Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

MURAT MENTEŞ’LE AFİLİ BİR HASBİHÂL

Diğer Yazılar

Emel Aslan
Emel Aslanhttp://www.onkajans.com/emel-aslan/
Yazar, çevirmen ve editör. 1975 yılında Antalya’da doğdu. ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudu. Uzun yıllar Ankara’da farklı disiplinlerde çalıştıktan sonra kurumsal hayata veda ederek serbest çevirmenlik yapmaya başladı, yazı-çizi işlerine bulaştı. Ankara’da bir dönem EskiYeni bünyesinde yayımlanan Mahalle Baskısı dergisinin kurucusu, editörü ve yazarlarından biriydi. ODTÜ Yayıncılık için çeşitli kitaplar çevirdi. ONK Ajans’a bağlı olarak Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve özel tiyatrolar için tiyatro oyunları çevirmeye ve yazmaya başladı. Bir gün yolu Türkiye’nin ilk polisiye e-dergisi Dedektif ile kesişti ve kendisini suç, gizem ve gerilim öyküleri yazarken buldu. Dedektif Dergi ve Herdem Kitap / Polisiye Serisi için editörlük yapmaya başladı. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) üyesi oldu ve ülkenin önde gelen polisiye yazarlarıyla birlikte birçok kolektif öykü seçkisinde yer aldı. İlk şahsi kitabı Suç ve Bela Öyküleri, 2023 yılı sonunda İthaki Yayınları etiketiyle yayımlandı. Yazarın öyküleri, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde düzenli olarak yayımlanıyor. Türkçeye kazandırdığı tiyatro oyunları sahnelenmeye devam ediyor. Yazmaya, çevirmeye ve düzeltmeye aklı yettiğince devam etmeyi planlıyor.


Bu sayımızdaki özel röportaj konuğumuz hiperaktif, şaşırtıcı, muammalı ve sıra dışı romanların müellifi Murat Menteş…



Hoş geldiniz sevgili Murat Menteş. Sizi Dedektif Dergi sayfalarında misafir etmek ne güzel…

Öncelikle ALFA Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan, her zaman olduğu gibi sürprizlerle dolu, derinlikli, eğlenceli ve fantastik polisiye romanınız Afili Hafiye hayırlı, uğurlu, bol okurlu olsun. Hayat nasıl gidiyor bu aralar? Sosyal medyadan gözlediğim kadarıyla hayli yoğun bir dönemdesiniz. Bolca imza günleri, söyleşiler, canlı yayınlar… Okurların ilgisi nasıl?

Alakanıza teşekkür ediyorum. Hayat hâlâ şükredilebilir bir nitelikte akıyor. Hâlimden gayet memnunum… Afili Hafiye’den önce, gerçek bir kişinin, Göksenin Yıldırım’ın yaşadıklarını temel alan Fink’i yayımlamıştım. Fink’i başkarakterin maceralı, hızlı hayatını iyi yansıtabilmek için farklı bir üslupla yazdım. Seci sanatını kullandım. Ve anlatımı nispeten sadeleştirdim. Romanın kurgusunu da yine başkarakterin ruh hâline göre düzenledim. Afili Hafiye’de ise Dublörün Dilemması’ndan Antika Titanik’e sürdürdüğüm kurgu ve anlatım tarzına döndüm.

Afili Hafiye’de ana karakterimiz, Kayıp Şahıslar Bürosu’nda komiser Alp Laçin O, kendine has çalışma tarzıyla sıra dışı ve başına buyruk bir karakter. Bir gün dünya üzerindeki 1 milyar 800 milyon kameranın hiçbirine yakalanmamış, çekici bir kadınla karşılaşır ve onun peşine düşer. Ve bu macera boyunca başına gelmedik kalmaz, belalardan kurtulmaz, kan gövdeyi götürür. Yolculuk her zamanki gibi sürprizlerle doludur, bambaşka yerlere evrilir. Aslında hiç kimse ve hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Spoiler vermemek için daha fazla detaya giremiyorum. Afili Hafiye’yi yazma fikri aklınıza ilk ne zaman, nasıl düştü? Yazması ne kadar sürdü? Özellikle hayata ve yazmaya dair felsefi sorgulamaların diğer kitaplarınıza kıyasla daha yoğun olduğunu düşündüm. Araştırma ve yazım süreci sizi zorladı mı?

Öncelikle, spoiler vermekten sakınmaya gerek görmüyorum. Spoiler… zaten yanlış bir adlandırma, kanaatimce. Romanın başlangıcında, birbirinin tıpatıp aynı iki adam görüyoruz. Bunlardan biri duş alırken, çıkagelen diğeri tarafından öldürülüyor. Maktul katili tanımazken, katil maktulü tanıyor. Sonra, Alp Laçin O, dünyada olmayan bir kadınla karşılaşıyor… Ardından, Cinayet Büro Başkomiseri Kâmi Koma, Alp’in düşüncelerini okuyor. Dahası, derbeder bir tutuklu, gelecekten geldiğini ve Alp’i tanıdığını iddia ediyor… Afili Hafiye bir paralel evren polisiyesi. Roman, paralel evren olarak çıkıyor karşımıza. Bir de gerçek dünya var… Var mı? O da ayrı bir mesele.

Roman fikirlerini zaman içinde oluşturuyorum. Yıllar önce, 2016’da, romanda mahsur kalmış üç arkadaşın hikâyesi nasıl olur diye düşünmüştüm. Bu hâliyle sadece bir soru. Roman fikrine dönüştürebilmek için çatışma kurmak, inandırıcılığı gözetmek ve karakterin dönüştüğü bir yoğunluk oluşturmak gerekir. Zamanla, kayıp şahısları arayan bir polisin, aslında kendinin kayıp olduğunu fark ettiği bir hikâyeye vardım.

MURAT MENTEŞ’LE AFİLİ BİR HASBİHÂL 1

Arka kapakta “Yalın Alpay’ın ‘Menteş Sistemi’ dediği orijinal anlatı düzeniyle kurgulanmıştır,” deniyor. Sizi düzenli takip eden okurlarınızın muhtemelen aşina olduğu bu Menteş Sistemi’nden bize biraz bahseder misiniz?

21. yüzyıl romanı nasıl olmalı? Cemil Meriç “21. asırda roman yazılacağını hiç sanmıyorum,” demişti. Yaklaşımında haklıydı bence. Bugün roman okumanın anlamı, insanın kapasitesini aşan hız ve karmaşadan sakınmaktır. İnsanlar, kendi doğal sınırlarına dönmek için kitap okuyor artık. İkinci bir husus, yeni romanın meşruiyeti, her sanat eserinde olduğu gibi, orijinalliğe bağlıdır. Bu da yenilik gerektirir. Anlatımda, kurguda, hikâyede, düşüncede yenilik. Ben birkaç majör hikâyeyi birleştirerek, iç içe anlatıyorum. Okurun birim zamanda romandan alacağı edebî, düşünsel, anlatısal gıdaları ölçüp tartıyorum. Kurguda, karakterlerin bakış açılarının dönüştürücü bir etki uyandırmasını gözetiyorum. Başta kaotik görünen anlatıyı, finalde bir düzene kavuşturuyorum. Hikâyeyi mutlu sonla bitirmeye bakıyorum; bana göre bu, iyicil bir stratejinin gereğidir. Kanaatimce, yavaşlamak için okunan romanı hızlandırmak gerekir. Yazı’nın alımlanması, videonun alımlanmasından her hâlükârda daha yavaş. Fakat hikâye süratli olabilir. Anlatım hızlı olabilir. Bunlara çalışıyorum. Yalın Alpay’ın “Menteş Sistemi” adını verdiği şey, aslında her romancının yazarken karşılaştığı sorunlara getirilmiş çözümlerin toplamı.

Siz genel olarak okurla etkileşim hâlinde bir yazarsınız. Hatta eserlerinizde de okurla iletişiminiz devam eder. Afili Hafiye’de bunu ileri bir seviyeye taşımışsınız: Okura, kendi düşüncelerini ve cevaplarını yazabileceği noktalı boşluklar bırakmışsınız. Böylece okurken kendimizi kitabın kahramanlarından biri gibi hissediyoruz. Ben de elime kalemi alıp hepsini keyifle doldurdum ve kendimi terapide gibi hissettim. Okuru romana dahil etme fikrinin arkasında ne var?

Okur zaten romanın muhatabı olmanın ötesinde, onu zihninde inşa eden, kendi dünyasına uyarlayan kişi. Okur, yazardan önce gelir. Sonra metin, ondan sonra yazar gelir. Kronolojik olarak önce yazar vardır, yazar metni üretir, ardından okur ortaya çıkar. Fakat esasen okur okumazsa metin var olamaz, metin var olmayınca da yazar var olamaz. Nasıl ki günümüz yazarı, 1600’lerin başından beri süregelen roman yazma geleneğinin bir devamı ise okur da 400 yıllık roman okuma geleneğinin yeni bir temsilcisi. 21. yüzyıl okuru, romanı bugüne özgü imkânlarla algılıyor, alımlıyor. Ve farklı biçimde besleniyor romandan. Yazarı da yüce bir varlık değil, dikkate değer bir insan konumunda görüyor… Velhasıl, istedim ki, romanımda okurun da izi olsun. Okur da metnin varlığını açığa çıkaran, onu yenileyen kişi sıfatıyla kitaba girsin. Roman sadece sürüklemesin, biraz da ayıltsın.

Kendinizi kişilik olarak hangisine daha yakın hissediyorsunuz? Alp Laçin O’ya mı, Okan Yunus Okyanus’a mı, Yahya Hayhay’a mı, yoksa Sebati San’a mı?

Hiçbirine. Alp Laçin O’yu yazarken, birkaç kişinin özelliklerini birleştirdim. Kısmen, Al Pacino’nun 29 yaşındaki görünümünü esas aldım. Bazı özelliklerini tasarlarken, romancı dostum Alper Canıgüz’ü düşündüm. Ve elbette başkarakterin birçok niteliği de hayal ürünüdür. Yani yenilik doğuran bir sentez… Okan Yunus Okyanus, Yahya Hayhay ve Sebati San’da da kendimden hareket etmedim. Karakterler, elbette benim tarayabildiğim bir ufkun sınırları içinde doğuyorlar. Fakat onlara kişisel, otobiyografik unsurlar eklemiyorum. Karakterleri inanılır, hak verilebilir, ilgiye değer, sevimli kılmaya çalışıyorum.

MURAT MENTEŞ’LE AFİLİ BİR HASBİHÂL 2

Bu arada ilk kitabınızdan bugüne yaratmaya devam ettiğiniz, artık imzanız hâline gelen (ve şahsen bayıldığım) enteresan karakter isimlerinize değinmezsem olmaz. Hatta kendimi tutamayıp ben de birkaç deneme yaptım: Emel Çokomel, Cezmi Ceneviz, Ramazan Maraza, Gamze Gamzede, Reha Rahvan, Funda Turfanda, Alper Parol, Murat Ti… İnsan başlayınca duramıyor. Aslında riskli bir şey yapıyorsunuz zira karakterlerinizi bu şekilde isimlendirdiğinizde önce kurguladığınız evrenin gerçek olmadığı (belki de bir çizgi roman evreninde olduğumuz) hissi geçebilir okura. Sonra bizi maceranın içine öyle bir çekiyorsunuz ki o evrenin gerçek olduğuna bir şekilde ikna oluyoruz. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?

Roman yazarken her cümlede bir karar veriyorsunuz. Genel çerçeveyi oluştururken… Anlatım, hikâye, değerler dünyası, psikoloji ve düşünceler arasında ilişkiler, dengeler kurarken… Karakter isimleri üzerine epey düşünüyorum. Alp Laçin O mesela, benim başkaraktere vermekte epey tereddüt ettiğim bir addı. Merhum Yazar Oğuz Haluk Alplaçin’i de çağrıştırsın istedim. ‘O’ soyadına bir izah bulmam gerekti. Türkçe soyadları genellikle öz Türkçedir. Dolayısıyla, karakterlere, gerçekte hiç kullanılmayan soy isimler vermemeye bakıyorum. Asıl maksadım, ismin, karakterle örtüşmesini sağlamak. Gerçek hayatta da isimler mühimdir. Bizde çocuklara genellikle siyasi bir esintiyle isim veriliyor. Ben romansal isimler vermeye çalışıyorum karakterlere. Yani manalı, karakterin imgesini perçinleyen, estetik isimler.

Kitabın bir yerinde Okan Yunus Okyanus diyor ki: “Yazdıkça açılacağımı umuyorum. Hikâyenin tümünü önceden bilmem şart mı?” Siz yazmaya başlamadan önce hikâyenin tümünü bilir misiniz, yazdıkça mı açılırsınız? Kendinizi yazmaya nasıl hazırlarsınız? Nerelerde tıkanır veya frene basarsınız? Başlarken mi, tam gaz ilerlerken mi, son noktayı koyarken mi? Odağınızı yitirirseniz tekrar nasıl geri kazanırsınız? Ritüelleriniz var mıdır?

Hikâyenin sonunu bilirim. Yani nereye varacağını… Roman yazmak, sandalye yapmaktan ziyade Cruise gemisi inşa etmeye benziyor. Basit değil, karmaşık. Çok işlevli. Ve hareket hâlinde. Ve sürekli değişiyor…. Her okur, romanı okurken farklı bir deneyim yaşıyor. Gemi projesini çizdiğinizi düşünün. İnceden inceye hesaplanmış çizimlerle dolu büyük bir sayfa. Onu denizde yüzdürebilir misiniz? Ya da mesela mutfağı gösteren minik kare ile geminin mutfağı arasında ciddi bir benzerlik var mıdır? Yani başlangıçta ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın, aslında tasarım ile roman apayrı şeylerdir.

Yazmak ağır, büyük bir eylem. Bomba uzmanı gibi dikkatli olmanız gerek. Roman aslında okurun devreye girmesiyle, okumasıyla tamamlanan bir iş. Dolayısıyla mecbur hissetmedikçe ya da roman tasarımı belli bir kıvama gelmedikçe, yazmaktan sakınıyorum. Hemen her cümlede frene basarım. Tam gaz ilerlediğimi hatırlamıyorum. Zaten yazarın tam gaz yazması tehlikeli, okurun tam gaz okuması / okuyabilmesi münasip görünüyor bana. Yazar iyi bir otomobil tasarlamalı; onu son sürat sürerek okurdan rol çalamaz.

Roman yazarken hevesim kaçarsa ya da duraksayacak olursam, hikâyenin beni heyecanlandıran kısmına geri dönerim. Zira yazarken, evet, aslında metni okuyorsunuz da. Yani yazar, kendi romanının okuru. Tamamını okuyabilmek için, sonuna dek yazması lazım… Gene de okumaya kendini kaptıramaz. Metinden yayılan duyguyu yaşama imtiyazı okura aittir. Yazarın işi, o duyguyu yaratmaktır. Yazar ancak, okuru duygulandıracak metne vardığından emin olduğunda duygulanabilir. Yani sevinebilir ya da ferahlar…

Ritüellerim yok. Masam var, bilgisayarım var. Sabahları daha iyi yazabiliyorum. Eskiden geceleri yazardım.

Afili Hafiye’de yazmak üzerine o kadar güzel sorgulamalar var ki birkaçından bahsetmeden geçemeyeceğim: “Roman sanatlardan bir sanat değildir. İnsanın ruhunu, zihnini, bilinçdışını deşifre eder. Bir yönüyle büyü, bir yönüyle analizdir. Hayattaki her şeyin anlamının üretildiği ve depolandığı bir tesis!” … “Şiir, gençlerin sanatıdır. Roman ise olgunluk döneminde yazılır. Ömrün ilk yarısındaki toyluklar, hatalar, yanılgılardan sonra insan büyük bir metin kuracak düzeye yaklaşır.” … “Romanlarda -gerçek hayattaki gibi- karakterler duygularıyla ya da içgüdüleriyle hareket eder. Polisiyede mesela, bir tek dedektif rasyonel davranır. Bu nedenle de diğer karakterler -ve okur- dedektifin gerçeğe ulaşmasına şaşıp kalırlar.”

Siz yeniliklere ve değişime açık ve cesur bir yazarsınız. Farklı alanlarda eserler vermeye çekinmediniz. Roman da yazdınız, şiir de; çizgi roman, öykü, söyleşiler, denemeler… Şiir, öykü, roman, çizgi roman sizin için ne ifade ediyor? Hangisinin içinde kendinizi daha rahat ve akışkan hissediyorsunuz?

Roman. Zira roman, Mikhail Bakhtin’in de dediği gibi “tüm türlerin toplamı”dır. Çizgi-roman yazmanın heyecanı başka. Yazdıklarımın görselleşmesi beni çok sevindiriyor. Hakan Karataş gibi harika bir çizerle çalışmak bana büyük sevinçler yaşatıyor. Hakan’ın Derde Deva Randevu serisindeki, Tabancalı Kız’daki çizimleri hayranlık uyandıran bir yetkinlikte.

Bir romancı, hayatın gizli kalan, söze konu edilmeyen ya da gözden kaçan yönlerine odaklanır. Dolayısıyla roman, hayatın, hayattan daha gelişkin bir yeniden-inşasıdır. Bu durumda, romancının ister istemez bir filozof, kuramcı gibi düşünmesi icap ediyor. Mesela Milan Kundera, J.L. Borges, E.M. Forster gibi yazarların, bizde Tanpınar, Attilâ İlhan gibi üstatların poetikaları bence ayrı bir önem taşıyor.

MURAT MENTEŞ’LE AFİLİ BİR HASBİHÂL 3

Şimdi ilk romanınıza gitmek istiyorum. Müthiş temposu, birbirinden özgün kişiliklere ve isimlere sahip sıra dışı karakterleri ve fantastik kurgusuyla 2005 yılında yayımlanan Dublörün Dilemması alıştığımız polisiye kurgulara hiç benzemiyordu. Kitabı okurken adeta bir Tarantino filmi izlermiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum. (Hatta ilk okumamın üzerinden on sekiz yıl geçtiği için söyleşiden önce oturup bir kez daha okudum, hislerim baki.)  Tam orta yerine paraşütle hızlı bir iniş yaptığınız edebiyat dünyasında yoğun bir ilgi ve sevgiyle karşılandınız. Tüm bunlar olurken neler hissettiniz? Beklediğiniz bir sonuç muydu? Şaşırdınız mı, yoksa içinizden “Durun bakalım, daha yeni başlıyoruz,” mu dediniz?

Dublörün Dilemması’nı insiyaki bir şekilde yazmıştım. 28 yaşındaydım. Yani elbette yazmayı biliyordum. Edebiyatçıydım. Fakat romanın anlaşılmayacağını düşünüyordum. Öyle olmadı. Aksine çok büyük bir ilgi uyandırdı. Açıkçası bu ilgiyi karşılayacak olgunlukta değildim. Toy, önceliklerini tam belirleyememiş, hayatı bilmeyen bir gençtim. Olgunlaşmam tam 15 sene sürdü. Çok zaman kaybettim. Ve birçok imkânı da heba ettim. Çünkü stratejik düşünemiyor, zamanı ölçemiyordum. Üstelik uyumlu ve disiplinli de değildim. Hayatı bir şaka gibi algılıyordum. ‘İkinci Roman Sendromu’ yaşadım. İlkinden çok daha iyi bir roman yazmak istedim. Birçoklarına göre yazdım da: Korkma Ben Varım. Gene de Türkiye’nin siyasi, ideolojik rüzgarlarının, sosyo-ekonomik koşullarının ve elbette kişisel yetersizliklerimin doğurduğu arızaları gideremedim. Bunlara rağmen Ruhi Mücerret’i yazabildim, o ayrı… Asi ruhlu fakat eşitlikçiyim sanırım. Sanat alanında da birlikteliklerden, kolektivizmden yanayım. Neyse işte… 43 yaşından sonra bazı büyük kusurlarımı giderebildiğimi sanıyorum. Okuyanlar, manyağın teki olduğumu sanmasınlar. Demek istediğim, harika şeyler yapılabilirdi. Ve elbette içinde yaşamaya çabaladığımız bu güvensizlikle, sevgisizlikle, aymazlıkla biçimlenen ortamının tek ya da en büyük sorumlusu ben değilim.

İkinci romanınız Korkma Ben Varım 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Romanı Ödülü’ne layık görüldü. Şiirleriniz 2009 yılında Garanti Karantina başlığıyla yayımlandı. Hızınızın zirveye vurduğu Ruhi Mücerret (2013) ve Antika Titanik (2018) romanlarının ardından 2019 yılında çizer Hakan Karataş ile birlikte Derde Deva Randevu başlığı altında, müteveffa yazarlarla yaptığınız söyleşiler dizisine başladınız. Fink’te (2021) gerçek bir hayat hikâyesi anlattınız. Tabancalı Kız çizgi romanında (2022) yine Hakan Karataş’la birlikte çalıştınız. Bu arada OT Dergi’de çocukluk anılarınızı anlattığınız öyküleriniz yayımlanmaya devam etti. Ve son olarak Afili Hafiye’ye geldiğimizde ben bir nevi yuvaya döndüğünüzü, çemberi tamamladığınızı hissettim. Dublörün Dilemması’na daha yakın bir yerlerde dolaşıyordunuz sanki. Öyle mi gerçekten? Kendinizi yazın hayatınızın neresinde görüyorsunuz?

Böyle şeyleri bilebiliyor muyuz? Yazın hayatımın neresindeyim?.. Bir yazın hayatım var sahiden. Buna, Ruhi Mücerret’i yazınca kâni oldum. Fakat yazın’ı, yazardan ziyade kitapla ilgili bir şey sayıyorum. Kitapların hayatı, yazarın hayatından daha önemli görünüyor bana. Kitaplarımı harika insanlar okusun, böylece daha da harikalaşsınlar isterim. Okurla aramdaki alışverişin, bir borç-alacak ilişkisine dönüşmesinden hoşlanmam. Birbirini tanımayan iki kişinin dostane sırdaşlığı gibi olsun. Uzaktan sevmek ya da hayaletlere inanmak gibi…

OT Dergi’deki yazılarınızdan takip ettiğim kadarıyla eğlenceli ve fantastik hikâyeler anlatmaya henüz çocukken başlamışsınız. Çocukların, hayatta ne yapmak istediklerini çok net ve katıksız bildiklerini düşünürüm. Hep yazmak mı istediniz? Dümeni yazarlığa kırana kadar ne tür işlerle meşgul oldunuz? Yazmasaydınız ne olurdu?

Yazmasaydım… İnanın, 6-7 yaşında kitaplara hayrandım. Sabah karanlığında kitapçının gelip kitabevini açmasını beklediğimi hatırlıyorum. Yazmaya 16 yaşında başladım. Okumayı severdim. Kitaplar, yazı bana dünyanın en sağlam şeyi gibi görünüyordu. Hâlâ öyle. Hemen hep yazıyla ilgili işlerde çalıştım: Gazete, ajans, yayınevi… Yazmasaydım… psikoloji lisansı alıp beden eğitimi öğretmeni olmak isterdim. Böyle bir imkân yok galiba. Fakat bence bir psikolog beden eğitimi dersinde çok verimli olabilir. Çocuklara kung fu öğretmek ve hayattan bahsetmek, bana işe yaradığımı hissettirebilirdi.

Sizi yakalamışken sorayım: Dublörün Dilemması’nda bolca verdiğiniz istatistiki bilgiler gerçek mi, uydurma mı? Peki OT Dergi’deki çocukluk anılarınız? Fink’te anlattıklarınız? Ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu, hep şüphede kalıyorum. Sanırım bunu özellikle yapıyorsunuz. Okurun ilgisini ve merakını sürekli diri tutmak için mi?

Gerçekler, anlatıldığında artık başka bir şeye dönüşmüş olmaz mı? Anlatı olur yani. Hikâye bana gerçekten daha gerçek ve daha güvenilir görünüyor… Hayata ve kendimize dair çok az düşünürüz. Roman ise düşüncenin malzemesiyle yani kelimelerle kurulur. Demek istediğim, gerçeği, yaşayarak anlıyor, öğreniyor, biliyor değiliz zaten. Roman gazete haberi değildir. Dolayısıyla romana “Gerçekten böyle mi oldu?” sorusuyla yaklaşmak verimsizdir. Olaydan ibaret değil çünkü. Karakter, psikoloji ve düşünce var içinde.

Gündelik yaşantınızda da hiperaktif misiniz yoksa sadece yazarken mi? Sizinki gerçek hayatın sıradanlığına bir tepki veya eğlenceli bir mola mı?

Bilmiyorum. Hiperaktif olduğumu söyleyen uzmanlar var. Fakat… espritüel biriyimdir. Ortamda bir komedyen yoksa, onun işini ben yaparım. Hayat bana sıradan görünmüyor. Hareketin olduğu her yerde hikâye görüyorum. Roman okuyup yazmak, her şeyi roman olarak görmeye yaklaştırdı beni. İnsanın iç neşesi olmalı Emel Hanım. Neşesizlik büyük bir tehlike.

Eserlerinizin sinema/dizi projesi olarak ekranlara taşınması gibi bir ihtimal var mı? Böyle bir şeyin şimdiye kadar nasıl gerçekleşmediğini de merak ediyorum doğrusu. Anlatımınız ve kurgularınız o kadar sinematografik ki…

Şimdiye dek romanlarımın filme uyarlanmasına dair çok sayıda teklif geldi. Sözleşmeler imzalandı. En son, Ruhi Mücerret’in haklarını aldı bir yapımcı. Dizi olacak, kısmetse. Ön hazırlıklar sürüyor. Tabancalı Kız, Afili Hafiye, Antika Titanik başta olmak üzere diğer romanlarım da yapımcıların ilgi alanında. Derde Deva Randevu’nun da dizi film hâline gelmesi gündemde.

Çok merak ettiğim bir başka konu var. Bir zamanlar aralarında Alper Canıgüz, Onur Ünlü, Emrah Serbes, Murat Uyurkulak, Hakan Albayrak, Gökdemir İhsan gibi isimlerin de yer aldığı, müthiş üretken bir yazar ekibi oluşturdunuz: Afili Filintalar. Sizi bir araya getiren ve sonrasında yollarınızı ayıran neydi? Birlikte neler yaptınız veya yapamadınız?

Afili Filintalar’ı bir araya getiren, bu yazarların birbirlerinin eserlerini ilgiye değer bulmasıydı. Türkiye’de siyasi ve sosyal barışın kökleşmediği, yoksulluğun giderilemediği bir gerçek. Sanat alanında da ideolojik, siyasi, sınıfsal ayrımlar belirleyici oluyor. Biz istedik ki sanatın yerini, yönünü siyaset belirlemesin. İdeolojik, siyasi kayıtlardan uzak, sanata, esere odaklanan bir anlayışla hareket ettik. Afili Filintalar’ı 2009’un Ocak ayında kurduk. Afili Filintalar adı benimsendi, bir edebî akım olarak algılandı. Öyleydi de zaten. Fakat zamanla herkes işe güce daldı. 4-5 sene sonra yavaştan dağıldık. Afili Filintalar kadrosunun ruh akrabalığı bugün de sürüyor bence. Bir zamanlar selamlaşmış, yan yana durmuş, birlikte hareket etmiş olmanın da hatırı büyük elbette. Belki daha aktif olabilir, mesela bir yayınevi kurabilirdik. Böylece aramızdaki bağ daha da güçlenirdi, bilemiyorum. Şu hâliyle, 21. Yüzyıl Türk Edebiyatı’nın ilk büyük olayı gibi görünüyor. Zira tayin edici oldu. Serpildi. Akıllarda kaldı. Afşin Kum’un, Onur Ünlü’nün, Bahadır Cüneyt’in romanları yayımlandı mesela.

Gündelik hayatta neler okur, dinler, izlersiniz? Neler veya kimler size ilham verir? Stresle nasıl baş edersiniz? Öz disiplininiz nasıl sağlarsınız?

Her şeyi okurum. Okumam gerek. İşim bu. En çok, bana acayip gelen kitapları okumayı severim: Anadolu’da Çekirge İstilaları ya da Tıp Tarihi gibi kitaplar ilgimi çeker. Ucuz Roman tabir edilen kitapları severim: Şeytan’ın Öfkesi, Okey Yavrum, Merdivenden Kan Akıyor… gibi eski polisiye, macera romanları… Teorik Eserler: Bir Ahlak Kuramı, Kitle ve İktidar… Aslında her kitabı bir romanın parçası gibi görüyorum galiba.

İlhama pek inanmıyorum. “Roman, Cruise gemisine benzer,” demiştim ya… Diyelim bir yerde bir fayans gördüm, gemideki banyolarda, mutfaklarda nasıl duracağını düşünürüm. Bu yaklaşımla birçok not tutarım. Demek istediğim, ilham, romanla ilgisiz bir şey aslında.

Stres ile rahatlık bende iç içe. Daima stresli ve rahatım. Bunu izah etmek zor, anlamayı deneyiniz.

Öz disiplinim… Aslında sürekli birşeyler okuyor veya yazıyorum. Birkaç yıldır uykuya dalmakta zorlanıyorum. En büyük isteğim gece 22.00-23.00 gibi uyuyup sabah 05.00’te kalkmak ve yazmak. 11.00’e kadar.

Yerli polisiyemizle aranız nasıl? Takip edebiliyor musunuz? Polisiye öyküler okumayı/yazmayı sever misiniz? Son dönemde sizi heyecanlandıran yeni eserlerle karşılaştınız mı?

Yaşlanıyorum tabii. 20’li, 30’lu yaşlarda çok iyi yazarlar vardır muhakkak. Fakat galiba benim görebileceğim bölgelerde değiller. Akranlarımın yazdıklarını izleyebiliyorum anca. Maalesef. Fakat önerilere açığım…. Klasik polisiye öyküleri çok seviyorum. Öyle şeyler yazabilir miyim? Zor görünüyor.

Uzun yıllardır yayın hayatının içindesiniz. Yayıncılık sektöründe yirmi yıl öncesine göre olumlu/olumsuz ne gibi değişimler gözlemliyorsunuz? Yolun başındaki yazar adaylarına önerileriniz olur mu?

Türkiye’de kitap okuma oranı epey yüksek görünüyor. Kitapsever sayısı hiç de az değil. Fakat son dönemde, ekonomik krizle, yayınevlerinin işi zorlaştı. Maliyetler arttı. Kitap satışları düşüyor. Eh, 3 yıl içinde her şeye ama her şeye en az %1000 zam geldi. Öte yandan kitapların giderek daha estetik bir görünüm kazandıklarını gözlemliyorum. Yeni kuşakta çok iyi sanat yönetmenleri, grafik tasarımcılar var: Rajab Eryiğit, Barış Şehri, Kardelen Akçam gibi genç sanatçılar iyi iş çıkarıyorlar. Erol Egemen, Mehmet Ulusel, Adnan Elmasoğlu gibi ustaların ardından esaslı genç sanatçılar geliyor. Buna karşılık baskı kalitesi, sanırım maliyetlerden ötürü, düşüyor.

Yolun başındaki yazarlara, hususi tavsiyem şu: Ömer Asım Aksoy, Necmiye Alpay, Sevan Nişanyan gibi dil alanında çalışan yazarların dil hakkındaki kitaplarını iyi okusunlar. Türkçenin gramerini, semantik imkânlarını, teknik anlamda kavramaya çalışsınlar. Söz sanatlarını adıyla sanıyla öğrensinler. Dilbilgisinden ve dil bilincinden uzak bir kimse, asla gerçek yazar olamaz. Fiil çatılarını, sıfat zarf ayrımını, tâbi kelimesinin anlamını ve imlasını, Osmanlıcaya Arapçadan geçen kelime türetme kalıplarını, eski tamlama kalıplarını, erdem kelimesinin etimolojisini… yani bunlar gibi binlerce şeyi bilmeden bu iş düzgün yapılamaz. Türkçe Sözlük, Derleme Sözlüğü, Osmanlıca Sözlük, Argo Sözlüğü, Deyimler Sözlüğü okumalarını öneririm. Bu tür eserler, okur için başvuru kaynağıdır. Yazar içinse baştan sona okunması gereken yapıtlardır.

Instagram hesabınızdan (@murat_mentes_) takip ettiğim kadarıyla Online Kurmaca/Roman Yazma Atölyeleri düzenliyorsunuz. Biraz bilgi verir misiniz, ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Atölyelerde roman yazmakla ilgili hem kuramsal bilgileri, hem de kişisel tecrübelerimi paylaşıyorum. Bazı kritik hususların, özellikle dil ve anlatımla ilgili konuların üzerinde duruyoruz. Katılımcılara fikir bulma, karakter oluşturma, hikâye tasarlama gibi konularda bildiklerimi anlatıyorum. Ayrıca onların yazdıklarını okuyor, onlara yazılı cevaplar veriyorum. Atölye derslerinde, katılımcıların yazdığı, tasarladığı hikâyeler üzerine konuşuyoruz. Bir başka atölyede de birkaç kitabın yapı-sökümüyle meşgul oluyoruz.

Murat Bey sizi Dedektif Dergi sayfalarında ağırlamak büyük bir zevkti. Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim. Yeni eserlerinizi heyecan ve merakla bekliyoruz.

Ben teşekkür ediyorum Emel Hanım. Beni onurlandırdınız.

En Son Yazılar