerdeydim. En az altı-yedi metrelik bir yükseklikten aşağı sarkan büyük avizeye hayranlık dolu bir bakış gönderdikten sonra geniş odanın ortasında küçücük kalmış tek kişilik koltuğa doğru yürüdüm. Işık tepedeki yatay pencerelerden içeri sızıyor, avizeye çarpıp binlerce parçaya bölünerekher yere dağılıyordu. Duvarlar tümüyle kitaplıkla kaplıydı. Yanına çay, kahve gibi şeyleri yerleştirmek için iki oyma savaşçının, iki yandan kalın gövdesini ittirdiği bir sehpa konmuş olan gri kadife koltuğa dayanıp etrafı incelemeye devam ettiğimde yukarıdaki kitaplara ulaşmaya yarayan tekerleklimerdiveni gördüm. Doğudaki rafların arasında kalan dar pencerenin hemen önüne büyük ama oldukça sade bir çalışma masası konmuş, kenarına da yaylı bir tepe lambası tutturulmuştu.Yanlardaki sepetlerde çizim malzemeleri ve kalemler duruyordu. Camın iki yanı da saksılarla rengârenkti. Ve hepsi buydu işte. Bu muhteşem odada küçücük bir çocuk gibi rafların yanına ilerlerken burayı kimin döşediğini merak ettim. Her şeyin böylesine bir sadelikle dekore edilmesi hoşuma gitmişti doğrusu.Göğsüme denk gelen dördüncü raftan kalın ciltli bir kitabı çekip aldım. Geçmişin Döngüsü’ydü adı. Yazarının ismi ne ön kapağa ne de künyeye kaydedilmişti. Sayfalarını çevirdim. Çoğu yerin altının çizildiğini teşhis ettikten sonra elli beşinci sayfada durdum. Mırıldanarak okudum benden önceki okurun önemli bulduğu satırları. Tam üç kez. Fakat hiçbir şey anlayamadım. Hem çok önemli hem de aşırı anlamsız gibisinden bir his bırakıyorducümlelerin oluşturduğu anafikir. Bir saniye geçmeden üstüne kafa yormaya kalktığımda aklımahiçbir şeyingelmemesi de garipti. Bir başka kitaba uzandı elim. Küçücük bir şeydi. Dışarı çekerken kara seriden yayınlanmış olduğunu anlamamlabüyük bir heyecana kapıldım. Dashiel Hammett ismi değil, kapaktaki başlık oldu içimi hoplatan. Karanlığa Atılan Adım adlı buromanı ilk defa duyuyordum.Hemen ilk sayfaları incelemeye başladım. Daha önce yayınlanan bir kitaba, yeni baskıda daha çarpıcı bir isim verildiğinden kuşkulanmıştım.Fakat bu kaygım da boşa çıktı. Hiç okumadığım bir Hammett romanı tutuyordum elimde. Koltuğa kaydı bakışlarım ama o an oturup kitap okumanın saçmalığı da ortadaydı. İçini inceledim biraz.Başkarakterin şişko dedektif olduğunu saptayıncadudaklarım keyifle kıvrıldı. Bunda da tükenmez kalemle altı çizilmiş bir sürü sayfa mevcuttu. Ele geçirdiğim hazineyi tekrar rafa itip bir başka kitabı çektim yerinden. Tolyalılarla ilgili tarihi bir araştırmaydı bu. Sözkonusu ırk hakkında hiçbir fikrim olmasa da bir süre baktım ustaca çizilmiş savaş illüstrasyonlarına. Tüccarlar, bilim adamları ve savaşçıların kostümleri, tarihin bilinmeyen bir döneminde yaşamış bir uygarlık için fazlasıyla iddialı savaş aletleri tüm ayrıntılarıyla betimlenmiş, yine tükenmez kalemle yanlarına notlar alınmıştı.Kitabı yerine koyup geri çekildim. Raflarda yirmi binin üstünde eser olduğundan emindim. En yukarısı haritalarla ve ansiklopedilerle donatılmış gibi görünüyordu. Müthiş bir yere girdiğimi algılayabiliyordum. Hiç de mütevazı olmayan bir kütüphaneydi burası. Tavana baktım ve bir üst kata nasıl geçileceği sorunu da ancak o an düştü aklıma. Merdiven falan ilişmemişti gözüme. Yaklaşıp kitap dizilerininhemen yanından yavaşça ilerledim ve ortada şifreli bir kapıya da özel bir parolayla açılan geçit gibi öyle fazla da gizemli bir durum olmadığını farkettim.Rafın kenarındaki tutacak açıkça ortadaydı. Tutacağı çekmemlekitaplık gıcırdayarak açılıp taş merdivenin uzandığı geniş oyuğu gözler önüne serdi.
Adımımı atıp tereddütle yukarıyı gözden geçirdim.Her basamak ayrı bir karaktere sahipti. Bazısı daha geniş, bazısı daha yüksek ve çoğu da şekilsiz… Üçüncü basamağa adımımı attığımda yavaşça aşağı indi ve arkamdan kapadıkitaplık görünümlü kapıyı. Bir süre alık alık oraya baktıktan sonra çıkmaya devam ettim. Duvar taşlarının içine oyulmuş bir dehlizde yürüyor olmalıydım.Ortamı aydınlatan küçük hava deliklerinden birine ulaştığımda durdum. İyice uzandım ve omuzlarım biraz sıkışsa da başımı dışarı çıkarmayı başardım. Yandaki başka bir oyuktan yoluk bir güvercin bana bakıp guruldadı. Daha bir buçuk kata anca ulaşsam da aşağısı oldukça uzak görünüyor, müthiş bir baş dönmesi yaratıyordu. Kayamsı kesme taşların büyüklüğü de şaşırtıcıydı. En eski kulelerde bile benzerine rastlamamıştım. Saçmalık üzerine kafa yormaya gerek olmasa da dünyayı yerle bir etmekle meşgul bir teknolojinin ortaya böyle bir iş çıkarması anlaşılır gibi değildi. Eskiye mi özlem duyuyorlardı acaba? Başka bir dünyada orta çağ hikâyeleri okuyarak mı büyümüşlerdi? Taksim’e uzanan beton deryasının arkasında, arka yüzleri tamamen harap olmuş otellerin üstünde tüm ihtişamıyla sallanıyordu çınar ağacının üst dalları. Kafamı içeri çekip tırmanmaya devam ettim ve çok geçmeden de bir üst kattaki odaya ya da salona ulaştım. Merdivenin hemen başında durup ortalığı inceledim.Aynı yapıda olsa da farklı bir dizaynla karşı karşıyaydım. Duvarlar bu sefer tamamen haritalarla ve resimlerlekaplanmış, sadece üç metre eninde bir bölüm plaklarla dolu raflara ayrılmıştı. Taşlardan fırlayan altlıkların üstünde çeşitli pozlarda – hırlayan, uluyan, ürkek ürkek çevreye bakınan – doldurulmuş hayvanlar duruyordu.Alanın ortasınaalt kattaki koltuğun beyazı yerleştirilmişti.Altındaki tahta bölüm, dönmesini sağlayan düzeneği gizliyor olmalıydı. Plakların önüne yerleştirilmiş eskipikap ise oldukça albenili bir modeldi. Bakır bölümlere sahipti ve bazı yerleri kahverengi bir deriyle kaplanmıştı. Şaha kalkmış plak bekleyen iğnesinin kristali etrafa parıltılar saçıyordu.Hiç beklemeden o tarafa koştum. Binlerce plaklık koleksiyona gömülüp bir çabukonlarcasına göz attım. Bir tanesini bile tanıyamamanın şaşkınlığıyla suratımı buruştururkenPink Floyd’un Animals albümünün yere attıklarımdan biri olduğunu farkettim. Hissettiğim ani sevinç boktan bir sürprize toslayarak yok olup gitti ortalıktan. Evdeki cd’nin illüstrasyonunda olduğu gibi bu kapakta da çıplak insanların uçuşması canımı bir hayli sıkarken neredeyse plağı elimden düşürüyordum.Kafamda karanlık bulutlarla bir süre daha inceledim sanki farklı bir şeyler görecekmişim gibi ve sonra çıkarıp pikaba yerleştirdim. Garip bir sıkıntı ya da kötü bir his yüreğime pençelerini geçirirken iğneyi yana çektim ve plak sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi hızla dönmeye başladı. İğneyi ilk parçanın üstüne bırakıp yavaşça odanın ortasına doğru geriledim. Pigs On The Wing 1’in giriş gitarının yerini alan keman huzursuz bir hüzünle doluverdi kulağıma. Ardından domuz homurtuları girdi araya. Balçıkta eşelendiklerini görebiliyordum bu sesleri çıkarırlarken ve her nasılsa vokal melodisini de bir şekilde yakalamayı beceriyorlardı. Ortalıkta hoparlör falan yoktu. Pikaptan da gelmiyordu ses. Oldukça güçlü bir şekilde duvar aralıklarından sızıp odayı ele geçiriyor, her detay insanın içine işliyordu.Vücuduma yayılan ürpertinin yarattığı telaşlaoraya doğru atılıp, iğneyi eski yerine koydum. Duvardaki doldurulmuş pembe domuza uzun uzun baktım sanki bir şey olacakmış gibi. Sonra yere eğildim tekrar. Bor Sau adındaki grubun plağını alıp doğruldum bu sefer. Uzunca bir süre baktım kapaktaki her detaya.Tek bir adam vardıfotoğrafın merkezinde. Gün batımının arkasından gönderdiği yoğun ışığın içindetamamen bir gölgeye dönüşmüştü. Yaylanıp uçmaya başlayacakmış gibi görünen tipin yırtıcı pozuna yoğunlaştıkça bunun üç boyutlu bir çalışma olabileceğine kanaat getiriyordum. Fotoğraf olamayacak kadar canlıydı her şey. Hayalimden bir sahnenin dondurulmuş hali gibi.Titreyen elimi uzatıp plağı dışarı çıkardım. Şeffaf görüntüsünden yansıyanbüyüleyici parlaklık yüzüme yayıldı. Avcumun üstünde peltemsi dokusuyla esniyor, uçları zangırdıyordu. Pikabın üstünde dönmeye başladığında duyulan çıtırtı odanın içinde bir akıma kapılmışçasına savruldu. Sonrasında kulaklarıma dolan şeyi ise tanımlamak epey güç. İçime yürüyen o muhteşem coşkuyu yaratan; korno, trompet ve trombonların hep beraber sürüklediği inanılmaz melodiydi.Kapak çalışmasının yetmişli yılları yansıtan stiline bakıp hippi tarzı bir folk beklerken beynime akan çılgın tom tom yürüyüşleriyle afallayarak koltuğa kadar gittim.Oturdum ve gözlerim amaçsızca duvarları tarayıp hiçbir şey görmezken sadece müziği dinledim. Hayvan sesleri insani inlemelere, haykırışlara eşlik ediyor, enstrümanlar bir an olsun rahatlamayı reddediyordu. Yaylıların yürüyüşü bir ordunun değil isyan etmiş bir halkın duygusunu iletiyor gibiydi. Sadece şarkının sonuydu romantik bir gitar riff’ine teslim olan. Bununla birlikte birden rahatladı sanki dünya. Genişleyiverdi kasılıp daralmış duvarlar. Ve o esnada etkileyici bir tenor ses şu sözleri beklenmedik bir melodiyle kavrayışımın ötesinde bir yerlere yolladı:Delilik bir bataklıktır. Ne kadar çırpınırsan çırpın, batan sen değilsin. İngilizce sözler beklerken bir Türk grubuyla karşılaşmak oldukça şaşırtıcıydı. Plak takılıp atlamaya başlamıştı müzik biter bitmez. Bu rahatsız edici ses tarafından yönlendiriliyormuşçasına kesik hareketlerle ayağa kalktım. İğneyi kaldırıp küçük pencereden dışarı bir bakış fırlattım. Başka bir plak koyma fikri hakaret gibi geliyordu az önceki şoku sindirmeye ve anlamaya çalışırken. Bunun yerine odanın içinde gezinmeye başladım. Haritaların alt katta karşılaştığıma benzer bir şekildeadını bile duymadığım yerleri gösterdiğini farketmem uzun sürmedi. Bazıları sadece fantastik romanlara konu olabilecek imparatorluk isimlerine sahipti.Bir çizgiroman taslağı olarak kurgulanmış gibi görünen mimari çizimlerdeki yapılar muazzam bir ihtişamı gözler önüne seriyordu.Duvardan bana bakan hayvanları inceledim sonra. Kimbilir hangi aralıktan odanın içine sızan esintiyle tüyleri uçuşan doldurulmuş bir kurt köpeğine yaklaştım. Ona bakarken gözlerimden yaşların süzülmeye başladığını duyumsadım ve bir adım daha attım ileriye. Siyah tüylere elimi daldırdığımda canlıymışçasına yumuşacık olduğunu algıladım. Korkarak geri çektimelimi anında. Her yerim diken diken olmuştu. Aklımda sürekli, ben ortaokuldayken zehirlenerek öldürülen kurt köpeğimin görüntüleri dolaşıyordu. Neşeli havlamasını neredeyse duyacak gibiydim ve gözlerimden boşanan yaşları elimin tersiyle silerek bir başka şeye odaklanmaya çalıştım. İçiçe geçmiş karmaşık desenlerin arasında Kooning’in soyut işlerini andıran bir resim gördüm. Daha bitmemiş gibiydi. Duvara gelişigüzel bir şekilde tutturulmuştu. Bakarken renkler birbirinin içine geçiyor ya da şekiller yer değiştiriyormuşçasına bir duygu yaratıyordu.Saniyeler bariz bir şekilde yavaşlamıştıbakışlarım ona kenetlenmişken. Renkler beynimin bir yerinde birleşip hüzünlü bir hisse dönüştü çok geçmeden.Ve birden orada kendimi gördüm. Öylesine yabani bir ifadeyle bakıyordum ki tüylerim bir anda ayağa kalktı. Gözümü kırpıştırdığım an babam çıktı ortaya. Yüzünde endişeli bir ifadeyle üzerime eğilmişti bariz bir şekilde. Bu basit aldatmacayla gözlerim kamaşmış halde bağırarak geriledim. Kaçma dürtüsü bir kez daha ele geçirmişti beni. Oda çevremde dönüyor, doldurulmuş hayvanlar üstüme üstüme geliyordu.Koltuğa kadar geriledim ve kadife kumaşa parçalayacakmışçasına geçirdim ellerimi. Bakışlarım onlarca kezalt kata uzanan merdivene gitti geldi. İçerideki sessizliğin yoğunluğuyla çevrelenmiş olarak beni korkunun kucağına her saniye biraz daha iten şeyin üstümde yabancı bir şekilde dönenen soluklarım olduğunu düşündüm. Sakinleşmeliydim. Saniyede kimbilir kaç kere, aşağıda kapıyı açık bıraktığım gerçeği aklıma düşerken, bir kez daha baktım kurt köpeğine. Yüzündeki neşeli ifadenin benim suratımdaki gerginlikle oluşturduğu tezat öylesine komikti ki üstüme çullanmış o sessiz çığlık birden kesiliverdi. Kendime saçma bir şekilde koruma kalkanı olarak seçtiğim koltuktan yavaşça uzaklaşıp arkamdaki duvara yapıştım.Plakların durduğu bölüme son bir kez göz atıp üst kata açılan kapıyı bulmak için haritalarla çizimlerin arasında gezintiye çıktım.
Geciktikçe paniğin yine üstüme çullanacağından korkarak olabildiğince hızlı davranmaya çalışıyordum.Neyse ki bir kez daha beni yormayıp hemen gizini açıverdi yapı. Kapı kolu,yaşlı bir bilge kabartmasının eliydi. Tutup çekince koca duvar yavaşça öne gelip aralığı ortaya çıkardı.İçeri dalıp yukarı tırmandımkaçarmışçasına.Üst katta beni karşılayan lekesiz bir beyazlık oldu. Çıkıntılı küçük pencerelerle güneşi içeri almış bu devasa oda, mermer tabanıyla bir mutfak kompleksiydi. Gri taştan lavabo ve tezgâh pırıl pırıl görünüyordu. Taş duvara hatırı sayılır bir tencere tava koleksiyonu asılmış, ocak bölümünün üst çaprazıise bıçaklara ayrılmıştı. Raflar baharatlarla doluydu. Tam ortada insanın içini açan, rengârenk örtüsüyle baharı çağrıştıran, cilasız ceviz bir masa duruyordu. Duvarda özel olarak açılmış deliklerden içeriye sarmaşıklar sarkıyor, birçok yerde saksılardan taşmış gür çiçeklerle buluşup ortama doğanın o tatlı rötuşunu atıyorlardı. Bazı yönlere çift kişilik tahta koltuklar konmuş, yemeklerde buluşanlar için keyifli bir sohbet havası yaratılmıştı ki bu içinde bulunduğum koşullar düşünüldüğünde oldukça ironik bir şeydi.Soğuk olmasını beklediğim taş zeminli odaların, özellikle duvarlarına hava delikleri açılmışken, nasıl olup da bu kadar sıcak kalabildiğini anlayamıyordum. Taksim yönündeki büyük beyaz kapıyasürüklendim elimde olmadan. Çenem aşağı sarkmış halde kalakaldım kapağını aralayınca. Derin bir kilerle karşı karşıyaydım. Çengellere etler asılmış, tahıllar ve sebzeler raflara dizilmişti. İçerisi buz gibiydi. Burnuma kötü bir koku ulaşmayıncaağzımın sulanmasını engelleyecek bir şey de kalmadı. Kapıyı kapatıp yan tarafa geçtim.Panonun arkasında genişçe bir alan bomboştu ve raf sistemine bakılırsaardiye olarak kullanılmak üzere tasarlanmıştı. Tezgâhın yanındaki dolaba yürüdüm sonra. Açtığımda bunun bir buzdolabı olduğunu gördüm. Cam kapların üstüne doğru eğilip içlerindeki yemeklerle burun buruna gelince bir şok daha yaşadım. İnanamıyordum buna. Elimi uzatıp bir tanesini çektim dışarı. Hızla yürüyüp masanın üstüne koydum ve kapağını açtım. Soğanlı yahniye baktım bir süre. Ardından eğilip kokladım ve bir soğanı parmaklarımın arasına alıp ağzıma atıverdim. Üzerinde donmuş yağlarla soğuk bir yahni ne kadar lezzetli olabilirse o kadar lezzetliydi. Kim yaşıyordu burada?Onunla tanışana kadar şansımı zorlamalı mı yoksa arkama bile bakmadan kaçmalı mıydım buradan?Artık geri çekilemeyeceğimi, kaderimle yüzleşmekten başka bir şansım olmadığını düşünerek kilerin yan tarafında, bu kez açıkça ortada duran tahta spiral merdivene doğru hareketlendim.
Altı metreye yakın bir yüksekliği bir çırpıda geride bırakıp önümdeki deliğe dalarak sadece taştan koskoca bir boşluğun içine kondum. Beni tahtaya bastıranyerçekimi, sarhoşluk sonrası sızlamalarına esir olmuşayaklarımı açıkça yoğurmasa uzaya çıkmış gibi hissedecektim. İçeri sızan ışık huzmelerinin oluşturduğu büyülü atmosferde yukarıdan aşağı uzanansarkaca baktım olup biteni anlamaya çalışarak. Ucundaki küre, ışığı içine alıp bambaşka bir parlaklığa kavuşturuyor, ışıltılar çevreye dağılıp silik yıldızlar oluşturuyordu.Kulede en ufak bir sarsıntı olmazken sarkacın o tatlı salınımını, tüylerimde zerre hissetmediğim bir esintiye mi bağlamalıydım?
Duvara yapışıp geniş daireler çizerekyoluna devam eden merdivene yöneldim hızla. On metreye yakın bir yükseklikte, kapağın altında bitti yolculuğum. Alttan tutup ittirincerahatça havalanıp yan tarafta yere vurdu. Başımı çıkardığımda duymayı beklediğim sesi engelleyenin yerdeki halı olduğunu gördüm.Sonunda aradığım bölüme ulaşmıştım. Tam karşımdaydı geniş yatak. İnce bacaklarını ve başındaki oymaların özel kıvrımlarını inceledikten sonra bakışlarım üç farklı yöne, odaya ışık akışını sağlayan neredeyse dört metrelik cam pencerelere kaydı tek tek. Buralardan tüm kuleyi saranahşap balkona çıkılıyor olmalıydı. Arada kalan taş duvarlar da küçük pencerelerle süslenmiş, üstlerindeki deliklerden mutfaktaki gibi sarmaşıklar sarkmıştı.Beşiktaş yönündeki duvarın önüne büyükçe bir çalışma masası konmuştu. Tepeden rengârenk toplarıyla bir ahtapot gibi sarkıyordu dokuz kollu lamba. Diğer odalarda gördüğüm koltuktan burada da vardıfakat rengi maviydi ve halının yeşil tonlarıyla güzel bir uyum yakalamıştı.Cam bölümlerden birinin hemen önünde, Kız Kulesi’ne doğru yerleştirilmişti.İki yanına konmuş sehpaların ayaklarındaki savaşçılar bu kez dışa dönmüş, mızraklarını ileri uzatmışlardı. Altı metreye yakın duvarlar devasa tablolar tarafından ele geçirilmişti. Üç metreye altı metre, tavana kadar uzanan bir tanesi, tamamen soyut olmasına rağmenrenk karmaşası içinde,ileride bir yeri işaret eden figürün saldırgan çizgilerini açıkça dışa vuruyordu.Galata Kulesi’ne bakan bir bölüm yine taştan bir ara duvarla kapatılıp daracık penceresinden çevreyi izleyerek yıkanabileceğiniz küçük tahta küvetiyle şirin bir banyo olarak inşa edilmişti. İçerisi saf su kokuyordu. Aynanın önüne geçtim. Yüzümü yıkayıp yorgun suratımdaki umutsuz ifadeyi izledim bir süre. Sonra gözlerimi yumdum. Ve tam o an gözlerimi aynanınkarşısında tekrar açamayacağımı anladım. Bambaşka bir şeyle karşılaşmaktan korkarak dışarı çıktım. Kör ellerimle kolu bulup banyonun kapısını arkamdan sertçe çektim.Tekrar gün ışığına doğarak odanın ortasına doğru yürüdüm. Yatağın solunda, duvara bir tüfek panosu asılmıştı. Yanına gidip bir tanesini elime aldım. Tetiğinden namlusuna, her tarafınıiyice incelememe rağmen hiçbir yerinde bir marka bulamadım. Doğrusu avcılıkla ilgili pek de bilgi sahibi değildim.Çok ağır değildi ama parlak çeliğin soğukluğu elimi rahatsız edince tetikte gezdirdiğim parmağımı geri çekip tekrar yerine koydum tüfeği. Sol taraftaki komodinin tüm raflarını birer birer açıp içlerinin boş olduğunu teşhis ederken hâlâ silahı düşünüyordum. Ve tekrar yanına gittim. Orada, duvara gömülü küçük kutucuğu açınca fişekler bana doğru yuvarlanıp içiçe geçtiler tıkırtılar çıkararak. Yine aynı tüfeği aldım elime ve şarjörü çekip fişek yatağının boş olup olmadığını test ettikten sonra bir kez daha yerine astım. Ardından vazgeçip yeniden çektim ve fişekleri yuvaya yerleştirip merdivene doğru yürüdüm.
Yavaşça, bir sürü düşünceyle boğuşarak çıktığım bir üst bölümdenaşağıdaki odaya son bir kez göz attım. Bu kadar rahat ve huzur verici bir görüntüyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Rahatlık üstüme yürürken esnememek için kendimi zor tutarak önümdeki aralığa saptım ve dar geçitten iki metre daha tırmandım yukarı. Üst kapağı kaldırdım. İçeriye akan rüzgâr saçlarımı, giysimi, ruhumu, aklımı koparıp atmaya çalışırken dışarı çıktım. Daracık sütunlarla, kemerli bir çatının tamamen örttüğü terasta yürüyüp belime kadar anca varan tahta tırabzanın önünde durdum. Esinti vücuduma dolanmış, neredeyse bir parçama dönüşmüştü. Alnıma kırbaçlar indiren saçlarımın altındanşaha kalkmış boğazabakıyor, bir yıkıma tanıklık ediyordum. Üsküdar ve Kadıköy tarafları tümüyle çökmüş gibiydi. Görebildiğim kadarıylaTopkapı, Kız Kulesi, Haydarpaşa Garı gibi eski yapılarda en ufak bir hasaryoktu. Galata Kulesi’yle bulunduğumyerarasında da bazı kiliseler hariç her şey harap durumdaydı. Modern Sanat Müzesi ve çevresindeki depolar çökmüş, biraz ötedeki Mimar Sinan Üniversitesi ayakta kalmıştı.Ortaköy ve ötesini pek iyi göremiyordum. Dönüp ters tarafa doğru yürüdüm. Taksim’in on metre kadar yükseğindeydi teras. Bakınırken önce gümbürtüyü duydum. Hemen ardından müthiş bir toz bulutu yükseldi havaya. Meydana yakın otellerden biri aşağı inmiş olmalıydı. Yıkımla kıvrıldı dudaklarım. Hissettiğim o garip keyifle tekrar deniz tarafına koştum. Tükenmiş bitmiş yüzlerce yıllık şehir ayaklarımın altında uzanıyordu ve ben bu büyük felaketten sonra inşa edilmiş tek yapının içindeydim. Adaları küçük gölgelere dönüştüren sis yavaştan yaklaşıyordu Sarayburnu’na. Ayağa dikilmiş tüylerim üşüdüğümü anlatmaya çalışsa da aşağı inmeye niyetim yoktu. Bir o tarafa bir bu tarafa yürürken tanıdığım bir sürü yerin alaşağı olduğunu teşhis ediyor, oralarda yaşadığım anılarla başetmeye çalışıyordum. Hissettiğim şey üzüntü falan değildi.Daha çok, bir gün ansızın, kavgalı olduğum bir insanın ölüm haberini almışım gibisinden bir duyguydu.Yaşanmışlığa ve maruz kaldığım yoz ilişkilere karşı içimde duyduğum öfke,yıkımı bir sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde zafere dönüştürüyordu sanki. Bu hisle başetmeye çalışırken aklıma kaybettiğim yakınlarım doluşuverdi. Bekliyordum böylesi bir çelişkiyi. Hiçbir zaman hiçbir şeye karşı tam olarak öfkelenemezdim eskiden de.Yumruklarımı sıkıp rüzgârın sürüklediği her türlü anıyakarşı varoluşsal bir direnç uygularken ağlamamayı başardım. Yere bıraktığım silahı aldım elime. Uzandım taş bloğun üzerinden. Aşağıda bir şeyler aradım sonra. Menzilin içinde beton tarlasından başka bir şey görünmüyordu. Buraların yirmi yıl sonra bir ormana dönüşeceği fikriyle dudaklarım kıvrılırken aradığımı buldum. Yerde tek başına gezinen kargaya doğru uzandı namlu. Arpacığın önünde kesik hareketlerle zıplayıp duruyor, arada bir yukarı bakıyordu.Silahın uzayıp uzayıp dokunacak kadar yaklaştığından haberi yoktu kendisine.Dünyada kalmış tek insanın yıkımı kaldığı yerden devam ettireceğini bilmiyordu zavallı. Derin bir nefes alıp bir süre kalbimin vuruşlarını dinledim. O kapkara durdu, bir şeyler anlamış gibi. Ani bir hareketle çevirdim silahı ve tetiği çektim. Yerdeki molozlar dört bir yana saçıldı. Geri tepmeyle ani bir ağrıya teslim olan omzumu tutarken karga havalanıp bir anda benimle aynı düzeye yükseldi. Kanatlarını hızla çırparken bir süre baktı bana ve geri dönüp Tophane’ye doğru pike yaptı. Sanki ayıplamıştı beni.Ben uyurken hayvanlarakıllanmış olabilir miydi?Her ne kadar saçma gibi görünse de karşımdaki bu saçma kâbusher türlü mantıksızlığı meşru kılabiliyordu.
Dönüp kapaktaniçeri daldım. Aralığınılık havası, soğumuş tenimi didiklerken merdivenleri hızla indim. Aşağı doğrulttuğum silahın varlığı, özellikle omzum boktan bir ağrıyla yoğrulurkeno kadar anlamsız geldi ki bana fırlatıp atmak istedim bir yerlere. Gözüme kestirdiğim yer ise yatak oldu. Tüfek havada uçarken hızla aşağı indim. Hiç beklemeden mutfağa doğru devam ettim. Ardından gelen, bir saate yakın bölüm, ocağı yakacak sistemi bulmam, yahniyi ısıtıp mideme indirmem, yetinmeyip kilerden aldığım bir but parçasını tavada tereyağında pişirmem ve tüm bunların üstüne raflarda yaptığım o muhteşem keşfin ürünü kahveyi ısıtıp yukarı yollanmamla geçti.
Haz bombardımanına tutulmuşken pek içmesem de o an için ısrarla canımın çektiği sigaradan, odanın kıyısında köşesinde bir adet bile bulamamak kayda değmeyecek ufacık bir pürüzdü sadece.Koltuğa oturup dışarıyı izlerken kahvemi yudumladım. Bulutlar tepede yoğunlaşıyor, rüzgârçığlıklar kopararak önümdeki tahta balkonu süpürüyordu. Gözlerim ağırlaşmıştı ve ikide bir aşağı inip kapıyı kilitlemeyi düşünsem de bir türlü bunu yapacak gücü bulamıyordum kendimde. Dalgaların beyaz köpükleriyle bir çocuk tarafından karalanmış gibi durandenizde tek bir teknenin bile görünmemesi boğaza hiç yakışmıyordu. Yarın Haliç’e gidip bir balıkçı sandalına atlayarak balığa çıkabileceğimi düşünmek iyi geldi. Belki de Sarıyer’den büyük bir trol teknesi alırdım yanıma.Gülerek kahvemden son yudumu höpürdetip fincanı kenara koydum. Kulenin sahibi şu an nerelerdeydi acaba? Bu fikri aklımdan geçirmemle sırtım ürperdi hemen. Cebimden çıkardığım anahtarı gözümün önünde bir-iki kez çevirip kilidin üstünde bırakılmasının anlamınıdüşündüm. Bir armağan mıydı burası? Belki de benim için inşa edilmişti. Yaşadığımdan haberleri vardı belki de ve bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Koltukta doğrulurkenyine boşuna kafa yormaya başladığım için kendime bir küfür savurdum. Felaket, uzaylılar, paralel evren, her ne saçmalıksa bir ipucu bulmak için önümde yıllar yıllar yıllar ve belki de yine yıllar vardı. İşin berbat tarafı, büyük bir olasılıkla bu soruyu cevaplamaktan başka bir işim de olmayacaktı bu süre zarfında. Stoklar bir yıl sonra kokuşunca belki avcılık, belki de tarım. O kadar. Kulenin çevresindeki yıkık alana grayderlerle toprak taşıdığımı düşündüm ve hayalimdeki tarla bir anda domates, salatalık, biber, karpuz gibi sebze meyvelerlerenk cümbüşüne kapılıverdi. Birkaç tane de meyve ağacı salladım içine. Kalkıp Kuleli Askeri Lisesi’ne diktim gözlerimi sonra. Salakça bir neşeyle selam çakıp, “Emredin komutanım!” diye bağırdım. Aşağı indim ardından. Epey bir süre içki arandıktan sonra hiçbir şey bulamayıp çay demledim. Ardından soluğu müzik odasında alıp pikaba Hooot adında bir grubun plağını koydum. Klasik müzik enstrümanlarını kullanarak popa yakın bir şeyler yapıyorlardı. Ortam bir anda yumuşayıvermişti ve ben bir süre köşede şaha kalkık olarak doldurulmuş heybetli koça baktıktan sonra yine yukarı çıktım.
Çayırları arkamda bırakıyormuşum gibi bir hisle mutfağa daldığımda pikabın sesini açmakla hata yaptığımı anladım. Duvarlardan aynı yoğunlukta akıyordumüzik ortama. Tekrar aşağı inip sesi biraz kıstım. Geri döndüğümde tutacak yerleri incecik çelikten, tamamen cam olarak üretilmiş çaydanlığın içindeki çay çoktan demini almıştı. Raflardan sırma çizgili ince belli bir bardak çekip doldurduğumda buharüzerine yılların muhabbetini alarak önümde yükseliverdi. Gemi sirenini de o an duydum. Çayı elim yanacakmış falan hiç düşünmeden lavaboya savurup sarkaçlı boşluktan uçarak geçtim.
Camı açıp kendimi tahta balkona attığımdanedense her yanım ter içinde kalmıştı. Tırabzana dayandım ve Karadeniz tarafından boğazın sularını yara yara gelen gemiyi açıkça gördüm. Gözlerimi ovalamama, kendimi çimdiklememe falan gerek yoktu. Boyası eskimiş de olsa gemi kıpkırmızı parlıyordu griye çalmış gökyüzünün altında ve martılar niyetleri onu alıp uçurmakmış gibi üşüşmüştü üstüne. Galiba büyükbaş hayvan taşıyordu. Arka bölümünde birbirine bağlanmış odun kümelerini de görebiliyordum. Öylesine bir coşkuya kapılmıştım ki yanaklarımı döven rüzgâr kalbimin vuruşlarının önüne asla geçemiyordu. Demek yaşayan birileri vardı bu dünyada! Anlamsız bir gayretle seslenip el salladım o tarafa. Marmara’ya açılıp küçücük bir noktaya dönüşene kadar da aval aval baktım arkasından. O sırada gördüm onu. Büyükada’nın oradan yükselip biraz yana çekildi gölge.Haylaz bir çocuğun lazer oyuncağıyla oluşturduğu bir görüntüymüşçesine titreşiyordu sağa sola atlayarak. Ve bir anda zıplayıp gözlerimin yakalayamayacağı bir hızla Beşiktaş’a geldi. İkinci atlama Conrad Oteli’nin üstüne doğru oldu. Gerçekten oradaydı. Göz aldanması falan değildi demek. Bana az önce yaşadığım şoku unutturacak kadar somut bir halde asılı duruyordu gökyüzünde. Yavaşça aşağı doğru inerken büyük bir merakla izledim onu. Korkudan iç tarafa doğru çekilmiştim biraz. Yokoldu sonra birden ve tam da o an duydum gümbürtüyü. Kulenin alt tarafı sallanırken soluğumu tutarak bir yerlere tutunmaya çalıştım. Ama başka bir yerdeydi tehlike. Bir kez daha tırabzana hamle yaparken gözlerime inanamadım. Bir saat kadar önce orada sapasağlam boy gösteren Conrad Oteli altına tonlarca dinamit döşenmişçesine bir patlamaylaçöküp giderken yerine aynı hızla bir toz bulutu inşa oluyordu. Yutkunarak bakarken o sırada aklımda bambaşka bir endişe filizleniyordu. Ceren’le birlikte orada, otele yakın bir sokakta kalmaya başlamıştım bir süredir. Serencebey Yokuşu’nda, balkonundan bir parça denizi gören bir evde. Ne kadar yoğunlaşmaya çalışsam da bir türlü seçemiyordum onu yıkılmaya direnen apartmanların arasında. Bir yandan da Ceren’i düşünüyordum. Uyandığımdan beri ilk defaendişe duymuştum onun için. Normal miydi bu? Balkondaarkasından sarıldığım o görüntü uyandı birden aklımda. Sıcaklığı neredeyse hâlâ oynaşıyordu göğsümde. Yavaşça bana dönerken bembeyaz dişlerini müthiş bir sevimlilikle ortaya döken gülüşünü izledim. Ya sonra? Ayrılmış mıydım yanından?Gereksiz bir sürü anı beynimi işgal ederken bu kadar önemli bir şeyinsilinip gitmesine bir anlam veremiyordum.
Bunları düşündüğüm o bir saniyelik aralıkta çoktan içeri dalmıştım ve soluklarımı arkamda bırakarak delirmişçesine aşağı koşuyordum. Basamaklar ayaklarımın altında inlerken artık bir an önce Beşiktaş’a gidip hatıralarımın canına okumaktan başka bir gayem kalmamıştı…
Dışarı çıktım.
Bir on metre kadar gittikten sonra hızla geriye döndüm.
Kulenin kapısını kilitledim ve yine düştüm yollara…
6
Bina yıkılmak üzereydi. Son nefesini vermemek için direnen bir yaşlıya benziyordu. Betonu dökülmüş merdiven demirlerinden yukarı tırmanmakoldukça güçtü.Patlamayla her yana saçılmış, bazı binaları kâğıt gibi delip geçmiş beton bloklarının arasından zorlukla yürüyerek ulaşmıştım oraya. Taksiyi barın arka tarafında bıraktığım için tüm bu yolu zavallı ayaklarıma yüklemek oldukça sinir bozucuydu. Fakat kendimisadece bu yüzden bok gibi hissetmediğimden de emindim. Başka bir şeyler vardı beni öfkelendiren. Üzüntü mü? Nefes nefese artık yerinde olmayan kapının gerisindeki kalkmış parkelere, pervazları çürümüş camsız pencerelere bakıyordum gözlerimi kırpıştırarak ve hayır, dedim kendime, öyle bir şey değil! İçeri adım atmakta neden zorlanıyordum o zaman?Ceren’in cansız bedeniyle karşılaşmaktan mı korkuyordum?
Salona saptım önce ve tam ortasında koca bir göçükle burun buruna geldim. Aşağı kat da çöküp gitmişti. Üstünde bulunduğum bölümü tutan sütunu görmeye çalıştım sağlam mı diye ama daha fazla ileri gitmeye çekinmem bunu engelledi. Yavaşça içeri doğru çekilirken Ceren’e aldığım o koca yeşil dinazoru farkettim salonun köşesinde. Arkamı pencerelere çevirme korkusuyla boğuşuyordum yine, o bölgeye adımımı attığım andan bu yana her saniye olduğu gibi. Gölgeyle karşılaşma fikri tüylerimi gerçekten diken diken ediyordu. Birden dönüp iç odalara koşturdum. Holün de aşağı indiğini gördüğüm an durdum. İki duvara ellerimi ve ayaklarımı dayayarak geçtim kalan yolu ve kapıyı ittirip kendimi içeri attım.
Doğrulurken dudaklarım keyifle kıvrıldı. Beni rahatlatmıştı onunla kaldığımız odayı hatıralarımdakiyle aynı bulmak.Başka bir şey mi bekliyordum peki? Beraber kalıyorduk. Bundan emindim. Kafamı sallarken,“Gerçekten öyle mi?” diye mırıldandım. Çalışma dosyalarım niye annemdeydi o zaman? Vücudum garip bir şekilde beni çekiştiriyor gibiydi.Karşı koymadan ilerlerken bunun bir dejavu olabileceğini düşündüm. Yaşamıştım içinde bulunduğum sahneyi. Kafamın en derin kuytularında çanlar çalıyordu sanki. Önce yatağı kaldırdım attım yana. Yaptığımın salakça olduğunu haykırıp dursam da kendime hâkim olmayı başaramamıştım. Bir bavulu çektim çıkardım sonra ortaya. İçini açtım. Giysileri göremeyince müthiş bir şaşkınlık yaşadım. Ama kutu oradaydı. Peki ya giysiler? Kutuyu elime alıp hırsla fırlattım duvara. Kırılacağından o kadar emindim ki yere düştüğünde çoktan varmıştım yanına. Açıp içindekileri yere döktüm. Fotoğraflar! Gözümün önünden teker teker geçerlerken bir ağrı hissettim şakağımın sol yanında. Soğancığıma doğru uzanırken kaslarım panik içinde gerildi kopacakmışçasına. Terler boncuk boncuk indi şakaklarımdan ve ben korkuyla fotoğrafları elimden savurup bağırdım. Felç sandığım şey bir anda terketti vücudumu. Ayağa dikilip yukarıdan baktım Ceren’in başka bir herife mutluluk içinde sarıldığı fotoğraflara. Aklımın ucuna kadar gelmiş gibi olsa da hiçbir anı uyanmadı beynimde. Bir kez daha boşluğa düşmüş halde pencereye yaklaştım. Demek aldatılmıştım. Ya da… Onunla dost olarak ayrılmış olamaz mıydık? Arada kalan bir sürü hatırayı unutmuşsamkime nasıl kızacaktım? Dudaklarıma kadar gelen kahkahayı yutmamın nedeni gölgenin yarattığı korkudan başka bir şey değildi. Herkes ölüp gitmişken birine kin gütmenin anlamsızlığını düşünmek eğlendirici ise neden öfkeliymişim gibi içimde patlıyordu alaycı gülüşler?
Allak bullak olmuş suratımla kapıya yürüdüm ve çürümüş apartmanın çukurlarla dolu zeminininasıl geride bıraktığımı anlayamadan kendimi kapının önünde buldum. Arkamda yeri bir mısır gibi patlatmışgökyüzüne fışkıran su karşıdaki binaya çarparak her yana dağılırken Ceren’in bana nefretten başka bir duygu sunmayan anlamlı yüzünden bir türlü kurtarıp alamıyordumaklımı.
Beşiktaş’ın yerle bir olmuş meşhur çarşısına ulaşana kadar gölgenin oluşturduğu korku yanıma bile uğramadı. Yıkıntıların arasında durup kafamı gökyüzüne kaldırdığım o an öylesine küçük ve korunmasız hissettim ki kendimi korkmaya bile değmeyeceğini düşündüm artık. Alacakaranlığın ufka çöreklenmiş pembesi her an biraz daha boyun eğiyordu karanlığın gücüne. Havaya savurduğum küfür benden dalga dalga uzaklaşır, her yana çarpa çarpa yankılara kapılırken gözlerim kısılıverdi. Griye çalan bulutlar hiddetimi üstlerine alınmışçasına biraraya toplanıyorlardı. Bir süre onları izledim ve gökyüzünün sınırsız, kocaman bir kurşuna dönüşerek neredeyse elli metre üstüme kadar çöktüğüne şahit oldum. Panik tekrar yanıma gelmiş, paçalarımdan, kol yenlerimden çekiştirmeye başlamıştı.Hava kararmadan kuleye gitmekten başka bir şey düşünmediğimi farkedince dudaklarım alaycı bir şekilde kıvrıldı.Şimdi de evim olarak mı görüyordum orayı? Cebimdeki paslı anahtara yapışıp avcumun içinde sıkarken rahatladığım ortadaydı ve gerisini umursayacak durumda da değildim.Ceren ise attığım her adımlageride bir yerlerde silinip gidiyor, ıslık çalarak tepemde dönenrüzgâronun hatırasını alıp Dolmabahçe Sarayı’nın yüksek duvarlarına çarpıyordu.
Toprakla bir olmuş İnönü Stadı’nı ve müftülüğün kutsalmolozlarını geride bırakarak Fındıklı’ya doğru koşarken yağmur sonunda beni yakaladı. Kocaman damlalar bir süre sonra gökyüzüyle yerin arasına bir göl yerleşmişçesine yoğunlaştılar. Böylesine ıslanmak, somut, bedensel bir gerçeklikten çok bir duyguya daha yakındı.Durdum ve arındığımı düşündüm. Ama neden? Kollarımı kaldırıp güneşi bedenine almak için kanatlarını açmış bir karabatak gibi bekledim yağmurun altında. Üstüme üşüşmüş sayısız boktan his toprağa akıp gidiyordu birer birer. Yağmurun gizlemeyi başardığı o yakın uzaklıkta bir hayvan rahatsız bir inilti kopardı.Kollarımı indirdim. Bir şeyler düşünmeye çalıştım ama beynimin boşluğunda ne kadar arasam da bir fikir bulamadım. O sırada sıkışıverdi kalbim. Siren öylesine yakından sızmıştı ki içime sanki tutup koparmaya çalışmıştı iç organlarımı. Dalgaların arasına saklanmış gemi gölgesi kıyının hemen yakınından geçip yağmur damlalarının oluşturduğu tül perdede ilerledi. Bir an bile beklemeden denize doğru koştumpeşinden. Dalgaların hemen üstünde çamura dönüşmüş toprağa ayaklarımı sıkıca gömerek Marmara açıklarına doğru her yanı yüzlerce kez taradım ama kaybolmuştu. Karanlığın omuzlarıma bastırdığını hissedebiliyordum. Yeniden koşmaya başladımve yıkıntılara teslim olmuş o yüzlerce metrelik yokuşu arkamda bırakmama rağmen hiçbir yorgunluk duymadan kulenin kapısı önünde buldum kendimi.
Anahtarı kapıya soktuğumda hâlâ kilitli olduğunu farketmekiçimi sevinçle doldurdu. Taş holedalıp ardımdasırılsıklam bir kedi gibi izler bırakarak merdivene ulaştım.Orada üstümdekileri çıkarıp iyice bir sıktıktan sonra çırılçıplak devam ettim yoluma.Yeni bulduğum bu sığınağı oldukça benimsediğimi ve hiçbir yerinin kirlenmesine tahammül edemeyeceğimi gösteriyordu bu hareketim. Hiç durmadan yatak odasına kadar çıktım ve elbiselerimi camın önüne yerleştirerek yatağın üstündeki örtüyü alıp doladım bedenime. Camın önünde deböylece durup izledim birbirine girmiş, bir yerlerin canına okumak için uluyan gökyüzünü. Viski için yanıp tutuşan beynimin yaygarasını da sert bir şekilde kesip attım. Dışarı çıkmayı aklıma getirmek bile sinirlerimi bozmaya yetiyordu. Aşağı kata inip bir çay koydum onun yerine. Kilerden biraz pastırma, bir çubuğa asılmış yufkalardan bir adet, buzdolabından da üç yumurtaalıpyemek yapmaya giriştim. Tekrar yukarı çıkıp panoramik manzaranın önündeki koltuğakuruldum. Kucağıma yerleştirdiğimtepside hayallerimin ötesinde tatlar dansediyordu artık. Sıcacık yufkaya sarılı pastırmalı yumurtadan bir ısırık aldım gözlerimi kapatarak ve ağzımdan geçen tadın ayak parmaklarıma kadar yürüdüğünü hissettim.Dudaklarımdan akmak için çırpınan tükürükleri zorla içeride tutarkenönce Kadıköy kıyılarını yoketmek için çırpınan karanlığa,sonra da tepemde ışıl ışıl parıldayan avizeye baktım. Bedenime yürüyen uykuya direnmek için kendimi zorladığımdan kaskatı kesilmiştim. Şu boktangölgeningeceleyin insana görünüp görünmeyeceğini, içeri sızıp sızmayacağını düşündüm bir süre. Ve kafamı kaldırdım telaşla. Elimde tuttuğum bardak yana savrulunca dökülen çayörtünün altına geçerek bacaklarıma yayıldı soğukluğuyla. Uyuyakalmıştım. Ayağa kalkıp Üsküdar evlerinin karanlığa gömülmüş küçücük yıldızları andıran ışıklarına baktım. İnsansız apartmanların saat kaç olursa olsun sönmeyen lambalarına. Dikilmiş tüylerim bir türlü yatışmazken rüzgârın duvarlarda danseden ıslığının ardında bir ses aradım ısrarla. Kapıyı kilitlediğimi ve anahtarı üstünde bıraktığımı birkaç kez tekrarladım kendime. Aşağı inip bir bardak daha çay hazırlamayı düşündüm ama çok geçmeden vazgeçtim bu yersiz istekten. Komodini sürükleyip kapağın üstüne yerleştirdim. Güneş nazlı yüzünü gösterene dek oradan ne ben çıkacaktım ne de bir başkası içeri girecekti. Yatağın üstündeki tüfeğe bakıp insanlığın nasıl da savunmasız olduğunu düşündüm beklenmedik bir tehlikeye karşı. Gölgelere karşı tüfekler, toplar, bombalar! Ha ha ha! Zamanı merak ettim o sırada ve hiçbir yerde saat falan görmediğimi de böyleceteşhis ettim. Ne önemi vardı ki dakikaların, günlerin, ayların… Kâbusların saate ihtiyacı olmazdı.
Yatağa uzanınca kafamı kollarımın arasına aldım ve eklemlerimin inleyerek şahsıma sunduğu teşekkürleri kabul ettim. Avizenin yansıttığı ışıklar yarı yarıya azaldı o an. Doğruldum. Bir süre tepedeki ışıltılı cam taneciklerine baktıktan sonra yine yattım. Mumstoku yapmayı bu gece de unutmam güzel bir küfrü hakediyordu.Sağ taraftaki resme kaydı bakışlarım. Soyut renkler tozu toprağı ayağa kaldırmış dört nala ilerleyen bir atı andırıyor ve bakmaya devam edildiğinde sahiden de koşuyormuş gibisindenbir izlenim yaratıyordu.Yeniden tavana çevirdim kafamı. Taşa gömülmüş cilalı tahtaların ortama verdiği sıcaklığı gözden geçirirken kendimi burada, bu derece huzurlu hissetmemin ne kadar saçma olduğunu düşündüm. Sonra düşüncelerim aileme kayıverdi. Anı parçaları normal bir şekilde akıp beni uyuştururken nedensebabamın bir anda pencerenin önünde belirivereceği fikri oturdu aklıma. Doğruldum.Ama kendimi hızla toparlayıp yine attım yatağın yumuşaklığına. Somya beni sevecen bir hipopotam gibi kucaklıyordu. O an içinen akıllıca şey, yarın yapacaklarımı gözden geçirmekti. Taksiyi bulup keşif gezisine çıkmalıydım. Evet. Güldüm sinirli bir şekilde. Demek yapayalnızdım artık. Yalnızlığı düşündüğüm an nasıl da dehşete kapılırdım eskiden. En iddialı distopya kurgumda dahi aklımın yakınına bile getirmemiştim böylesi bir hayali. Gölge. Onunla yüzleşme fikriyle cebelleşmeye başladım bu sefer de. Gün boyu açıkta, yüksek bir yerde durup beklemeli ve neler olacağını görmeliydim belki de. Ama hayır… Beni yok etmek istemediğinden emindim. İstese şu an burada olamayacağım açıkça ortadaydı…
Tak tak tak!
Yataktan delice fırlayıp blok pencereyi kırarcasına açarak yağmur ve rüzgârla yoğrulmuş dehşetin içine attım kendimi. Gözlerimin kanla dolduğunu hissedebiliyordum. Korkudan delirmiş bir hayvan gibi oraya bakıyordum çaresizce. Dişlerim birbirine geçmiş, her yanım zangır zangır titremeye başlamıştı ve vücudumu çevreleyen tüm sinir uçları üzerinde komodinin durduğu kapağa doğru dönmüştü.
Bir kez daha duydum tahtaya inen tok darbeleri ve tam o an altımdaki tahtanın çatırdadığını fark ettim.
Ve uyandım yine…
Ter içinde kalmıştım. Kapağın üstünde tüm endamıyla duruyorduhâlâ kahrolası komodin. Hava da hafiften aydınlanmaya başlamıştı. Yana doğru dönüp cenin pozisyonuna geçtim. Kendini parça parça sunan puslu manzarayı izlerken huzurun tekrardan vücuduma yürüdüğünü duyumsadım ve derin nefesler eşliğinde harika bir uykuya doğru emin adımlarla ilerlemeye koyuldum.
Çok yorgun hissediyordum kendimi…
Çok yorgun…
Çok…
* Hey küçük kuş, yuvana doğru uç. Yuvan yanıyor, yavruların yalnız.