Tutunduğum dik merdivenin tırabzanı sallanıyordu, ses çıkarmamaya gayret ederek ağır adımlarla tırmandım. Merdivenin bitimindeki odanın kapısı bir parmak aralıktı, ayağımla yavaşça ittim. Hemen arkamdan biri geliyordu. Ona aldırış etmedim. Odada duvara monte edilmiş gece lambasının sarı ışığı divanın üzerindeki kabarıklığı fark etmemi sağladı.
Orada biri yatıyordu. Dönüp arkamdaki gence baktım. Elimi prize uzatmıştım, lambayı yakmak için.
“Yakma!” dedi genç.
Odada hafif bir ölü kokusu vardı. Bitişik odadan kısık sesli bir radyo ‘dede efendilerin’ makamından, kadın korosunun söylediği Türk sanat müziği icra ediyor gibiydi. Kulak verince ağıt yaktıkları anlaşıldı. Ölüyü bulunduğum boş odanın divanının üzerine beyaz bir kefene sarıp uzatmışlar, yanındaki odada ağlayıp sızlanıyorlardı. Geri dönüp onların olduğu kalabalık odaya girdim, genç muhafızım beni takibe devam ediyordu.
Kimse yüzüme bakmadı. Daha doğrusu ilgisiz davrandılar. Örtüsüz tahta masanın yanı başındaki sandalyeye oturdum. Bir su bardağı, bir de sürahi duruyordu üzerinde. Su sürahinin dibindeydi. Aynı bardaktan içmiş olmalılardı. Şimdi bu kadın-erkek topluluğu, ölü kokusunun kaçınılmaz biçimde ağırlaşacağı, bir süre sonra dayanılmaz hale geleceği odada sabaha kadar usul usul ağlayacak, ağıtlar yakacak, Kuran tilavet edecek, sessiz sessiz oturacak, gün ağardığında da mezarlığa mı gideceklerdi?
En iyisi ‘Merhumun ruhuna el fatiha’ deyip kalkıp gitmekti. Nereye gidecektim? Hem kefene sarılı ölünün merhum olduğu ne malum, merhume de olabilirdi. Bir süre sonra şekerlemem başlar, başım sağına veya soluna devrilebilir oturduğum sandalyeden yere düşebilirdim. Son zamanlarda bu durumu sık sık yaşıyordum. Pencerenin tamamını kapatan, tavandan tabana kadife bir perde vardı. Kalkıp perdeyi, pencereyi açmayı düşündüm. O an üç yaşlı kadın oturdukları yerden sağlarına sollarına devrile devrile, “Oyyy biz öleydik de, sen sağ kalaydın Fadimeee” diye tekrardan ağıt yakmaya başladılar. Bunlar parayla mı tutulmuştular? Halay çeken folklorcular gibi uyum içerisinde sallanıp, şaşırmadan aynı sözleri tekrar ediyorlardı.
Demek ölen kişi Fadime isimli bir kadınmış. Kim bu Fadime, hem benim burada ne işim var? Perdeyi, pencereyi açmak bana düşmez. Ağıt bitene dek gözlerimi kırpıştırarak Fadime’nin kim olduğunu çözmeye çalıştım, isim de ağıttaki sözler de bir çağrışım yapmadı.
Sonunda sandalyeden kalktım. Aynı genç bu kez arkamdan gelmek yerine koluma girdi, yukarı çıktığım dik merdivenden beni yavaşça aşağı indirdi. Binanın altında bir mağaza vardı, bir konfeksiyon mağazası ve gecenin on buçuğunda açıktı. Bir tuhaflık vardı. Tuhaflık bende miydi, merdivenlerde mi, insanlarda mı, anlamadım? Belki de tuhaflık ölüdeydi. Koluma girip beni aşağı indiren delikanlı mağazadan geniş, döşemesi kırmızı bir sandalye çıkardı, kaldırıma bıraktı. Oturdum. Sokak lambalarının kaldırıma vuran ışıkları tıpkı bir şelalenin altındaki taşlar gibi parıldıyorlardı. Sokakta kadınların ağıtları dışında başka ses duyulmuyordu. Sonra onlara bir kedinin miyavlaması eşlik etti.
Beni sandalyeye oturtan genç elime bir bardak çay tutuşturdu. Çay şekersizdi. “Bir tane şeker alabilir miyim?” dedim. Bıyıkları yeni terlemiş genç, “Olmaz” dedi, mağazaya girdi.
Biraz sonra polis sirenlerinin sesleri duyuldu. İki araç hızla gelip, direksiyonlarını kaldırıma doğru kırıp önümde fren yaptılar. Araçlardan biri beyaz bir otomobildi, öteki de beyazdı ama o minibüstü.
Minibüsten inen polislerden biri elimdeki çay bardağını altındaki tabağıyla alıp diğer bir polise verdi, sonra sağ kalçasına takılı kelepçeyi çıkarttı.
“Kollarını uzat!”
Birini öldürmüş de karakola telefon açıp ‘gelin beni alın’ demişim gibi.
Hiçbir şey düşünemez haldeydim. O an bir şey düşünemiyordum. Sanki beni uzaydan indirip bilmediğim bir yere getirip oturtmuşlardı.
Ne oluyor, ne yapılıyor, bileklerime neden kelepçe takılıyordu?
Dahası beni kaldırıma neden oturtmuştu delikanlı?
Yaşamaktan zevk alıp almadığımın farkında değildim. Ama şu kesin, kelepçeden dolayı heyecanlanmıştım, terlemeye başladım şubatın o soğuğunda.
Beni aceleyle minibüse soktuklarında koronun konseri bitmiş, solo şarkıya geçilmişti.
“Seni, sesini, gözlerinin rengini unutabilsem…”
Müzeyyen Senar’ın sesinden dinlediğim şarkıyı benden başka işiten yok gibiydi. Bir kara göz gözlerime ışıl ışıl bakmaya başladı, şarkı tüm benliğimi esir almayı sürdürürken. Kadının ellerini tutmak için ellerimi uzattığım esnada mağazadan fırlayan iki kişi kadının ve şarkının ortadan yok olmasına sebep oldu.
Telaşlı oldukları besbelli erkekten biri iri yarı, kalın bıyıklı, kocaman burunlu elli yaşlarında bir adamdı, diğeri on altı, on yedi yaşlarında, saçları uzun, kapkara gözlü, muhafızlığımı yapan gençti.
İri yarı olan minibüsün açık kapısının önünde durdu, garip hareketlerle bana bakıp görevlerini ‘başarıyla gerçekleştirmiş’ polislere bir yanlışlıktan bahsetti ve uzun bir izahatta bulundu.
“O katil değil, o eniştem, kız kardeşim Fadime’nin kocası, aha bu da oğlu. Kendisi Alzheimer hastası, ağır olanından! Niye geciktiniz ki, bir saati geçti. Aile hekimini çağırdık, sağ olsun on dakikada geldi, ölmüş dedi. Görevi değilmiş, adli tabip görmeliymiş, merhumeyi kefene sarıp yatırdık. Adli işlem için olay yeri ekibine haber etmeyecek misiniz? Olay olalı iki saat oldu. Neyse, mağazaya gelin. Biz kapkaççıyı yakalayıp bodruma indirip bağladık. E biraz benzettik. Fadime çantasını vermemek için kapkaççıyla çekişmiş, düşüp kafası kaldırım taşına değmiş… Bacımı kaldırımda o halde bekletemezdik…”