Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

MUTLU SON

Diğer Yazılar

KAMBUR

O GECE

Kalın perdelerin arasından sızan güneş yastığına kadar uzanıp seni uyandırıyor. Alarmın çalmasına hâla birkaç dakikan var. Uzun zamandır böyle deliksiz bir uyku çekmediğini düşünüyorsun. Tasasız! Odana döndün. Camı açtın; karşındaki parkta gün başlamış bile. Sokakta da… Biri ıslıkla neşeli bir türkü tutturmuş… Bildiğin bir ezgi. Çıkartmaya çalışıyorsun. Bulamadın.

Elele tutuşmuş iki kız çocuğu salıncaklara yürüyor. Ardları sıra bezgin bir kadın…

Parkın kafesindeki garson tepsideki son bardak çayı gazete okuyan yaşlıca adamın önüne bıraktı. Kısa bir an için çayın kokusunu odaya dolmuş gibi duyumsadın… Az ilerideki ara sokağın çıkışından gelen acı fren sesine dönüyorsun. Direksiyondaki adam, bisikletli genç kadının arkasından el-kol hareketi yapıyor.

“Alooo, beri bak, beri! Sana diyom. Şehrin ortasında ne bisikleti lan!” Üst gövdesini şoför camından dışarı almış…

“Yavaş gel, yavaş!” diye sesleniyor genç kadın; el sallıyor bir yandan da.

Sen de el sallıyorsun.

“İndirme beni arabadan manyak karı.”

Arkada biriken trafikten sabırsız korna sesleri yükseliyor. Bisikletli kadın selesinin üstünden hafifçe arkaya, arabanın olduğu yöne doğru dönüyor. Orta parmağı tek başına havada! Çocuk parkını geçip görüş alanından çıkıyor. Duyurmana imkân yoktu ama yine de “Yaşa!” diye seslendin ardından.

Lodos kokulu rüzgâr sıcak bir eylül sabahını odaya taşıyor. Perdeleri tekrar sıkı sıkıya kapattın, banyoya yürüyorsun. Saçlarını ıslatmadan çabuk bir duş alacaksın.                                 

Bornozunu yatağa savuruyorsun. Boy aynasının önündesin. Karnından başlayıp diz üstlerine kadar yayılan morlukları görmezlikten  geldin. Bir kaç kilo versem iyi olacak! Memelerinin dikliği hoşuna gidiyor. Saçlarını ensende topluyorsun. Keteni yer yer solmuş, bulutlu gece renginde bir elbise taktın üstüne. Efil efil… Camın önündeki tuvalet masana oturdun. Kendini izledin aynadan. Büyüyen gülüşünü, serin ifadeni… Perdeleri tekrar sonuna kadar açtın bir de. Oyunun sonuna gelmiştin. Biraz önce kalktığın yatakta dün gece bir cinayet işlendiğine kimse inanmazdı.                                

***

Galiba yazlar en zoruydu. Olmayan yüksek tansiyonunu bahane ettin. Denize giremiyordun; baldırının üst kısmında içten dışa hârelenerek solmaya başlayan morluğu ya da sırtındaki kemer izlerini saklamak imkânsız olacağından … Bunlar henüz geçmeden bir başka morluk daha belirirdi vücudunda… Boynunda ya da iman tahtanda olmamasını ummaktan başka bir şey gelmezdi elinden. Gerçi görünen yerlerine vurmazdı… Aylarca sürerdi bekleyişler bazen. Yorgun bekleyişler… Yılgın! Sonra bir umut yeşermeye başlardı içinde. “Belki de bir daha yapmaz.” Her seferinde de salakça umarsın bunu! Şiddet arası döneminde bir de aşkla, tutkuyla en tuhafı da şefkatle; ateşli sevişmeler yaşatırdı sana. Kıvranırsın. Üst üste, üst üste… Kahretsin! Belki de hak ediyordun bunu! Belki de sendin hasta olan!

***

Banyonun kapısı abartılı bir kuvvetle ardına kadar açıldı. Kilitlemen yasak.

“Tuvaletteyim; lütfen.”

Rica ediyorsun. I-Ihh; yalvarıyorsun! Kucağında toplanan elbisenin eteklerini dizlerinin üstüne düşürmeye bile vakit bulamamıştın.

“Mavi çizgili lacivert kravatım?”

“Birazdan geliyorum…”

Gözleri üstünde; gözleri çelik soğuğu… Kapıda dikilmeye devam ediyor.

“Hemen geliyorum, temizlemeden yeni almıştım.”

Kendi kulağına bile yabancı gelen sesin… Doğru dürüst temizlenemeden… Aceleyle doğruluyorsun. Yaşattığı panikle adımların birbirine takılıyor. Tökezliyorsun. Hayvanının kuyruğuna basmış olmalısın o arada. Kedin can acısıyla fırlıyor kıvrıldığı sakin köşesinden… İlgilenemiyorsun!

Elindeki kravata şöyle bir bakıyor. “Yanlış kravat,” diyor kenetlenmiş dişlerinin arasından. “Geri zekâlı karı!”  

Boğazına kadar yükselen, konuşmanı hatta nefes almanı engelleyen paniği yutkunamadın bile. Karyolanın yüksek pirinç başlığını kavrayan elinin eklem yerleri beyaza dönüyor.

“Özür dilerim.”

Konuşmak işkence gibi. Boğazın kupkuru. Zaten önündeki birkaç saat ko-nu-şa-ma-ya-cak-sın!

“Yat.”

Lütfen yüzüstü olsun! Yüzüstü yatağa bırakıyorsun kendini.

“Sırtüstü yat.”

Kemerle dövülüyorsun. Kısa, kesik çığlıklar atmaya devam ediyorsun. Çığlıkların yüzünü gömdüğün döşeğin yumuşaklığında kayboluyor…

***

Kendine geldiğinde hava kararmış.

Karnının üstündeki pürüzsüz, ince deri yırtılmış, yaralarından sızan kan kimi döşekte kimi çıplak bedeninde kuruyup kalmış…  Su! Sürünerek banyoya gidiyorsun. Şehir suyunun klorlu, kaba tadına dayıyorsun ağzını. İyi geliyor. Küveti ılık suyla doldurdun. Kurumuş kanın suda çözülürken havaya karışan kokusundan miden bulanıyor, boğazına doğru yürüyen safrayı yeşil yeşil öğürüyorsun…

***

22 Mayıs  

İşteyken fenalaşmış. Kalp krizi. Ağır bir kalp krizi hem de. Ölmediğine çok üzgünüm. En az bir ay evde. Kimsesi de yoktu oysa arkasından yanacak.

Acısı muradımdır.

***

El büyüklüğündeki defteri deterjan kutusunun dibindeki yerine geri koyuyorsun. Uçtuğun günlerden kalma bir alışkanlıkla tuttuğun günlüğünü yâni…

***

7 Haziran

Çok uzakta olmayan bir gün beni öldürmeyi planlıyor. Boktan bir nedenle bayıltana kadar dövdü yine beni.

Öleceğimizi biliriz de insanın öldürüleceğini bilmesi…

Bayramı bekleyen bir çocuğun neşeli sabrıyla planlayacağım ölümünü.

Bedelini hesaplamaksızın; tutkuyla.

***

9 Haziran

Bantlar; kırmızı reçeteyle satılan ‘narkotik’ ağrı kesici bantlar. Sırtlan bakışlı kaynanama kanser ağrıları için yazdıkları o bantlar.

Dört adet.

Yalnızca birini kullandık.

Kaldırdığın yeri biliyorum.

Pislik!

Yalnız değilim.

***

14 Temmuz

Kim olduğunu buraya yazamam ama bana yardım eden biri var.

Bantlar…

Başaracağım.

***

İkiniz de tek çocuk. Okyanus aşırı bir uçak yolculuğunda tanıdın kocanı. Çıkmaya başladınız. Anneni, babanı kaybettiğin kaza… Evlendiniz. Kocanın çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğin gün geldi ilk darbe. Yalvarıyordun; “Bir doktora gidelim…” diye.

Sonunda itiraf etti.

“Bana nasıl söylemezsin, nasıl saklarsın?” İsyan ettin.

“Gökyüzü orospusu!” Hiç beklemediğin bir anda: Tam kasıklarına!

“Bana bak, yüzüme! Annem dahil herkes senin çocuğun olmuyor bilecek. Bir de saygılı olacaksın bana!”

Tekmenin şiddetinden iki büklümsün, son bir gayretle nefes aldın. Bir nefes daha, bir nefes daha…

“Boşanıyorum senden. Bugün terk ediyorum seni. Delisin sen, delirmiş…”

Dizini karnına gömdü bu kez. Boynunun iki yanı giderek artan bir basınçla sıkılıyor…

“Debelendiğin sürece daha da acıyacak canın!”

Çırpınmayı bıraktın. Boynundaki parmakların baskısı azalmıştı. Serbest kalmıştın. Hıçkırıklarını dizginleyemedin.

Sığınacak bir yerin yok…

Oysa yoksulluk, alkol, başka bir kadın kavga ettirir sanırdın. Zamanla anladın…

Evliliğin sadist bir monologdan ibaret.

“Boşanma lafını bir kez daha ağzına almayacaksın. Öldürürüm seni.”

İçinden geçen de o zaten: Ölmek.

***

6 Ağustos

Dün gece yine geç geldi. Tabii ki haber vermeden! Sofra kurulu, fırın kısıkta…

Ve yine başka bir kadın var!

Ceketin iç cebinde bir bileklik buldum. Taşlı…

Giderek alışır olmuştum bu aşağılanmalara.

Pislik herif.  Aklımla oynuyor.

***

“Işıklar yandığında perdeler kapalı olacak?” 

Bir anda ağırlaşıyorsun. “Lütfen…” Yalvarıyorsun…

“Odaya.”

Omuzlarından kavrandın. Omuz başlarındaki düğmemsi kıkırdaklar bir hafta öncesinden; kırık! İnliyorsun. Dizlerin taşıyamayınca bir de gövdeni; çöktün. Birden ve beklemediğin bir güçle savuruyor seni… Gövden direniyor. Ayakların yerden yukarıda; direniyorsun. Göğüs kafesin yırtılmış gibi… Tekrar yerdesin. İblis elleriyle iki yanından kavrıyor belini. Çatırdısını duyuyorsun kavranan belinin… Seninki değil mi yoksa?

“Ahhh!..”

İblis’in belinden geliyor çatırdı. O ağrılar içinde kıvranıyor sense zevkten!

***

14 Eylül

Zulamda: ‘bantlar’ var. 

Zulasında: Uyutmayan bel kayması ağrıları.

‘Allah kararlamıştır kuzucuğum’ derdi annem.

Elimdeki zehirle hasta bir kalbin tangosu genelde ölümle sonuçlanırmış.

***

Tarçın kusuyor. Kan geliyor ağzından. Paniktesin. Önce onu arıyorsun.

“Kapıyı kapa, çık odadan. Bırak ölsün,” diyor.

Tarçın kıvranıyor. Gözleri kayıyor… Izdırap içinde…

“Alo; Pati Acil? … Evet. Evet kayıtlıyım sizde. … Adresim…”

Kedin kucağında; gönderdikleri araca biniyorsun.

“Maalesef kaybettik. Üzgünüm,” diyor yeşil önlüklü genç bir kadın. Panter baskılı bir ameliyathane başlığı takıyor.

“Nereye gömüldüğünü bilmek istemiyorum,” diyorsun.

“Öyle istiyorsanız, tabii de…” Duraklıyor. Sen de duraklıyorsun. Tam kapıdan çıkmak üzereyken.

“Zehirlenmiş,” diyor kadın. Sesinin tonu bu kez çekincesiz. Bakışlarıyla sorguluyor.

Sendeliyorsun. “Evden hiç çıkmadı ki, nasıl olur?”

O yaptı! Yalnızca sana ait olan, eski hayatından sana kalan tek ve biriciğin!

“Allahım…”

Koridora açılan odalardan birine alıyorlar seni. Kimi neşeli, kimi kızgın, kimi korkmuş hayvan sesleri geliyor kulağına…

“Birkaç sorum olacak. Rapor etmek zorundayım.”

Elinde bir bardak su. Limonlu.Önündeki sehpaya bırakıyor.

“Son üç günü geçirin aklınızdan. Şüphelendiğiniz biri ya da yakın zamanda tartıştığınız, kavga ettiğiniz bir komşu, esnaf oldu mu?”

“Hiç evden çıkmadı ki.”

“Kaç kişisiniz evde? Ya da yakında hanenize giren, çıkan?”

Susuyorsun. Dışarıda ayak sesleri var, hayatın günlük telaşları. Sokağın seslerini duyuyorsun.

“Çalışan kadınınız ya da tadilat-tamirat… Çocuğunuzun arkadaşlarından biri belki de?” 

“Çocuğum yok. Son üç gündür de eve kimse gelmedi.”

“Hanımefendi, kediniz zehirlenmiş. Biri hayvanınızı öldürdü!”

Oturduğun koltukta hareketsizsin… Gözlerin kucağında birleştirdiğin ellerinde. Ayakların uyuşuyor. Hıçkırığını beceriksiz, sahte bir öksürükle kapatmaya çalışıyorsun. Üst dudağın ter içinde. Solukların düzensiz, kalp atışların…

Öldürecek seni de!

“İyi misiniz?”

“Eşim, bir tek eşim ve ben.”

Vücudun karıncalanıyor, beynin karıncalanıyor…

***

Yatar durumdasın. Üstünde gökyüzü!

“Rüya mı?” diyorsun?

Değilmiş. Parçalı bulutlu bir gökyüzünü resimlemişler tavana. Mavi bir çarşafın altındasın. Bluzun sütyeninin hemen altında toplanmış. Birileri bluzunu sütyenine kadar sıyırmış.

Sese sıçrıyorsun. “Şiddet gördüğünüzü siz söylemediniz. Ben gördüm,” diyor yandaki paravanın ardından gelen ses.

“Yardım edebilirim.”

Panter başlıklı kadın bu

Siyah, uzun saçları var. En fazla otuz beşinde olmalı. Duygusuz bir sesle konuşuyor. Odada başkası yok.

“Bulur beni. Öldürür,” diyorsun.

Gülümsüyor. Bakışlarında lacivert kuytuluklar saklı. Başını belli belirsiz iki yana sallıyor.

“Kaydınızı alacağım. Adresiniz falan. Telefonla ya da internet üstünden bağlantı kurmak yerine ev ziyaretleri gerçekleştiriyorum. Yeni bir canı vermeden önce yâni.”

Anlamamış gözlerle bakıyorsun.

“Bize bir dilekçe vereceksiniz, yeni bir can edinme için… Ben de ziyaretinize geleceğim.”

Başını sallıyorsun ‘olur’ anlamında.

“Ayrıntıları konuşuruz,” diyor.

***

21 Eylül

Mercimekten biraz irice minik bir hap verdi bana!

Tüm sıkıntım: Başına geleni anlamayacaksın.

Seni daldığın o derin uykudan öperek uyandıracak bir prenses de yok!

Şansına küs İblis; masalı yazan ben değilim sonuçta.

Esirgeyip, bağışlayanla da defteri kapattık!

Vicdanım rahat.

Hoşçakal Güncem.

***

El kadar defterini orta yerinden ikiye ayırıyorsun. Suyla doldurduğun yer kovasının içine atıyorsun paramparça olan hayatını! Kovayı klozete boşaltıyorsun.

Bir de bu akşam mutlaka eve gelmeli.

Emin olmak zorundasın.

***

“Biliyorum, kızacaksın aradım diye ama biraz erken gel bu akşam…”

Sesini en sevdiği fantezisinde saklıyorsun. Küçük bir kız çocuğunun sesinde.

Geliyor…   

“Bekle,” diyorsun. “Dur! Viskili tadıma ne dersin?”

“Bugün aklımı başımdan aldın…”

Gözlerine yuvalarında iki tur attırıyor. Arsız arsız gülümsüyorsun.

Bunaltan kokusu parfümünün…

Kalçalarımı kıvıra kıvıra geçiyorsun önünden.

“Çok gecikme,” diyor.

Elinde iki bardak viskiyle dönüyorsun. Bir dikişte bitiriyor bardağı… Caz kanalını açıyorsun. Vücudun kontrbasın ritminde. Kıvrıla kıvrıla dans ediyorsun, ısıra ısıra dudaklarını…

“En fazla iki, üç dakika. Sonra uyuyacak,” demişti.

Öyle de oluyor.

Devriliyor İblis!

 İki bantı da sırtına, omuzunun biraz altına yapıştırıyorsun.

Sayrılı bir haldesin. Camın önü – banyo kapısı, cam önündesin yine, yine banyo kapısı – camın önü; yürüyorsun. İpinden kurtulmuş bir kuklanın bilekleri gibi bileklerin; kendi ekseni etrafında dönüyor. Bileklerin kollarından bağımsız, kolların gövdenden… Durduramıyorsun.

Viskili bardağı çamaşır suyu ile çalkaladın. Lavaboya da bolca çamaşır suyu döküyorsun. Üst üste iki bardak viski de sen yuvarladın. Odaya geri dönüyorsun. Derin derin uyuyor. Yanına kıvrılıyorsun. Kalbin ağzından çıkacak…

Gecenin yarısında uyanıyorsun. Başucu lambasının yumuşak aydınlığından yanına bakıyorsun. Uyuyor gibi… Daha dikkatli bakıyorsun. Ölmüş! Alarm anlaştığımız saate kurulu… Camda olacaksın. Yan odadaki kanepeye kıvrılıyorsun.

Kalın perdelerin arasından sızan güneş yastığına kadar uzanıp seni uyandırıyor. Alarmın çalmasına hâla birkaç dakika var. Uzun zamandır böylesine deliksiz bir uyku çekmemiştin. Odaya geri dönüyorsun. Camı açtın. Biri ıslıkla neşeli bir türkü çalıyor… Hay Allah neydi bu şarkı? Bildiğin bir ezgi ama çıkartamadın. Karşıdaki kafenin masaları yavaş yavaş dolmaya başladı bile. İkiz olsalar gerek, elele iki kız çocuğu. Arkalarından bir kadın yürüyor. Sinâmeki, bezgin bir şey! Gençten bir adam masaların arasında çay tepsisiyle… Çay! Öyle bir canın istedi ki!

Fren sesinin geldiği yere bakıyorsun. Direksiyondaki herif el-kol hareketleri yapıyor.

“Alooo, beri bak, beri! Sana diyom. Şehrin ortasında ne bisikleti lan!”

Adama orta parmağını mı gösteriyor yoksa?

“Yaşaaa!” diye bağrıyorsun camdan. Bağırır gibi yapıyorsun daha doğrusu…

Saçlarını ıslatmadan acele bir duş alıyorsun. Her gün giydiğin siyah keten elbiseni geçiriyorsun üstüne. Saçlarını ensenden topluyorsun. Tam da sevmediği gibi… Camın önündeki masaya oturuyorsun. Ve perde!

***

Peşi sıra tiz çığlıklar attım. Katı gövdesinin üstünde kalp masajı aldatmacası oynadım bir de. Rengi balmumuydu. Beyaz teninde minik morarmalar açmış… Aralık dudaklarına ağzımı dayayıp nefesimi içine üflüyorum.

“Alo 112… Kocam uyanmıyor. Kalp hastası. Evet, evet… Dediklerinizi yapmaya çalıştım ama soğumuş. Adresim… Lütfen hemen gelin. LÜTFEN!”

Haykıra haykıra ağlıyorum…

Ölüm kaydı için Belediye’nin doktorunu bekliyoruz. Kimi tanıdıkları arıyorum, akrabaları… Komşular eve doluştu bile. Hiçbiri dün gece o yatakta bir cinayet işlendiğine ihtimal vermiyor. Klimanın ayarı kışın en soğuk gününe eş bir ısıda… Yine de odada ağır bir koku var.

“Buyrun Doktor Bey…” diyor birileri.

Başsağlığı diliyor. Bakışımı terliklerimin ucuna sabitledim. Geçirdiği hastalıklar, kullandığı ilaçlar…

“Tam olarak hatırlayamıyorum, çok olmadı ama…” diyorum. “Bel kayması geçirdi. Fizik tedavi falan da gördü…”

Not alıyor.

“İşte o gece de çok ağrısı oldu. Ben mutfakta bir şeyler hazırlarken çift bant yapıştırmış sırtına, çok ısrar ettim çıkart diye ama…”

Narkotik bantların niye evde olduğunu soruyor.

Anlatıyorum.

“Mevtayı bir muayene etmem lazım.”

Kimliğini de istiyor. Nüfus idaresine teslim edilecekmiş kimlik. Muayenesi uzun sürmüyor. Salona geri döndüğünde telefonu çalıyor. “Yarım saate kadar oradayım hayatım,” diyor… Sonra bana dönüyor. “Pardon; eşim aradı da.” Önündeki evrakı imzalıyor bir yandan. “Başınız sağ olsun tekrar.” Elindekini sehpanın üstüne bırakıyor. “Bu da defin kağıdınız.”

Gidiyor.

“Karısı da çok tatlı kadındır,” diye anlatıyor arkasından alt katta oturan komşum… “Nasıl şefkatli biri… Daha yeni aşıya götürdüm benim kızı. Patisini okşaya okşaya batırdı iğneyi. Hani şu yan sokağın sonundaki klinik…”

“Aaa; şu bisikletli veteriner mi? O’nun kocası mı bu belediye tabibi?” diyor yanındaki kadın!

İçimde, geciken bir bahar tomurcuklanıyor.

Tutkumun sonlandığı yerde başlıyor mutluluğum.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar