Orhan, hastanenin bir kare siyah, bir kare beyaz yan yana konmuş karo taşlarının üzerinde ağır adımlarla ilerlerken, insanın içine sıkıntı veren kasvetli havasını, yüzüne takındığı umursamaz maskeyle zorlukla da olsa solumaya çalışıyordu. Her ne kadar dışarıya yansıtmamak istese ve yüzüne mermer kadar soğuk bir ifade takınsa da , içten içe biliyordu ki bu ziyaret belki de hayatında yapmak mecburiyetinde olduğu en zor şeydi. Daha birkaç ay öncesine kadar her şey yolunda gibi görünürken babasının ani vefatı, hayatını tepetaklak etmişti. Hoş, daha öncesinde yolunda olduğunu düşündüğü şey keyfine düşkünlüğü, hovardalığı ve nerde akşam ordasabah yaşam tarzından öte bir şey değildi. Fakat böyle bir yaşamı da olsa mutluydu ve o mutluluk kendisine yetiyordu. Babası, ölümünden sonra hayatlarını altüst eden o mektubu neden bırakmıştı ki? Her şey ellerine geçen şirket amblemli beyaz zarfı bulmalarıyla başlamıştı.
Sanki ilerledikleri koridorun sonu yokmuş gibiydi. Önde hastabakıcı arkada kendisi attıkları her adımda bir odayı arkalarında bırakmalarına rağmen bir türlü Osman’ın kaldığı odaya gelemiyorlardı. Belki de attığı her adım ileriye değil, geriye gidiyordu. Biraz sonra yüzleşmek zorunda kalacağı durumu mümkün olduğunca geciktirmek adına her zaman uzun attığı adımlarını bir hayli küçültmüştü. Neredeyse birisi arkasından itiyormuş gibi yürüyordu. Önünde yürüyen ve sadece vücudunun arkasını gördüğü kafası kel, vücudu hantal, kısa boylu hastabakıcı da sanki içinde hissettiği ruh durumunu anlamışçasına aynı küçük adımlarla ona eşlik ediyordu.
“Burada yatan hastaları yakınları pek ziyarete gelmez. Gelen de fazla durmaz zaten yanında. Hasta için de yakını için de zor tabii bu durum,” dedi arkasını dönmeden bir şeyler söylemek ve bu sessiz yürüyüşe biraz anlam katmak ister gibi.
Orhan onu görüyormuş gibi onaylarcasına kafasını salladı. Konuşmasına gerek kalmamıştı çünkü hastabakıcı uçsuz bucaksız gibi görünen koridordaki beyaz boyalı kapılardan birinin önünde durmuştu.
“Sizin hastanız burada,” dedi kapıyı açtıktan sonra kafasıyla içeriyi işaret ederek.
İfadesiz bir yüzle başını sallayıp teşekkür etti. Hastabakıcının gideceğini umuyordu ama adam yanında dikilmeye devam ediyordu. Hafifçe öksürerek onundikkatini çekti.
“Mümkünse abimle yalnız görüşmek istiyorum,” dedi.
Hastabakıcı garip bir şey duymuş gibi önce Orhan’a sonra pencerenin önünde tekerlekli sandalyesinde oturan ve kafası öne doğru istemsizce sallanan adama baktı ve hafifçe dudağını büküp “Nasıl isterseniz, yarım saat görüşme izniniz var. Osman Bey’i fazla yormayalım,”diye uyarısını yapıp odadan ayrıldı.
Orhan, pencerenin önünde tekerlekli iskemlede oturan abisine acıyla baktı. O korkusuz, zalim, kibirli adamın düştüğü durum içini sızlattı. Bu duruma kendisinin sebep olması ise dayanılmaz derecede yakıyordu içini. Böyle olmamalıydı, bu şekilde sonlanmamalıydı bu oyun. Lanet etti içinden yine babasına. Bu nasıl bir acımasızlıktı? Şimdi kazanan kendisi mi oluyordu? Oysa bu şekilde kazanmayı istememişti ki. Eğer Tekin işin içine bu derece dâhil olmasaydı belki de Osman bu duruma gelmeyecekti.
İçinde hissettiği vicdan azabı ile yaklaştı abisinin yanına. Pencere önündeki koltukta oturan ve başı önüne doğru sürekli sallanan bu adam Osman olamazdı. Elleri de başı ile birlikte sallanıyor, vücudu istemsizce titriyordu. Bir kere daha içinden lanet okudu. Bu oyunun sonu böyle olmamalıydı. Bunu ne kendisi ne de abisi hak ediyordu.
“Üzgünüm,” dedi zor duyulur bir sesle. Bakışları, karşısındaki adamın üzerinde gezindi belki bir tepki alabilmek umuduyla. Fakat o olup bitenleri farkında bile değildi. Ne geldiğini görmüş, ne de özrünü duymuştu.
“Üzgünüm, sen bu duruma gelmeyi hak etmiyordun. Ben ise kazanmayı,” dedi. Duyup anladığından emin değildi ama bunları söylemeye, dahası içinde hissettiği vicdan azabını dışarı yansıtmaya ihtiyaç duyuyordu. Karşısındaki adam da yine hiç tepki olmadı. Birkaç saniye sessizce onu izledikten sonra elini uzatıp onun titreyen ellerini kendi avuçlarına aldı.
“Beni affet abi” sözleri döküldü dudaklarından. O anda hiç beklemediği bir şey oldu. O titreyen eller birden sanki bir saniyeliğine sımsıkı kavradı elini. Sonra yine titremeye devam edince yanıldığını sandı bir an. Acaba bir tepki mi almıştı Osman’dan? Avucundaki elin kendi elini kavraması ve bunu hissetmesi yanılsanacak bir durum değildi oysaki. Buna güvenerek buruk bir şekilde gülümsedi.
“Beni duyduğunu biliyorum. Afedip affetmemek sana kalmış ama üzgün olduğumu bilmeni isterim. Seni bu halde görmek acı veriyor bana,” dedi ve hüzünlü gözlerle tekrar abisinin tepkisiz yüzüne baktı. Osman onu duyduğuna dair bir işaret vermeyince yorgun bedenini kapıya çevirdi ve üzüntüden düşen omuzlarına doğru başını iyice çekti ve geldiği gibi ağır adımlarla odadan dışarı çıktı.
Karo taşlı koridorda zorlukla ilerleyerek kendini dışarı attı. Midesi bulanıyor, başı dönüyordu. Hastanenin bahçesindeki otoparka doğru giderken artık gözlerinin de kararmaya başladığını hissediyordu. Bu acı dolu ziyaretin kendisini bu derece etkileyeceğini bilmiyordu. Fakat kendisini böyle kötü hissetmesi de garip geliyordu. Artık nefesi de sıklaşmış, soluk alamayacak duruma gelmişti. Eli kravatına gitti ve beceriksiz hareketlerle gevşetmeye
çalıştı. Alnı boncuk boncuk terliyordu. Hayır, bütün bunlar normal değildi. Sanki kalp krizi geçiriyor gibiydi. Adımları iyice yavaşladı, ayağı tökezledi ve dengesini kaybederek yere yuvarlandı. O anda gözlerinin önünde bir gölge belirdi. Tepeden kendisine bakan alaycı gözler, bulanık bakışlarında bile hissediliyordu. Osman’ın hırlamayı andıran öfkeli sesi kulağını doldurduğunda kaybedenin artık kendisi olduğunu anlamıştı.
“Ben kazandım sevgili kardeşim. Ben!”
“Neden yaptın bunu?” diye sordu zorlukla.
Odada eline dokunduğu anda zehirli bir madde vermiş olmalıydı. Bir batma hissi hissetmemişti ama öyle duygusal bir durumdaydı ki Osman’ın iğneyle avucundan zehirli bir sıvıyı kanına karıştırdığını farkedememişti. Şimdi sızlıyordu avuç içi. Geç de olsa hissedebiliyordu acıyı. Yine geç de olsa Osman’ın kolay bir av olmadığını anlamıştı.
“Nedenini anlamadığını söyleme sakın. Hepsi aynı senin yaptığın sebepten ötürü Orhan. Beni zehirlemeye çalıştın. Yok etmek istedin. Ama kim tepeden bakıyor şimdi, sen mi ben mi?”
“Bu oyunun bir kazananı yok. Neden anlamak istemiyorsun bunu ?”
“Sen geç de olsa anladın ama artık bir değeri yok. Her şey için çok geç. Şirketimi sana bırakamam. Çünkü sen bunu hak etmiyorsun,” dedi yüzüne tiksintiyle bakarak. Sonra da arkasını döndü ve otoparka Orhan’ın arabasının olduğu yere doğru yürümeye başladı.
ALTI AY ÖNCE
Orhan, çalan telefonun sesiyle zorlukla gözlerini açmaya çalıştı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Dün gece arkadaşlarıyla Boğaz’da akşam yemeği yemişler, sonra da bir gece kulübüne gidip içmişlerdi. Araba kullanamayacak durumda olduğu için eve taksiyle döndüğünü anımsıyor, sonrası bulanık olduğundan başka hiçbir şey hatırlamıyordu. Büyük ihtimal kendini yatak odasına zor atmış, yatar yatmaz da sızmıştı. Zorlukla doğrularak elini yatağın yanındaki etejere doğru uzattı ve çalan telefonu kimin aradığına bakmadan açtı.
“Alo?”
“Geceden mi kaldın oğlum açamadın gitti şu lanet zımpırtıyı.” Abisi Osman’ın sinirli sesini duyar duymaz yüzüne gülümseme yayıldı.
“Beni eleştirene de bakın hele,” dedi.
“Babam kalp krizi geçirmiş az evvel. Semra ambulanstan aradı hastaneye gidiyorlarmış. Hemen hastaneye gel.”
“Durumu nasılmış?” diye sordu endişeyle. Aldığı haber yüzüne bir kova buzlu su fırlatılmış gibi hızla açılmasına neden olmuştu.
“Bilmiyorum. Semra sürekli ağlıyordu. Pek bir şey söylemedi. Sanırım o da bilmiyor.”
“Hangi hastaneye gidiyorlarmış adres ver çıkıyorum hemen evden” dedi. Bu sırada hızla yattığı yerden doğrulup ayağa kalktı. Dün gece hakkında yanılmamıştı. Eve girer girmez kendini yatağa attığı belliydi. Hala dün geceki kıyafetleri vardı üzerinde. Evden bir duş alıp çıkmayı isterdi ama babasının hayatı söz konusuyken buna ayıracak vakti yoktu. İçtiği içkinin kokusu belki hâlâ üzerindeydi ama bunu da düşünecek psikolojide değildi. Sadece çarçabuk üzerindeki kırışık beyaz gömleğini ve lacivert keten pantolonunu çıkarıp, bir kot pantolon, üzerine de açık mavi bir tişört geçirip beş dakika içinde Osman’dan aldığı adrese doğru yola çıktı. Henüz tam ayılamadığı için kafası kazan gibiydi. Babası için, duyduğu endişe de üzerine eklenince iyice bulanık çamura batmış gibi hissetti kendini .
Hastaneye geldiğinde Osman’ı acil müdahale odasının bulunduğu koridoru endişeyle arşınlarken buldu. Daha sonra gözü, koridordaki bekleme koltuklarının birinde oturan ve elindeki kâğıt mendil ile hem burnunu hem de gözyaşlarını silmeye çalışan Semra’ya takıldı. Genç kadının gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Semra babasının ikinci eşiydi ve aralarında yirmi yaş fark vardı. Genç ve güzel bir kadın olan Semra’ya babası büyük bir aşkla tutulmuştu. Üç yıllık sevgili hayatından sonra geçen sene yakın dostların katıldığı sade bir törenle dünyaevine girmişlerdi. Babası yaşına göre genç ve dinamik bir adamdı. Her sabah erken kalkar, işe gitmeden mutlaka koşuya çıkardı. Beslenmesine ve uykusuna dikkat ederdi. Kilolu değildi, hatta vücudunda bir gram bile yağ yoktu. Yaşına göre oldukça yakışıklı da sayılırdı. Her zaman takım elbise giyer, kıyafetinin temizliğine ve ütüsüne çok dikkat ederdi. Her şeyiyle karizmatik bir adamdı. Semra’nın da babasını sevdiğinden yana şüphesi yoktu. Belki para bu evlilikte belirleyici bir faktör gibi düşünülebilirdi ama kendisi bu şekilde bakmıyordu bu evliliğe. Şu karşısında ağlamaktan burnu ve gözleri kızaran genç kadının kocasını sevdiğinden yana bir şüphesi yoktu. Beş yıl kadar önce annesini trafik kazasında kaybetmişlerdi. Hatta olayın cinayet bile olabileceği düşünülmüş fakat yeterli bir delil bulunamadığından kayıtlara kaza olarak geçmişti. Kadının arabası ağaca çarpmış, olay yerinde hayatını kaybetmişti. Otopsi raporuna göre kaza anında boynu kırıldığı için yaşamını yitirmişti. Olayın ilk günlerinde kazadan şüphelenmemişlerdi fakat gün geçtikçe kazanın oluş biçimi, annesinin ölüm sebebi kafalarında bir soru işaretinin oluşmasına neden olmuştu. Görgü tanıklarının ifadesine göre direksiyon hâkimiyetini kaybetmiş, önce önündeki araca, sonra da ağaca çarpmıştı. Polis, cinayet olduğuna dair bir kanıt olmadığını söyleyerek olayı kaza olarak kayıtlarına geçirmişti. Fakat annesinin bu ani ölümü, her zaman için zihinlerini bulandırmıştı ve halen de bulandırmaya devam ediyordu.
“Biraz ayılmışsın.”
Abisinin sözleriyle düşüncelerinden sıyrıldı ve kendisinden üç yaş büyük olan genç adama baktı.
“Bu haberle nasıl ayılmam abi ?” dedi yarı sitemli bir şekilde.
“Atlatacak biliyorum,” dedi Osman kendi kendine mırıldanır gibi.
Bu sözlerle bir nevi kendisini teskin etmeye çalışıyordu. Orhan da farkındaydı bunun. Çünkü o da aynı şeyi yapıyordu ve babasının bu krizi atlatamayacağına ihtimal dahi vermek istemiyordu. Babası, ne abisi Osman ile ne de kendisi ile sıcak bir baba-oğul ilişkisi kurmamıştı. Hatta kimi zaman onları sevip sevmediğinden bile şüphe duyardı. Normal bir baba nasıl olurdu, bunu hiç görmedikleri için bilmiyordu. Kendi babaları bir gün bile onlarla özel olarak ilgilenmemişti. Çocukluklarında bile işten geldiğinde iki oğlunun başını hafifçe okşar, “Keyifler nasıl bakalım?” diye sorar, “İyi baba” dediklerinde ise, “Aferin benim oğullarıma,” der ve hemen çalışma odasına çekilirdi. Bugüne kadar babalarıyla bir parka, bir maça ya da bir sinemaya gittiklerini hatırlamıyordu. Çünkü hiç gitmemişlerdi. Babası bu tür şeylere önem veren birisi değildi. İhtiyaçları en güzel şekilde karşılanır, eve gelen öğretmenlerden özel ders alınır, bakıcılarla birlikte parka ya da sinemaya gidilirdi. Sevgili anneleri ise babalarının tam tersiydi. Babanın oluşturduğu boşluğu kendi sevgi ve ilgisiyle doldurmak için çok zaman harcar, günün büyük bir bölümünü çocuklarıyla geçirirdi. Bu yüzden iki kardeş annelerine çok daha düşkünlerdi ve onun ölümü ciddi bir depresyon oluşturmuştu üzerlerinde. Orhan, gece kulüplerinde içki ve kadınlarla teselli ararken, abisi ise kendisini işe vermiş ve acımasız bir işadamı olup çıkmıştı. Yani babasının kopyası ve onun sağ kolu olmuştu. Osman her zaman için kendisinden daha güçlüydü, fizik olarak bile daha iri ve daha uzundu. Babası gibi koyu siyah saçları ve karşısındaki insanın ruhunu delip geçen gece renginde kara gözleri vardı. Bir atmacayı andıran kemerli burnu ise ona yakışmakla birlikte, sert bir hava katmaktaydı yüzüne. Orhan ise annesi gibi kumral ve mavi gözlüydü. Oldukça yakışıklı sayılırdı ama abisi kadar güçlü kuvvetli bir görünüşe ve bünyeye sahip değildi. Daha kırılgan bir yapısı vardı. Yani iki kardeş tamamen birbirinin zıttı karaktere ve görünüşe sahiptiler. Fakat bugün Osman’ı böyle zayıf ve endişeli görünce onun da korktuğunu ve dışarı yansıtmamak için kendisini zorladığını fark etti. Yani demek ki abisi de duyguları olan biriydi, etten ve kemiktendi. Belki de gözünde büyüttüğü kadar acımasız da değildi.
“Durup dururken neden kriz geçirdi ki? Bir rahatsızlığı da yoktu oysa.”
Osman gergin bir şekilde bir elini saçlarında gezdiriyordu. Diğer elini de beline koymuş, endişeli bir şekilde koridoru arşınlıyordu. Aynı babası gibi takım elbiseyi üzerinden çıkarmayan abisine baktı. Elini beline koyduğu için gri takımın ceketi biraz açılmış yana doğru kaymıştı. Gece karanlığındaki gözleri şimdi endişeden daha da kararmıştı. İkisi de babasına pek düşkün sayılmazlardı. Severlerdi ama aralarında pek bir yakınlık yoktu. Fakat annelerinin ölümünden sonra Osman işlere dört elle sarılınca kısa sürede babasının sağ kolu olmuş, ikisi arasında tahmin ettiğinden daha fazla bir yakınlaşma oluşmuştu. Hepsinin evde olduğu nadir akşam yemeklerinde babasının gözlerinde abisine bakarken oluşan gurur dolu ifadeyi için için kıskanırdı. Kendisini zayıf ve dışlanmış hissederdi. Bugün de sanki abisi daha üzgün ve daha endişeli gibiydi. Aslında aynı endişeyi iliklerine kadar kendisi de hissediyordu ama abisi kadar bunu dışa yansıtamıyordu.
O anda acil müdahale odasının kapısı açılınca üçü de bakışlarını pür dikkat bir şekilde odadan çıkan doktora çevirdiler. Semra ile Osman hemen iki adımda soluğu doktorun yanında aldılar.
“Babamın durumu nasıl Doktor Bey, tehlikeyi atlattı mı?”
“Lütfen İlhan’ın iyi olduğunu, yaşayacağını söyleyin.”
Abisi ve Semra daha doktorun konuşmasına fırsat vermeden endişelerini dile getirmeye başlamışlardı. Kendisi ise sessizce doktorun yüzüne bakıyordu. Onun yüzünde gördüğü ifade, iyi bir haberle karşılaşmayacaklarını bangır bangır bağırıyordu oysaki. Üçünün de kendilerini en kötü habere hazırlamaları gerekiyordu belki de. Nitekim doktor, “Çok üzgünüm bütün müdahalemize rağmen İlhan Bey’i kaybettik,” dediğinde koridoru anında Semra’nın çığlıkları doldurdu.
“Hayırrr! Doğru değil! İlhan ölemez!”
Osman, onu sakinleştirmeye çalışırken titreyen elleri ve gözlerine hücum eden yaşlar anında dikkatini çekti. Güçlü kuvvetli abisi neredeyse ağlamak üzereydi. Kendisi ise hiçbir şey söylemeden öylesine donmuş, kalakalmıştı olduğu yerde. Aslında rüyada gibiydi. Gerçeklik algısını o an için kaybetmiş ya da başka bir boyuta geçmiş gibi bir ruh haline bürünmüştü. Osman ve Semra’nın sesleri (biri ağlarken diğeri onu teskin ediyordu) kulaklarına çarpıyor, sadece kuru gürültüye sebep oluyordu. Abisinin o anda bakışlarının kendisini bulduğunu gördü. Semra’yı bırakıp yanına doğru yürüdü ve ilk defa belki de yıllar sonra sımsıkı sarıldı. Omuzları titriyordu. Muhtemelen ağladığı içindi. Ne abisine sarılabildi ne de tek bir laf etti. Osman geri çekilip dikkatle yüzünü incelemeye başladığında ise, otomatik bir komutla arkasını dönerek koridorun sonuna doğru yürümeye başladı.
Hastanede bir çeşit şok yaşadığını biliyordu. Belki de bu durum, ölümü babasına hiç konduramadığı içindi. Ne olursa olsun artık babaları yoktu ve iki kardeş tek başlarına kalmışlardı. Annelerinin ölümünden sonra soğuyan evleri artık iyice soğuyacaktı. Gerçi baba evini ayda ya bir ya da iki akşam kullanıyor, ve ancak o zaman bir araya geliyorlardı. Ama sonuçta baba eviydi orası. İki kardeşin kendi daireleri vardı. Osman İstanbul’u ve Boğaz’ı ayaklar altına alan bir rezidansın çatı katında kalıyordu. Kendisininki ise daha mütevazıydı. İki oda bir salondan oluşan ama yine abisi gibi deniz gören bir muhitteydi.
Hastaneden nasıl çıktığınıbilemedi. Doğruca eve geldi ama arabayı nasıl kulandığının farkında değildi. Dün gece yaptığı gibi yine eve girer girmez soluğu doğruca yatak odasında aldı, kendisini yatağına fırlatıp attı. Sonrasında ise saatlerce ağladı. Belki de çocukluğundan beri ilk defa ağlıyordu. Annesinin ölümünde bile gözyaşlarını içine akıtmış, bu denli ağlamamıştı.
Babasının cenaze töreni iki gün sonra yapıldı. Basın ve televizyon da büyük ilgi gösterdi. Ünlü sanayici İlhan Işık’ın ani ölümü herkesin üzerinde şok etkisi yaratmıştı. Halkın yanısıra evlet adamları ve sanatçıların da katıldığı, büyük bir cenaze töreni oldu.
Cenaze törenindenbir hafta sonra, babalarının özel avukatı Selçuk onları arayarak bürosuna davet etti. İki kardeş avukatı ziyarete gittiklerinde babalarının onlara üzerinde şirketin amblemi olan beyaz zarf içinde bir mektup bıraktığını öğrendiler.
İki kardeş avukatın yanından ayrıldıktan sonra kendi şirketlerine geçerek orada birlikte açıp okudular mektubu.
“Sevgili oğullarım,
Bu mektup elinize geçtiyse, ben ölmüşüm demektir. Benim ölümümden de şüphe duyarsanız mutlaka araştırın. Bunu kendi güvenliğiniz açısından yapmanız gerektiği inancındayım. Neyse ölümümü fazla kurcalayıp canınızı sıkmak istemiyorum. Mektubumun ana teması sizin geleceğiniz ve tabii ki buna bağlı olarak şirketimin geleceği üzerine kurulu. Bu şirketi yoktan var ettiğimi ikiniz de biliyorsunuz. Bana babamdan miras olarak sadece bir kol saati kalmıştı ve ben de şimdi ülkenin en kaliteli saatlerini üretiyorum. Yani buradan anlamanız gereken şey, size ne bırakırsam bırakayım bunu geliştirecek ve büyüteceksiniz. Bunun hiç de kolay olmadığını ve çok çalışmanız gerektiğini sanırım siz de idrak edecek durumdasınız. Size karşı hiçbir zaman iyi ve örnek bir baba olamadım. Ahlakî açıdan da iyi bir adam olduğumu söyleyemem. Bu hayatta en çok annenizi sevdim ama hiçbir zaman da ona sadık kalamadım. Karda yürüyüp izini belli etmeyen adamlardandım. Fakat anneniz akıllı bir kadındı. Birçok şeyin kısa sürede farkına vardı. Dedektif gibi sevgililerimi araştırmaya başlamıştı. Size bugüne kadar bu konuda bir şey söylemedim ama anneniz kaza yaptığı gün eve bir sevgiliye ait bilgilerle geliyordu. Annenizin bunları kurcalaması hoşuma gitmiyordu. Fakat ölümü beni kahretti. Çünkü Derya gerçekten sevdiğim tek kadındı. Bu yüzden annenizin ölümü bana hep çok şüpheli göründü. Bu konuyu araştırmanızı istiyorum. Bunun çok da kolay olmayacağını baştan bilmenizi isterim.
Bu ilk konuyu hallettiysek, geriye şirket meselesi kalıyor. Az çok beni tanıyorsanız fikirlerimi de biliyorsunuz demektir. Hiçbir zaman ben bir şirkette iki başlılığa izin vermem. Şirketteki sahip olduğum bütün hisseler sadece bir kişinin olacak. Her şeye en güçlü olan sahip olacak. Bu kişinin Osman olduğunu düşündüğümü sanabilirsiniz. Kesinlikle öyle bir düşüncem yok. İkinizin de ciddi zayıflıkları var. Mesela Orhan sen, çok hassas bir çocuktun. Yıllar bu hassasiyetinden bir şey alıp götürmedi. Tam tersi daha da arttı. Benim nazarımda bu büyük bir zayıflıktır. Bu özelliğinle her zaman için kandırılmaya müsait olursun. Çok fazla iyi niyetlisin ve herkesi de kendin gibi görüyorsun. Bu özelliklere sahip birisine dişimle tırnağımla kurduğum imparatorluğu bırakamam. Osman sen kendini daha güçlü görüyor olabilirsin ama benim gözümde Orhan ile eşdeğerdesin. Çünkü sen de çok kibirlisin. Kibrin aklının önüne geçiyor. Bazı şeyleri gerçekçi ve doğru muhakeme edemiyorsun. Aynı şekilde sen de Orhan gibi kandırılmaya müsaitsin. İkinizin de gücü birinden çok farklı. Bu saydığım zayıf yönlerinizi en güçlü özellikleriniz haline getirebilirsiniz. Ancak o zaman mirasıma hak kazanmış olursunuz. Bunun için de sizi bir testten geçireceğim. Aslında bu durumu eğlenceli hale getirmek için buna“Oyun” diyelim. Bu oyunun galibi her şeyin sahibi olacak. Osman, seni şirketler zincirimizdeki giyim departmanına genel müdür yapıyorum. Orhan seni ise, aksesuar bölümünün başına getiriyorum. Şimdi yapmanız gereken tek şey, birbirinizin şirketini ele geçirmek. Evet, yanlış duymadınız. Aranızda bir rekabet ortamı doğuracak ve birbirinizin şirketine sahip olmaya çalışacaksınız. Bunu yasal bir şekilde yapmalısınız ki bu da oyunun temel kuralı olacak. Kim diğerinin şirketini satın alırsa, her şeye de o sahip olacak.
Bu oyunun hiç de kolay olmadığını biliyorum. Tek temennim bunu birbirinize zarar vermeden yapmanız. Tabi ki burada size bir de baba nasihatinde bulunacağım. Hiç kimseye güvenmeyin. Buna ikiniz de dâhilsiniz.
Oyunun sonunda görüşmek üzere…
Sevgiler,
Babanız.”
İkisi de mektubu okuduktan sonra şaşkın bir şekilde birbirlerine baktılar. Kendilerini neyin bekledikleri konusunda en ufak bir fikirleri bile yoktu. Bugüne kadar, hep birbirlerini koruyup kollayan iki kardeş olmuşlardı. Genelde koruyan hep Osman’dı abi olduğu için. Çocukken mahallenin haylaz çocukları Orhan’a yüklendiklerinde hemen araya girer, bir ikisine sıkı bir yumruk geçirir sonra da kardeşini onların elinden kurtarırdı. Orhan da Osman’ın birçok suçunu üstlenip onun babasından ceza almasına engel olmuş, onun yerine cezayı hep kendisi almıştı. Çocukluklarında bu derece birbirlerine bağlıydılar. Zaman geçtikçe bağlılıklarını gösterme şekilleri de değişmişti. Osman yine korumacı bir tavır takınırken, Orhan özellikle annesinin ölümünden sonra başta babası olmak üzere herkesten uzaklaşmış,kendi kabuğuna çekilmişti. Belki karşılıklı iletişimleri azalmıştı ama biliyordu ki, birbirlerine karşı hissettikleri sevgi azalmamıştı. Babasının bu şekilde bir oyunla onları karşı karşıya getirmesi hiç adil değildi. Neden şirketlerdeki hisselerini bölüştürmeyip de hepsini bir kişiye bırakmayı düşünmüştü ki? Buradaki mantık akıl alır gibi değildi.
Kaşları çatılan Osman’ın da kendisi gibi düşündüğünden emindi. Nitekim, “Sanırım artık rakibiz,” dedi abisi sıkıntılı bir şekilde iç geçirdikten sonra.
“Bu iş hiç hoşuma gitmedi.”
“Al benden de o kadar.”
Babalarının isteği üzerine ikisi de kısa sürede işlerinin başınageçtiler. Şirketlerini kaybetmemek için canla başla çalışmaya başladılar. Birinin diğerinin şirketini satın alması demek, birinin iflas etmesi demekti. İkisi de bu duruma düşmek istemiyordu.
Orhan daha ilk günlerden neredeyse pes edecekti. Çünkü abisinin iş konusunda hem tecrübesi, hem de gücü vardı. Aynı babaları gibiydi, sert ve kendine güvenli. Oysaki Orhan hiç de öyle değildi. Bugüne kadar pek bir çalışmışlığı da yoktu. Üniversite eğitiminden sonra babası şirkette işe başlamasını istemesine rağmen kendisi buna hazır olmadığını söyleyerek reddetmişti. Baba parası yemeğe devam ederek neredeyse küçük bir dünya turu yapmış, iş tecrübesi yerine hayat tecrübesi kazanmıştı. Bunu güzelce kullanıp değerlendirebilirse, abisi karşısında belki bir şansı olabilirdi. Buna güvenerek kendini işlerine verdi.
Aslında Osman’a karşı başka bir şansı daha vardı: Mağazalar zincirindeki aksesuar departmanının müdür yardımcısı Tekin. Genç adamın hayatı neredeyse bu şirkette geçmişti. Gençliğe adımını attığı anda işe başlamış, şirketin en alt kademesinden tırmanarak bu pozisyona gelmişti. Bu şirketin en deneyimli adamıydı. Tabii bu da onu abisine karşı bir adım daha öne taşıyordu. Osman’ın yanında Tekin gibi bir adam yoktu. Tekin hem becerikli, hem eli her yere uzanan, hem de iş bitirici adamlardandı. Daha ilk gün onu karşısına alıp, babasının planından bahsetmiş ve abisinin şirketini satın almak zorunda olduğunu söylemişti. Tekin ise, yüzüne yayılan gülümsemeyle, “Sen bu işi olmuş bil,” diye sırıtmıştı. O anda adamın bakışlarındaki keskinlik bu işin olacağını Orhan’a hissettirmişti.
Nitekim öyle de oldu. İşe başlamalarının üzerinden bir-iki ay geçmeden Osman, yeni sonbahar-kış kreasyonu için defile ayarladı, ünlü bir Amerikalı mankeni de bu defileye katılması için ülkeye getirtti. İş ve sosyete dünyasından seçkin konukların davet edildiği bu defile, Osman için çok önemliydi. Belki de işinin dönüm noktası olacaktı.
Orhan abisinin başarısından gurur duysa da oyunun kuralı gereği onun iflas etmesini sağlamak zorundaydı. Başka türlü şirketine sahip olamazdı. Tekin bu işi bana bırak dediğinde rahatlamıştı, fakat defile günü ünlü Amerikalı mankenin kaldığı otelde ölü bulunması işin rengini değiştirdi. Bu can sıkıcı durum, Tekin’in bir sınır çizgisi olmadığını da ortaya koyuyordu. Genç kadın aşırı uyuşturucudan ölmüştü. Mankenin uyuşturucu kullandığı çevresinde biliniyordu ama aşırı doz olunca dikkat çekici bir durum oldu. Öldürüldüğüne dair bir şüphe ve kanıt bulunamadığından normal ölüm vakası olarak geçti kayıtlara. Sonuçta defile iptal edildi, bütün hazırlıklar boşa gitti.
Osman sinirden kıpkırmızı bir yüzle soluğu Orhan’ın bürosunda aldı.
“Eğer bu işte senin parmağın varsa yemin ediyorum buna pişman olacaksın.”
Orhan, “Sence ben cinayet işleyecek yapıda bir adam mıyım?” diye sitem etti ağabeyine.
“Bu defile hayati önem arz ediyordu benim için. Bunu biliyorsun. Bu ölüm bir kaza değil, açıkça cinayet. Ve ben bunu ispatlayacağım kardeşim. Emin ol, arkasında sen varsan işin biter. Yani şirketini bana satmak zorunda kalırsın.”
Osman sinirli ve sert bir tonda söylediği bu sözlerden sonra arkasını dönüp hızla odayı terk etti.
Orhan, abisi gittikten sonra, endişeyle yığıldı koltuğuna. Masaya dirseklerini dayayarak düşünceli bir şekilde yüzünü elleri arasına gömdü. İşe başladığının ikinci ayında teslim bayrağını çekmek zorunda kalacağını hiç düşünmemişti. Üstelik hiçbir kusuru olmadığı halde. Tekin’e güvenmekle ve onu bu işe karıştırmakla büyük hata yapmıştı. Oysa babası mektupta kimseye güvenmemeleri gerektiğini açıkça söylemişti. Buna rağmen bu hataya düştüğüne inanamıyordu. Bu sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye yüzünde yılışık gülümsemesiyle Tekin girdi.
“Ne o koçum Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye takıldı sahte bir endişeyle.
“Bu kızın ölümünden sen mi sorumlusun?” diye sordu Orhan.
“Bunun ne önemi var ki? Biz kazandık. Önemli olan bu değil mi?
Orhan, “Bir insan canından oldu bu yüzden,” diye hışımla yerinden fırlayarak bağırdı.
“Sen kazanmak istedin, ben de yardım ettim. Bunu hangi yolla yaptığımın ne önemi var?”
“Osman benden şüphe ediyor. Kaza olmadığının farkında. Nerede peki burada kazanç? Ben kaybettim ve üstelik bu da senin yüzünden.”
Tekin, “Hemen yelkenleri suya mı indirdin? Bu olay cinayet olarak geçmedi kayıtlara normal ölüm olarak geçti. Bu iş bitti, kapandı yani,” diye pişkince sırıttı.
Orhan, “Bu bir iş ha! Bu kadar ucuz mu insan hayatı?” diye büyük bir öfkeyle üzerine yürüdü genç adamın.
“Hadi artık uzatma, rahatla biraz. Osman, seninle bu olay arasında bağ kuramaz. Artık işimize bakalım.”
“Hangi işimize?”
“Hangisi olacak? Asıl işimize. Osman’ı mahvedeceğiz.”
“Hayır bitti. İşim kalmadı artık seninle. Osman’a da sakın dokunayım deme. Sen çok tehlikeli bir adamsın. Seninle daha fazla işim olamaz.”
“Ne yani kovuyor musun beni?”
“Sence?”
Tekin, “Çok tehlikeli sularda geziyorsun Orhan. Osman ile daha işimiz bitmedi. Onun şirketi bizim olacak. Ya birlikte yaparız bu işi ya da sensiz yaparım,” dedikten sonra, bir elini karşısında ayakta dikilen Orhan’ın omzuna bastırdı ve tehditkâr bir tonla ekledi. “Anlatabildim değil mi derdimi?”
“Çık git şu kapıdan. Bir katil ile işim olmaz benim” dedi Orhan, Tekin’in elini hızla iterek . Karşısındaki adamın kuru tehditlerine pabuç bırakmak istemiyordu.
“Bu şirket senin olduğun kadar benim de sayılır. Sen dünyayı gezip gününü gün ederken ben burada varımı yoğumu ortaya koydum, gecemi gündüzüme katıp çalıştım. Bu pozisyona alnımın teriyle geldim. Beni kovman bu kadar kolay olmaz,” dedi ve hışımla arkasını döndüğü gibi hızlı adımlarla odayı terk etti. Çıkarken kapıyı da çarparak kapattı.
Ertesi gün Orhan, şirkete geldiğinde Tekin’i göremedi. Anladığı kadarıyla işe gelmemişti. Dün gece bayağı düşünmüş, çok kesin ve hızlı bir yargıya vardığına kanaat getirmişti. Genç adamı bu şekilde kovması yanlıştı. Sabah da onu göremeyince doğal olarak endişelenmişti. Masasında oturup yeni model aksesuar çizimlerini incelerken saat onda sekreteri odaya dumanı tüten kahveyle girdi.
“Orhan Bey kahveniz,” diyerek fincanı masanın üzerine, genç adamın önüne koydu.
“Teşekkür ederim Zeynep,”
“Keyfiniz yok gibi bugün Orhan Bey.”
“Çok mu belli oluyor?”
“Aslında çok belli olmuyor ama ben her gün yanınızda olduğum için hissedebiliyorum.”
“Dün biraz Tekin ile tartıştık. Ona canım sıkıldı.”
“Tekin Bey hırslı ve çalışkan bir adamdır. Çok emek verdi bu şirkete. Bugün onda da bir gariplik var zaten. Demek bu yüzdenmiş.”
“Nasıl bir gariplik?”
“İlk defa geç geldi işe. Her gün sabah saat sekizde burada olurdu. Bugün az önce geldi ve bürosunda sinirli bir şekilde volta atıyor üstelik.”
“Hmm, demek geldi. Şimdi izninle onunla bir görüşeyim,”
“İstediğiniz başka bir şey var mı?”
“Tasarımcılarımızdan Gülsüm Hanım’a onun hazırladığı yeni modelleri görmek istediğimi söyler misin?”
“Tabii ki, hemen söylerim.”
Zeynep odadan çıkar çıkmaz, cep telefonunu çıkarıp Tekin’i aradı.
“Şirkette olduğunu biliyorum. Seninle konuşmak istiyorum. Hemen buraya gel,” dedi.
Üç katlı şirketin en son katındaydı Orhan’ın bürosu. Tekin’inki de aynı koridor üzerindeydi. Bu yüzden genç adamın odaya gelmesi bir dakikayı bile bulmadı.“Buyurun Orhan Bey, geldim,” dedi içeri girer girmez kinayeli bir şekilde.
“Otur Tekin,” diye koltukları işaret etti.
Tekin ikilettirmeden hemen masanın önündeki koltuklardan birine oturdu.
“Evet seni diliyorum,” dedi soğuk bir şekilde.
“Dün çok nahoş bir tartışma geçti aramızda biliyorsun. Biraz acele bir karar verdiğimi düşünüyorum.”
“Demek öyle düşünüyorsun?” diye yavaşça başını salladı Tekin.
“Evet. Yine birlikte çalışmayı teklif ediyorum. Abimin şirketini satın almamda yardım et bana.”
Tekin iki kaşını da hayretle havaya kaldırarak kendini beğenmiş bir ifadeyle Orhan’a baktı. “Bensiz Osman ile baş edemezsin sen. Osman sert adam, senin gibi değil o. Onunla aynı güçte olan birisinin karşılıklı dövüşmesi gerekir,” dedi kibri tavan yapmış bir halde.
Orhan onun egosunu havalandırdığını biliyordu ama Osman’ın şirketini satın almak için bu adama ihtiyacı vardı. Bu yüzden bu kibrini görmezden gelmeyi yeğledi.
“O halde hemen başlıyoruz çalışmaya,” dedi Tekin iki elini de heyecanla birbirine sürterek.
“Tek şartım var. Kimse zarar görmeyecek artık. Her şey kuralına uygun yapılacak.”
Tekin hafifçe gülümseyerek ayağa kalktı. Sonra da tek gözünü kırpıp bir asker selamı çaktı. “Başüstüne komutanım. Terayağından kıl çeker gibi halledeceğiz,” dedi ve arkasını dönüp iki eli pantolonunun ceplerinde, ıslık çalarak odadan çıktı.
Bundan sonra olaylar akıl almaz derecede hızla gelişti. Kendi şirketinin her defilesi muhteşem bir şekilde düzenlenirken ve hiçbir sorun çıkmazken, Osman’ın bir-iki defilesi dışında hemen hepsinde bir aksilik çıktı ve hep fiyaskoyla sonuçlandı. Birinde, defile sırasında yangın çıktı. Allah’tan kimse zarar görmeden itfaiye geldi ve müdahale ederek kısa sürede yangını söndürdü. Bir keresinde de defileye katılacak mankenlerin birkaçı besin zehirlenmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Her iki olayda da soruşturma sonuçsuz kaldı. Yangının sabotaj olduğu ispatlanamadı, elektrik kontağından çıktığı anlaşıldı. Besin zehirlenmesine de mankenlerin kaldıkları oteldeki yemeklerin sebep olduğu belirlendi. Otel yönetimi soruşturuldu ve sonuç olarak zehirlenmenin, kullanma tarihi geçmiş tavuklardan kaynaklandığı açıklandı.
Orhan, Osman’ın her şeyin farkında olduğunu ama ipatlayamadığını biliyordu. Ne var ki, işleri ne kadar kötüye giderse gitsin Osman şirketi satmaya yanaşmıyordu.
Bir gün öğleye doğru telefonla gelen bir haberle hayatları tamamen değişti. Arayan Osman’ın sekreteri Nursel’di. Osman büroda fenalaşmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Soluğu hemen hastanede aldı. Doktoru, Osman için çok ümit verici konuşmayarak, sinir sistemini etkileyen bir toksin yüzünden boyundan aşağısının felç olduğunu söyledi. O gün vicdan azabı bütün hücrelerini ele geçirirken zorlukla evine gitti. Osman’ı görecek cesareti kendinde bulamamıştı.
Neredeyse iki aya yakın özel bir hastanede tedavi gören Osman, kısmi olarak iyileşebildi. Vücudunun yarısı hâlâ felcin etkisindeyken, diğer yarısı kısmen de olsa düzelmeye başlamıştı. Bu haber ile buruk bir sevinç yaşayan Orhan, soluğu doğruca Osman’ın yattığı hastanede aldı. Bu olaydan da Tekin’in sorumlu olduğundan yüzde yüz emindi. Çünkü Osman’ın sağlık problemini bahane ederek şirketin hisselerini Orhan’ın almasını sağlamış, yüzüne zafer kazanmış bir komutan edası hâkim olmuştu.
“Gördün mü aslanım? Ben yaparım dediysem yaparım,” diye utanmadan bir de hava atmıştı karşısına geçip. O anda o adamdan iğrendiği kadar hayatında başka hiç bir şeyden iğrendiğini hatırlamıyordu. Bu oyuna bu derece kendini kaptırdığına da lanet ediyordu. Osman’ın hayatını kararttığını bilmek kendinden de nefret etmesine yol açıyordu.
“Buraya kadar Tekin, bitti artık.”
“Ne bitti, anlamadım?” Tekin şaşkın olduğu kadar öfkeyle bakıyordu yüzüne.
“Daha fazla seninle devam edemeyeceğim. Sana istediğin kadar tazminat ödemeye hazırım. Git kendine başka bir iş kur ama bir daha karşıma çıkma.”
“Hadi be, ciddi misin sen? Ben senin elinde oyuncak mıyım? Bir kov bir işe al. Derdin ne senin?”
“Seni tekrar işe almayacaktım. Büyük hata yaptım. Bu hatamın bedelini Osman ödedi. Artık başka bir bedel ödensin istemiyorum.”
“Bir çırpıda gözden çıkarılacak bir elemana dönüştüm birden gözünde. Hayat ne garip değil mi? Bu işe başladığında sağ kolundum. Şimdi ayağınla tekme vurup sokağa atmaya çalıştığın bir köpek durumuna geldim. Ben senin düşündüğün kadar kolay yutulacak bir lokma değilim.”
“Maddi anlamda bir sıkıntın olmayacak. Git ne iş yaparsan yap ama ben hayatta olduğum sürece bu şirketin kapısından içeri giremeyeceksin.”
“Senin paranı istemiyorum,” diye yüzünü ekşiterek konuştu Tekin. Daha sonra da sağ elinin işaret parmağını tehdit eder şekilde Orhan’ın yüzüne doğru sallamaya başladı. “Bu yaptığına pişman edeceğim seni,” Gözlerinden şimşekler saçarak odadan hızla dışarı çıktı. Çıkarken de kapıyı yine şiddetle çarptı.
İki ay boyunca Tekin’den hiç bir haber alamadı. Ne yaptığı konusunda da bir fikri yoktu. Bugün sabahtan beri oldukça gergin bir durumdaydı. Osman’ı ziyaret edecek oluşunun sıkıntısı çökmüştü üzerine.
Ziyaret umduğundan daha büyük bir etki yaptı üzerinde. Onu tekerlekli sandalyede gördüğü andan beri içi tuhaf oldu. Ondan af diledi ama Osman’ın durumu anladığından emin değildi. Sadece bir anlığına elini sıkıca kavramış, ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan yine eski haline dönmüştü. Hayal ile gerçek arasında tuhaf bir durum yaşamıştı o anda. Belki de bu yüzden yanında daha fazla kalamadı, kendini hemen dışarı attı. Odadan çıkar çıkmaz da bir tuhaf hissetmeye başladı. Birden başlayan nefes darlığı, soğuk terleme, bacaklarından bütün gücün çekilmesi ve bütün bunları ani bir şekilde yaşaması tuhaftı ama bu tuhaflığı irdeleyecek durumda değildi. Hastane binasından kendini zorlukla dışarı attı. Arabasına doğru yürümek için kendini zorluyordu fakat bacakları artık vücudunu taşıyacak durumda değildi. Gözleri kararmaya başlayınca dengesini kaybedip yere yığıldı.
O anda önünü kapatan bir gölge başucunda dikilmeye başlayınca, gözlerini hafifçe aralayıp gelen kişiyi görmeye çalıştı. Osman’ın ateş saçan gözleri ile karşılaşmayı beklemiyordu.
“Ben kazandım sevgili kardeşim. Ben!”
“Neden yaptın bunu?” diye sordu zorlukla.
“Nedenini anlamadığını söyleme sakın. Hepsi aynı senin yaptığın sebepten ötürü Orhan. Beni zehirlemeye çalıştın. Yok etmek istedin. Ama kim tepeden bakıyor şimdi sen mi, ben mi? Hiç değilse ben daha vicdanlı davranıyorum. Birazdan zehir kanına karışacak ve sen kardeşim bu dünyaya veda edeceksin. Hiç değilse acı çekmeden elden ayaktan düşmeden gideceksin.”
“Bu oyunun bir kazananı yok. Neden anlamak istemiyorsun bunu ?”
“Yanılıyorsun kardeşim kazananı var. Ben kazandım!” dedi yüzüne yansıyan bir gurur ifadesiyle.
Orhan artık nefes alamıyordu. Nasıl bir zehir verildiğini bilmiyordu ama yaşam enerjisinin sökülüp alındığını hissediyordu. Yavaşça gözleri kapanırken, “ Tekin’e dikkat et,” diye uyardı Osman’ı.
Osman, bilincini kaybeden kardeşine üzgün gözlerle baktı. Böyle olmamalıydı ama yapacak bir şey de yoktu artık. Bu oyunu sonlandırmanın zamanı gelmişti. Son bir raunt kalmıştı. Bu sırada yanlarına doğru koşan doktor ve hemşireleri görünce arkasını dönüp hızlı adımlarla Orhan’ın arabasına doğru yürüdü.
Akşam, evinde viskisini ağır ağır yudumlarken son günlerde yaşanan olayları ve bunun zihninde yaptığı tahribatı düşünüyordu. Babası öldüğünden beri bugüne kadar geçen süre, iki kardeş için de çok sancılı olmuştu. Babasının geride bıraktığı mektup ikisinin de omuzlarına büyük bir yük bindirmişti. Azıcık da olsa babasını tanıyorsa bu mektubu nedensiz bırakmıi olamazdı. Orhan ile kendisini büyük bir sınavdan geçirdiğinden emindi. Önemli olan bu sınavda ne derece başarılı olmuşlardı? İçlerinde en güçlü kim çıkmıştı? Bu artık o kadar da önemli görünmüyordu gözüne. Çünkü kardeş katili olacak kadar alçalmıştı. Sinirleri keman yayı gibi gergindi. Bu kadarı da çok fazlaydı. Hem bu sınavdan hem de bunları yaşattığı için babasından nefret edecek duruma gelmişti. Hayatları aniden ve bu şekilde değişmemeliydi. Kardeşini ölümcül bir oyunun içine çekmemeliydi. Fakat olan olmuştu artık. Geçen zamanı geri alamazdı. Aklı Orhan’daydı. Doktorların çabasıyla hayata tutunmuş olabilir miydi acaba? Merak ve endişeyle içi içini kemiriyordu. Fakat aramanın da riskli olacağını biliyordu. Bu esnada kapının zili çalınca düşünceleri bölündü. Gelenin kim olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. Suratı asık bir şekilde ve gergin bir halde gidip açtı kapıyı.
“Ne işin var senin burada?” diye sinirle soludu kapıyı açar açmaz. Onun sinirli halini gülümseyerek karşılayan Tekin, eliyle genç adamı göğsünden itip kapıdan içeri girdi.
“Dur bakalım orada. Seni kimse içeri davet etmedi,” diye sinirli bir şekilde uyardı adamı Osman.
Viski bardağını işaret eden Tekin, “Bakıyorum da hiç zaman kaybetmeden zaferinin keyfini çıkarmaya başlamışsın.” Dedi. Sonra iki eli cebinde rahat bir şekilde salınarak antreden salona geçti.
“Bundan sana ne,” dedi Osman, hemen arkasından seğirterek.
“Ama bak alınmaya başlıyorum şimdi,” diye Tekin sahte bir alınmışlıkla yüzünü buruşturdu.
“Çabuk defol git evimden,” diye bağırdı Osman.
“Senin de kardeşinden bir farkın yok. İşiniz bitti mi kolayca sepetleyeceğinizi sanıyorsunuz öyle değil mi? Artık eski pısırık Tekin yok karşınızda. Orhan buna dikkat etmedi ve bunun bedelini de canıyla ödedi. Senin daha akıllı olduğunu sanıyordum oysaki.” Osman’ın kardeşinin adını duymasıyla içi bir tuhaf oldu. Şu karşısındaki pislik yüzünden kardeşi acı çekmişti. Üstelik bunu da kendi elleriyle yapmıştı. İçinden okkalı bir küfür savurdu kendine.
“Kendini hepimizden akıllı sanıyorsun değil mi?” diye tiksintiyle baktı Tekin’in yüzüne.
“Bunca olan şeyden sonra hâlâ şüphe mi ediyorsun bundan?”
“Hiçbir zaman bunu kabul etmedim ki.”
“Öyle mi? Orhan beni kovunca kapısını açan kimdi? Orhan’ı alt etmek için benden yardım isteyen kimdi? Ha, söylesine kimdi?”
“Ben, sen olmasan da alt ederdim Orhan’ı. İşleri sadece biraz hızlandırdı senin gelmen. Hizmetlerinin karşılığını da fazlasıyla aldın. Artık herkes kendi yoluna.”
“Siz benim sabrımı mı test ediyorsunuz be? Eğer öyleyse sabırlı bir insan olmadığımı da anlamış olmanız gerek.”
“Bak oğlum seninle işim bitti tamam mı? Bunu kalın kafana sok istersen?”
“Siz hepiniz aynı mayadansınız.”
“Ne demek hepiniz aynı mayadansınız?”
“İşiniz bitip kullandıktan sonra kapının önüne atmak açısından birbirinizin aynısınız.”
“Orhan ve benden başka mı?” diye aşkınlıkla sordu Osman.
“Ne de olsa anne ve babanızın genini almışsınız. Yadırgamamam lazım aslında.
“Annemi neden karıştırıyorsun bu işe?”
“Ahh tabi sizin gözünüzde bir melek değil mi anneniz? Oysaki benim gözümde tam bir şeytandı.”
“Ağzından çıkanı kulağın duysun şerefsiz,” diye bağırdı Osman.
“Ne o, yoksa annenden bahsetmem canını mı sıktı?”
Osman “Sabrımı taşırmadan defolup git evimden,” diye bağırdı. Sonra Tekin’i gömleğinin yakasından tuttuğu gibi dış kapıya doğru sürüklemeye başladı. Tekin hızla silkelenerek yakasını Osman’ın elinden kurtardı.
“İnsan kardeşine böyle mi davranır? Yoksa kardeş olduğumuzu bilmiyor muydun?”
Osman “Neler saçmalıyorsun sen?” diye şaşkınlıkla sordu.
“Bak seen! Cidden bilmiyorsun. Babam hiçbir şey söylememiş size,” diye pişkince güldü Tekin.
“Yalanlarına karnım tok oğlum, defol git.”
“İnanmıyorsun değil mi? Peki sence annenin ölümü kaza mıydı?”
Bu laf üzerine Osman, sinirle Tekin’in suratına bir yumruk geçirdi.
“Sana ağzından çıkanı kulağın duysun demiştim. Eğer annemin ölümüyle bir ilgin varsa sen öldün demektir.”
Tekin, “Ay çok korktum,” diye dalga geçti.
“Bence korkmalısın,” derken Osman’ın gözlerinden şimşekler çakıyordu.
“Tabii şimdi ben nasıl senin kardeşin oluyorum? Merak ettin değil mi?” diye pis bir şekilde sırıttı.
“Umurumda bile değilsin,” dedi Osman omuz silkerek.
“Tabii, hiç birinizin umurunda olmadım ki. Ne de olsa hizmetçinin doğurduğu bir piçtim ben.” Osman,“Nee, Şaziye’nin oğlu musun yoksa?” diye sordu şaşkınca.
“Aferin sana, tam isabet.”
“Ama, ama bu nasıl olur?”
“Bunu babana sormanı isterdim ama maalesef o da mezarda yatıyor.”
“Şaziye bir abla gibiydi bana. Hem evin temizliği ile ilgilenir hem de Orhan ve benimle çok iyi zaman geçirirdi. İşlerinden boş kalan zamanlarda bizimle oyun oynardı. Bir abla şefkatiyle yaklaştı her zaman bize karşı.”
“Ne de olsa o zamanlar on beş yaşında ya var ya yoktu. O da çocuk sayılırdı. Tabi babamız onu baştan çıkarıncaya kadar.”
“Kes! Daha fazla konuşma, duymak istemiyorum.”
“Neden gerçekler seni rahatsız ediyor ki? Yoksa babana konduramıyor musun?”
“Senin saçmalıklarını duymak istemiyorum sadece. Artık çık git evimden?”
“Annem babandan hamile kalınca, bebeği aldırması için baskı yapmış ama annem doğurmakta ısrar etmiş. Bunun üzerine babamız annemin işine son vermiş. Zavallı anneciğim karnında bebeği ile sokağa düşmüş. Bir süre çok sıkıntı çekmiş, sefil olmuş. Hamile bir halde köydeki ailesinin de yanına gidememiş. Neyse ki bir kadın sığınma evine yerleşebilmiş ve karın tokluğuna ne iş bulursa yapmış. Bir gün babamızla tesadüf eseri yolları kesişmiş. Annemi karnı burnunda görünce insafa gelmiş ve onun bütün bakımını üstelenmiş. Küçük bir ev tutup yerleştirmiş. Ben doğduktan sonra da sessiz kalması karşılığında her ihtiyacımızı gidereceği konusunda söz vermiş. Nitekim tuttu da bu sözünü. Koşullarından biri de çocuğun yani benim, babamın kim olduğunu asla öğrenmememmiş. Tabii ki annem beni rahatça yetiştirmek ve okutmak için her isteğini kabul etmiş. Çalıştığı dönemlerde bakımını üstelendiği yaşlı bir adamın yardımıyla beni onun nüfusuna aldırmış. Zavallı adam da anneme kol kanat germiş bir nevi. En azından benim kayıtlarda bir babam olmasını sağlamış.”
Osman, şaşkınlıkla Tekin’i dikkatle dinlemekte olduğunu fark etti. Babasının mektubu geldi hemen gözlerinin önüne. Çok ahlaklı bir insan olmadığını söylerken bunu mu kastediyordu acaba? Yoksa daha başka bilmedikleri yasak aşk meyveleri de var mıydı? Bu şerefsizin kardeşi olma ihtimali tüylerini diken diken etmişti ama nedense bunun gerçek olduğuna da içten içe inanıyordu. Çünkü şöyle bir dikkatle baktığında ağız ve çene yapısını aynı babasından aldığını görüyordu. Tabii aynı zamanda o çeneye sert bir yumruk geçirme isteğini de zorlukla frenliyordu.
“Belki inanmıyor olabilirsin ama anlattıklarım tamamen gerçek,” diye dikkatle bakışlarını Orhan’ın yüzünde gezdirdi Tekin.
“Şimdi anneme gel bakalım. Onun geçirdiği kazayla ilgin ne? Onu anlat.”
“Yani demek ki bana inanıyorsun.”
“Ağzında lafı geveleyip durma. Benim inanmamın bir önemi yok. Sonuçta babam seni nüfusuna almamış. Kimin dölü olduğun da umurumda değil açıkçası.”
“Demek öyle. Aynı babamız gibisin biliyor musun?”
“Nasıl yani?”
“Annem yakalandığı kanserden kurtulamayacağını anladığında benim bu hayatta tutunacak bir dalım, bir güvencem olsun diye babamın gerçek kimliğini ölmeden açıkladı. Mecbur kalmadıkça da onu rahatsız etmememi tembihledi. O ölünce tek başıma ortada kalmıştım. Henüz on sekiz yaşındaydım ve gideceğim hiçbir kapı yoktu. Annemin ailesi de gayrimeşru çocuk doğurduğunu öğrenince bizi köyde elaleme rezil edeceksin, namusumuzu beş paralık edeceksin deyip kabul etmemişlerdi. Onlara da gidemezdim. Mecburen babamın karşısına çıktım. Tabi ona ulaşmam kolay olmadı. Böyle büyük bir şirketin en tepesindeki ceoya ulaşmak, vasıfsız biri için elbette ki çok zor. Günlerce şirketin kapısında nöbet tuttum, neredeyse orada yatıp, orada kalkmaya başladım. Elbet bu durumun dikkat çekeceğini biliyordum. En başlarda özel güvenlik beni sürekli kovuyor, yaklaştırmıyordu bile binanın girişine. Bir gün yalvardım yakardım müdürle konuşmak için. Neyse ki şansım yaver gitti, o gün Allah karşıma personel müdürünüçıkardı. O esnada binadan çıkıyordu ve benim yalvarmalarımı duymuştu. Derdimin ne olduğunu sordu. Ben de iş aradığımı söyledim. Yarın sabah dokuz gibi gel bir konuşalım seninle, dedi. Artık dünyalar benim olmuştu. Ertesi sabah gittim, epey bir nasihat verdikten sonra temizlik görevlisi olarak işe aldı. Görevim, bütün katlardaki tuvaletleri temizlemekti. Düşünebiliyor musun, tuvaletleri temizleyerek girdim ben bu şirkete. Sonra müdür yardımcılığına kadar yükseldim. Benim nazarımda bu bir başarı öyküsüdür. Bu yüzden bu şirketi sizden daha çok ben hak ediyorum.”
“Senin derdin şirketten pay almak mı?”
“Pay mı? Komik olma. Şirketin kendisine sahip olmak niyetindeyim. Bunca yıl çalışıp didinmenin bir karşılığı olmalı değil mi? Karşıma çıkan bütün engelleri aştım. Bir tek sen kaldın. Seni aşamayacağımı mı sanıyorsun?”
“Ne demek bütün engelleri aştım. Ne demek istiyorsun sen?”
“Annen, baban, Orhan. Tek tek saymam mı gerekiyor? Haa bu arada hızla yükselişim tamamen kendi çabamla olmadı. Düşünsene bir temizlik işçisi on yılda şirkete müdür yardımcısı oluyor, pek inandırıcı görünmüyor değil mi? Şirkette çalışırken babana ulaşmak daha kolaydı. Temizlik elemanı olarak bürolara girip çıkabiliyordum. Tabi ki belli saatlerde ve nöbetçi personel denetiminde. Bir gün babanın kullandığı tuvalete saklanıp onun gelmesini bekledim. Nihayet karşısına çıkıp bütün gerçekleri açıkladığımda sessiz kalmam karşılığında şirkette çalışmama ses çıkarmayacağını söyledi. Ben ise terfi istedim. Her terfi öncesi babamızla böyle kısa bir muhabbetimiz oldu.Yani kardeşim, babam bile bana karşı zayıfken sizin gücünüz bana yeter mi?”
“Ya annem? Ondan ne istedin?”
“İçinizde en zeki olan da annenizdi. O bazı şeylerden şüphelenmeye başlamıştı. Annemi öğrenmiş ve onu arıyordu. Bir iki yerden öğrenmiştim aradığını. Onun gerçeği öğrenmesi işime gelmezdi. Bu yüzden onu aradan çıkardım. O kaza kendiliğinden olmadı tabii ki. Kazadan hemen önce bir markete girmişti alış veriş için. Bir süredir takip ediyordum zatenonu. Arkasından ben de girdim. Kazara çarpar gibi yapıp omzuna zehirli iğneyi batırdım. Gerisi zaten kendiliğinden oldu. Kazanın cinayet olduğu hiç düşünülmedi bile. Böylece sıyırdım her zamanki gibi. Keşke toksin testi yapsalardı ama hiç biriniz bunu düşünemediniz. Bu da sizin aptallığınız. Ne denebilir ki başka?”
Osman zorlukla ayakta duruyordu. Duyduğu şeyler kolay sindirilecek türden değildi. Karşısındaki adamı parçalamamak için zor tutuyordu kendisini.
“Annenden sonra sıra babana gelmişti. Adamın eceliyle öleceği yoktu. Çünkü sağlığına ve beslenmesine dikkat ediyor, düzenli spor yapıyordu. Özel zehrimin tadına o da baktı. Tabi kalp krizi belirtileri gösterince yine aklınıza gelmedi cinayet olacağı. Aynı şey Orhan için de geçerli. Ama onu, benim yerime sen hallettin. İyi ki şu rekabet işi girdi aranıza. Yoksa ikinizi birden alt etmem çok zor olacaktı. Aslında ikiniz birbirinizi yok ettiniz.”
Osman “Beni yok edemeyeceksin” diye tısladı dişlerinin arasından.
“Tabi ki etmeyeceğim, sen edeceksin. Orhan’ın ölümünün cinayet olduğu anlaşılacak ve kamera kayıtlarından katilin sen olduğu belirlenecek, sen de hapse girmeyi gururuna yediremediğin için intihar edeceksin. Yani herkes öyle sanacak.”
“Çok komiksin. Küçük bir çocuk bile inanmaz buna,” diye sinirle güldü.
“Özel yaptırdığım örümcek zehrim sana çekici gelmiyor anlaşılan. Bu yüzden senin için daha egzotik bir ölüm şekli düşünüyorum.”
“Yaa öyle mi? Bundan gurur mu duymalıyım bilemedim.”
“Ve tabi ki daha da sancılı.”
Bunu söyledikten sonra elini pantolonunun cebine atıp küçük bir kutu çıkardı. Sonra kutuyu Orhan’a doğru uzattı.
“İşte ölüm sebebin,” dedi ve kutuyu açtı.
Osman ne olduğunu anlamadan bir iki adım geriye gitti ama kutunun içinden fırlayan şey her neyse boynuna tutunmuştu. Can havliyle onu boynundan atmak isterken elinde derin bir sızı duydu. Sonra gözleri bu küçük kara şeye çevrildi. Görüşü bulanıklaşırken yerdeki karadul örümceğine takıldı bakışları. Örümcek elini ısırdıktan sonra yere atlayıp salonun diğer köşesine doğru hızla ilerlemeye başlamıştı. Kulaklarını Tekin’in kahkahaları doldururken belli belirsiz evin kapısının açıldığını ve içeri polislerin girdiğini gördü. İki kişi Tekin’i kollarından tutmaya çalışırken bir polisin üzerine doğru eğildiğini ve “Osman Bey, merak etmeyin kurtulacaksınız. Sağlık ekibi burada ve size şimdi müdahale edecekler,” dediğini duydu, sonra her taraf karardı.
BİR HAFTA SONRA
Osman, iki gün hastanede kaldıktan sonra taburcu oldu. Kıl payı ölümden döndüğünü biliyordu. Tekin’i suçüstü yakalatmak için her şeyi göze almışlardı. Ne var ki, zehirli örümcekle onu öldürmeye çalışacağı hiçakıllarına gelmemişti.
Aslında Tekin’in hesaba katmadığı bir şey vardı ki o da asıl oyunu ona iki kardeşin oynamış olmasıydı. Annelerinin ölümünün cinayet olduğunu en baştan beri biliyorlardı fakat bu durum ispat edilemiyordu. Tekin’in varlığından o zaman haberleri olmadığı için şüphelerini yöneltecekleri bir hedefleri de yoktu.
Babaları ölmeden birkaç gün önceki aile yemeğinde her zaman Tekin’e karşı dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarmıştı onları. Sanki birkaç gün sonra öleceğini hissetmişçesine kısaca geçmişten ve Tekin’in annesinden de bahsetmiş, genç adamın tehlikeli olduğunu bu yüzden ikisinin de kişiliklerindeki zayıf yönleriyle yüzleşmeleri gerektiğini söylemişti.
Tekin’i şantaj nedeniyle terfi ettirmemiş, ondan şüphelendiği için gözünün önünde olmasını sağlamıştı. Sanki ona boyun eğmiş gibi davranmış ama aslında hiç eğmemişti. Onun katil olduğunu tahmin ediyor, fakat bunu kanıtlayamıyordu. Tekin’in kendisini öldürebileceğini hesap ederek oğullarına o mektubu bırakmış ve uyanık olmalarını sağlamıştı.
Rekabet olayı, Tekin’in gerçek yüzünü ortaya çıkarmak amacıyla kurgulanmış bir oyundu. Bunun için oğullarının birbirlerine rakip gibi görünecekleri bir plan hazırlamıştı. Oyunun bir başka amacı, oğullarını zayıf yönleriyle yüzleştirmek ve bundan büyük bir güç çıkarmaktı.
Tekin, Osman’ı ortadan kaldırmak amacıyla sekreteri Nursel’i patronunu zehirlemeye zorladı. Bu onun en büyük hatası oldu. Genç kız zehrin ne olduğunu öğrenir öğrenmez, Osman’a her şeyi tüm açıklığıyla anlattı. Osman da zehri analiz ettirerek belirti ve etkilerini öğrendi. Geriye artık sadece zehirlenmiş gibi rol yapması kalıyordu. Bunu da mükemmel bir biçimde başardı.
Tekin, ziyaret için hastaneye geldiği zaman, oturduğu tekerlekli sandalyeden kalktığında, karşısındakinin şaşkınlıktan kaynaklanan şokunu hayatı boyunca unutmayacaktı. Planından haberdar olduğunu söylediğinde Tekin, kaçacak delik aramıştı. Onu ancak bir şartla, kullandığı zehirden kendisine de getirirse affedeceğini söyledi. Amacı, her ihtimale karşı panzehirini yaptırmaktı.
Onun, Orhan’ı öldürmek istediğini anlayan Tekin’in ağzı kulaklarına vardı, zehri ona vermekte bir sakınca görmedi. Üstelik bunu Osman’ın yapacak olması keyfine keyif katmıştı. Böylece iki kardeşi birbirine düşürdüğünü ve birbirlerini yok etmeye çalıştıklarını sanıp meydanın kendisine kalacağı günü sabırsızlıkla beklemeye başladı.
İki kardeş, rollerini bir kez daha mükemmel oynadılar. Böylece, Orhan’ın sahte ölümüyle planın son aşamasına gelindi: Tekin’i suçüstü yakalamak ve annelerinin cinayetini itiraf ettirmek. Bunun için polisle işbirliği yaptılar ve eve dinleme cihazı yerleştirdiler.
Tekin’in kibri, en zayıf noktasıydı. Zaferini kutlamak ve daha da ileri giderek Osman’ı da öldürmek isteyecekti. Bu da onu suçüstü yakalamak için iyi bir fırsattı.
Herşey bekledikleri gibi oldu. Beklemedikleri ise Tekin’in cinayet aracı olarak zehirli örümceği yanında getirmesiydi. Neyse ki polis hazırlıklı gelmiş ve her türlü tedbiri almıştı. Bir ambulans, bir sokak aşağıda hazır bekliyordu. Sağlık ekibi zamanında yetişerek zehir kana karışmadan zehir kana karışmadan gereken müdahaleyi yapabilmişlerdi.
Katil yakalandıktan tam bir hafta sonra, avukat Selçuk, Osman ve Orhan’ı ziyaret ederek onlara yeni bir zarf getirdi. Bu beyaz zarfın içinde de babalarının onlara yazdığı bir mektup vardı. Karısının katilinin yakalanmasından sonra oğullarına verilmesini vasiyet etmişti.
“Bakalım bizi daha neler bekliyor,” diyerek güldü Osman.
Sonra zarfı açıp ,ç,ndekileri yüksek sesle okudu.
“Sevgili oğullarım,
Eğer bu mektup elinize geçerse ve bu odaya adım atarsanız bilin ki verdiğim görevi başarıyla yerine getirmiş oluyorsunuz. Bunun için ikinizi de tebrik ederim. Eminim ki büyük bir özveriyle ve canla başla oyunun hakkını verdiniz. Tekin’in hayatınızdan tamamen çıktığını varsayarak öncelikle memnuniyetimi dile getireyim. Bu şirkette o karakterde birisinin söz sahibi olması hiçbir zaman içime sinmedi ama onu sizlerin güvenliği için de göz önünde bulundurmak durumdaydım. Bu tehlikeyi savdığınız için artık kendi işimize bakabiliriz.
Bu odaya bugün ikiniz iki kişi olarak değil, tek kişi olarak giriş yaptınız. İki farklı karakteri bir bütüne dönüştürdünüz. İkiniz de birbirinizin eksikliğini kapatacak yetenek ve güç var. Bunu keşfettiniz ve birlik içinde olduğunuzda neler yapabileceğinizin farkına vardınız. Ben asla bugüne kadar iki oğlum arasında ayrım yapmadım. İkinize de eşit şekilde değer verdim ve sevdim. Şimdi ikinizin de bu şirketin başkanı olabilecek yeterliliğe sahip olduğunuzu düşünüyorum ve size canı gönülden güveniyor ve inanıyorum. Bütün bunları çok önceden kestirip yazmak elbetteki hiç kolay olmadı benim için. Fakat emin olduğum bir şey vardı o da size karşı olan sevgim ve güvenimdi. Sizin sandığınızın aksine size karşı hep ilgili oldum. Tabi ki belki sizin beklediğiniz şekilde olmadı ama kendimce her zaman benim önceliğim oldunuz. Attığım her adımı sizi düşünerek attım. Bu mektup da bunun kanıtı olmalı. Artık şirketi gönül rahatlığıyla size bırakıyorum. Yönetim kademesini en doğru şekilde oluşturacağınızdan yana da şüphem yok.
Bu elinizin altındaki defter ise sizin yol haritanız olacak. Şirketle ilgili bir rehber niteliğinde ve her başınız sıkıştığında size yol gösterecek. Şirketi kurduğum günden itibaren bütün deneyimlerimi yazdığım bu defter, başarı ve başarısızlık öykülerimle dolu. Sizin sandığınızın aksine ben her daim sizinleydim ve bundan sonra da sizinle olacağım…
İkinize de yeni görevlerinizde başarılar diliyorum.
Sizi seven babanız.”