Bir eyalet-şehir olan Sultanat’ın ortasından geçen Burgaziçi Nehri, şehri doğu ve batı yakası olarak ikiye ayırıyordu. Nehrin batı yakası, zenginlik ve refah içinde yaşayan insanların bulunduğu turistik açıdan tercih edilen bir bölge ve belli başlı dünya şehirleriyle aşık atacak bir finans merkeziydi. Yüzyıllardır birbirine bakan Sultanatmak Cami ve Hayasomya Müzesi’nin ortasındaki Sultanatmak Meydanı da şehrin tüm turistik ve güzel yerleri gibi batı yakasındaydı. Burada oturanlar her seferinde göğe daha çok yükselen binalar diken teknoloji devi şirketlerin uğultusu altında yaşarlardı. Ama bunun bedeli, turizmden, sanayiden, ticaretten, teknolojiden ve tabii ki yeraltından yürütülen işlerden kazanılan paralarını zevk, sefa, israf içinde har vurup harman savurmalarına müsaade edilerek ödeniyordu. Ve bu israf, intizardan tasarruf edemeyiz denilerek kamufle edilirdi.
Burgaziçi Nehri, şehrin doğu ve batı yakalarında yaşayanlar arasındaki gelir ve gider uçurumunu iyiden iyiye artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Halbuki bu nehir, bin yıllar önce kaynağından çağlayarak bu topraklara bolluk bereket getirmiş ve insanların etrafında yerleşip bu güzel şehri kurmalarını sağlamış bir su yoluydu. Nehrin doğu yakasındaki komşuları aç yatarken batı yakasındakilerin kusana kadar yiyip içmeleri onun suçu muydu?
Biz doğu yakasındakiler kuş sesleri, inek böğürmeleri ve kuzu melemeleri arasında şehrin sırtını dayadığı ormanın kıyısında yaşadığımız için şanslıydık evet. Ama bu seslere eşlik eden silah patlamalarıyla beraber fakirlikte, okulsuzlukta, öğretmensizlikte, çete kavgalarında bir serseri kurşuna hedef olup geberip gitmekte de bizden şanslısı yoktu.
Fakirlik bir kere insanın üzerine yapıştı mı, bakkalından alışveriş edenin kim olduğuna, kömürünü kömürlüğe taşıyanın kökenine pek bakmazdı insanlar. Hayatlarını idame ettirmek tek gayretleriydi. Ama insanın biraz biti kanlandı mı, insanlığını şöyle bir yana koyup kibirle doldurmaya başlardı kalbini.
Ben senden daha üstünüm. Neden? Gözlerim mavi. Neden? Tenim daha beyaz. Neden? Çünkü ben anadilim olarak Sultçe konuşuyorum. Neden? Çünkü ben senden daha batıda doğdum! Ya sen bırak bu teraneleri de ‘Artık benim param var ve seni ezmek istiyorum’ desene birader!
***
O akşam Sultanat Eyalet-Şehri’nin doğu yakasındaki varoş semtimizde gençlerle beraber takılıyorduk. Vatan hainliği suçundan haksız yere çıkarıldığım mahkemede hakkımdaki bütün suçlamalardan aklandığım gibi göreve iade ediliş evrakım da gelmişti. O yüzden keyfimiz yerindeydi. Mahallemizde kimsenin hiçbir yapı dikemediği eyalet-şehre ait olduğu söylenilen devasa bir arazi vardı. Çimlik çimenlik olan bir bölümü futbol sahası, toprak kısmı acemi şoför pisti olarak kullanılırdı. İnsanların bahçesine sığmayacak kadar çok davetli çağırdığı düğünlerde ise masa-sandalye atılarak düğün alanı yapılırdı o arazi.
Geç saatlerde, arazide, üzerinde sarı fosforlu yelekler, kafalarında turuncu kasklar ve ellerinde ölçüm cihazları olan adamlar peydah oldu. Onları görünce Hüsnü gülerek kulağıma fısıldadı. “Bak Ozan Fransa’daki gilets-jaunes’lar gelmiş mahallemize.” “Yok be oğlum nerde bizde o direniş kafası. Olsa olsa Sam Amca’nın John’larıdır bunlar!” Biz Hüsnü’yle için için gülerken bizimkilerden bir genç, sarı yelekli adamlara yanaşıp sordu.
“Bu yakaya kimse yatırım yapmaz ki. Siz ne için ölçüm yapıyorsunuz?”
“Ne için olduğunu bilmiyoruz. Arazinin nehir seviyesinden yüksekliğiyle tabanın kaya, kum ve toprak muhteviyatını ölçüyoruz. Bir nevi yeraltı haritası çıkarıyoruz,” dediler. “Bu mahallelerin üstünde ne buldular ki altında ne bulacaklar?” dedi aynı genç.
Hepimiz kahkahalara boğulurken “Herkese benden birer mavi kutulu bira!” deyiverdim. Ramazan’ın vefatından beri babasının dükkânına giremiyordum. Gençler koşa koşa tekelci Bakkal Necati Amca’nın dükkanına gittiler ama elleri boş geri geldiler.
“Saat 22.00’den sonra alkol satmak ne zamandan beri yasakmış ulan?” diye kükredim. “İki paralık keyfimiz vardı. Onu da mahvettiler! Şimdi Bakkal Necati Amca bize bira satsa, bir sürü çakal kapısına dayanacak ‘Bize de içki ver!’ diye. Bize polisiz diye ayrıcalık tanısa vatandaş haykıracak ‘Polisi neden kayırıyorsun?’ diye! Tamam lan! Yok bu gece bira mira bize! Ardı ardına beş bölüm Behzat Ç. izleyip bulun ulan kafayı!”
“Evropa’da da böyle ama Ozan. Belli bir saatten sonra alkol satışı ya…” diyecek oldu Hüsnü. Lafını kestim.
“Siktirtme Evropasını lan! Önce Evropa gibi eğitimini, memurunun maaşını, işçinin asgari ücretini, iç güvenliğini, bilmem neyini düzeltirsin. Ondan sonra yasaklarsın alkolü! Kodumun şehri aynen deve gibi. Boynun neden eğri desek verecek cevabı belli!”
***
Sarı yelekli ölçümcü adamların akşamın kör vakti yaptıkları pek hayra alamet olmayan ziyaretten iki gün sonra birileri mahallemizdeki o koskoca boş araziyi çevirdi. Sadece bir tabela astılar: MERKEZ-SULTANAT. Tabeladan sonra iş makineleri ve kamyonlar da geldi. Sonra arazide başlarında turuncu kasklı ama takım elbiseli adamlar bitti. İşte o zaman anladık ki fakir ama gururlu mahallemiz bir müteahhide kurban gitti. İşin içinde takım elbiseli adamlar varsa, işin içinde iş vardı. Demek ki işin içinde çok para vardı. Çok para denince de akan sular dururdu.
Mahallemizdeki araziye kondukları yetmiyormuş gibi bir gecede tüm evlere tahliye emri gönderdiler. Birdenbire hepimizin tapusundaki iskân hakkını kaldırıp bizi gecekonducu ilan etmişlerdi. Mahallemizi her kim satın aldıysa yedi sülalelerine yetecek kadar rüşvet vermiş olmalıydı. Batı yakasının göğe uzanan rezidansları, kusana kadar yedirip içirip yine de doyuramadıkları yeni yetme zengin güruhuna yetmemişti ki, gözlerini bizim fakir semtimize dikmişlerdi. Semtimizin arkasında orman varmış yokmuş, bu orman şehrin akciğerleriymiş filan kimsenin umurunda değildi. Çünkü amaçları, daha az alana daha çok insan sığdırmaya yarayan bu ucube inşaatlarla daha çok rant elde etmekti. Bu arada şehrin yok edilen doğal güzelliklerine karşılık bir iki süs bitkisi, yalancı bir iki havuzla görüntüyü kurtarıyor, bu talandan tasına pay konmasını bekleyen daha çok insana pay dağıtabiliyorlardı.
Evlerimizi elimizden alıp rezidans dikmeye çalışanlara ve Sultanat Otomatik Konut İdaresi- SOKİ tarafından yaptırılan sefer tası gibi binalara gitmemiz için bizi zorlayanlara karşı gelmemiz gerekecekti.
Bu işi diplomatik yollardan çözmek için Belediye Başkanı İkram Papazoğlu’nun Belediye Bilişim ve Enformasyon binası kısaca Bel-Bil Kulesi’nin 7. katındaki makamına çıktım. Durumu münasip bir dille anlattım. Papazoğlu yüzünde pis bir gülümsemeyle koltuğuna yaslandı. İki elini iki yana açarak konuşmaya başladı.
“Değişim Ozancığım. Değişimin önünde duramazsınız. Ne sen durabilirsin ne de mahalleliler durabilir. Artık kapı önlerinde ayaklarında şipidik terlikle birbirine çaya giden teyzeler olmayacak. Çünkü bu teyzeler 15. kattan Burgaziçi Köprüsü’nün ve yakında bitip açıldığı zaman ikinci köprünün ışıklarını seyredecek. Herkes değişime ayak uyduracak. Sen de ben de. Yapılacak bir şey yok maalesef.”
***
Biz, evsiz kalışımızın daha doğrusu haksız yere evlerimizden atılıp başka bir yerde yaşamaya zorlanışımızın derdindeyken üç bine yakın öğretmen SULH İÇİN ÖĞRETMENLER OLUŞUMU isminde bir araya gelerek Tulslarla aramızda olan anlaşmazlıkları kınayıp barış istediler. Bir hafta sonra meşhur mafya babası Nuri Körleğene’yle arasındaki husumeti çözerek tekrar bir araya gelmiş olan Chedot Woodpecker “Yalaklara akıttığımız kanlarında yıkanacağız!” diyerek barış isteyen öğretmenleri tehdit etti. Bu öğretmenler hemen yeni bir Belediyeler Kanunu Hükmünde Kararname- BKHK çıkartılıp görevlerinden uzaklaştırıldılar.
***
Gözümde canlanmıştı koskoca mazi. ‘Tanrım beni baştan yarat!’ dediğim günler geride kalmıştı. Tanrım beni baştan yaratmıştı. Ya da ben Osteoenesis Imperfecta hastasıyken SSOK-Sultanat Şehri Özel Kuvvetleri, onlar için çalışacak dünyanın en güçlü kadın polisini yaratabilmek için üzerimde kimyasal deney yapmışlardı. Her ikisi de aynı kapıya çıkmıştı.
“Keşke ey Tanrım bana bir tane, bir de yetmez üç tane sevgili ver, deseydin Ozan,” diye güldü anneannem Cilmaya. O da benim gibi süper güçlü bir kadındı ama artık emekli bir polisti. Cilmaya bunu söylediği dakikada telefonuma garip bir e-posta düştü. Anlaşılmayan harfler. Kripto mesaj. Koşa koşa hacker ekibimiz Siber Can ve arkadaşlarının yanına gittim.
“Bana şu mesajı Sultçeye çevirecek bir vatandaş yok mu aranızda?”
Siber Can’ın hacker ekibinden biri olan Haypatya “Ben yardımcı olurum,” dedi. İki dakika sonra beni bilgisayarın başına çağırdı. Ekranda Merkez-Sultanat’çıların bizim mahalledeki araziyi çevirmeleri ve bize gönderdikleri tahliye kararlarının haksız olduğuyla ilgili kısa bir video vardı.
“Şifresini nasıl çözdün?”
“II. Dünya savaşında Almanların kullandığı Enigma şifrelemesiyle şifrelenmişti. Artık makine yok elbet, yazılım kullanıyoruz. Bu, biz kriptocuların a-b-c’si gibidir. Çocuk oyuncağıdır yani. Sevgiline falan mesaj yollarsın ancak bununla.”
“Bunu gönderen bu kadar kolay çözülebileceğini bilmiyor muymuş?”
“Bilerek böyle şifrelenmiş.”
“Nereden anladın?”
“Senin bizimle çalıştığını biliyormuş gönderen.”
“Nasıl yani? Nereden biliyormuş sizi yahu?”
Haypatya güldü.
“Kriptolu mesajda benim kırmızı saçlarıma ve Siber Can’ın 911 Porsche Carrera’sına selam çakmıştı.”
“Peki kimmiş bu kişi?”
“Yusuf Pulister.”
“Neciymiş?”
“Gazeteci.”
“Benden ne istiyormuş?”
“Senden bir şey istemiyor. Bu mahalleye bir iyilik yapmak istiyor.”
“Nasıl yani?”
“Olanları tüm dünyaya açıklayıp eyaletlerarası destek sağlamak istiyor.”
***
Sultanat Eyalet-Şehri’nde işler çok karışmıştı. Ama İkram-severler için her yer güllük gülistanlıktı. Onlara göre aşk laftan ibaretti. Bana göre hayatın anlamıydı. Onlara göre fikir ve düşünce özgürlüğü laftan ibaretti. Paraya ve betona boğulduğumuz sürece dert tasa yoktu. Bana göreyse fikir ve düşüncelerimin özgürlüğü hayatımın anlamıydı. İstediğimi düşünüp söyleyemezsem veya istediğim gibi yaşayamazsam bütün bu hanlar, hamamlar benim neme gerekti?
13 Mayıs günü Hatai ve Edene eyalet-şehirlerinde sıvacılar tarafından durdurulan Sultanat İstihbarat Ajansı (SIA)’na ait tırlarla ilgili haberi yapan gazeteci Johnny Yesterday Sultanat Eyalet-Şehrinden Germanya’ya firar etti.
Gerçekleri söylemeye çalışan, ortaya çıkarmak için uğraşan gazetecilerin yuhalandığı, paçavra gazetelere birilerinin istediği şeyleri yazanların Burgaziçi Nehri’ne bakan yalılarla mükafatlandırıldığı bu coğrafyada halka gerçekleri anlatmak demek, kendi ayaklarına halka halka pranga geçirmek demekti. Yusuf Pulister bunu hâlâ anlamamış mıydı? E-postayı sildim, gözlerimi kapayıp vazifemi yapmaya koyulacaktım. Fakat kaos peşimi bırakmayacaktı.
İki gün sonra 15 Mayıs akşamıydı. ‘15 Mayıs’ yani ‘15.05’. Ya da acil polis hattımızın telefonu: 155. ‘Burgaziçi Köprüsü’nde beklenmeyen bir hareketlilik var’ diyerek SSOK kuvvetlerinin derhal köprüye gitmesini emreden bir telsiz anonsu geçildi. Doğu yakasından batı yakasına geçişler eyalet-şehir ordusu tarafından durdurulmuştu. Biz daha neler olduğunu anlayamadan, sivil vatandaşları köprüden uzaklaştırmaya çalışırken kulaklıklarımıza bir anons daha geldi:
PAPAZOĞLU SULTV EKRANLARINDAKİ BİR HABER SPİKERİNİN CANLI YAYININA BAĞLANIP HALKA ENQILAB YAPANLARI DURDURUN, SOKAĞA ÇIKIN DEDİ. DİKKAT DİKKAT! SİVİL VATANDAŞA ASLA TEK KURŞUN ATILMAYACAK. TEKRAR EDİYORUM! SİVİL VATANDAŞA ASLA TEK KURŞUN ATILMAYACAK.
Birden nereden atıldığını anlayamadığımız mermiler insanları yere sermeye başladı. Amirimiz Hayri Kozak işin içinde bir bit yeniği olduğunu kavrayıp SSOK birimlerini köprüden çekti. Biz Bel-Bil Kulesi’ni korumaya geçtiğimizde ses hızını aşan Sultanat Hava Kuvvetleri’ne ait FE-26 uçakları şehrin üzerinde çıkardıkları müthiş patlamalı seslerle uçmaya başladı. Eski düşmanım, SSOK Ar-Ge Laboratuvarı’ndaki yeni amirim Solomon Sert, çok şık bir hamleyle SULTV binasına girmiş ve spikere izinsiz enqılab bildirisi okutanları kıskıvrak yakalamıştı.
Fırtına nihayet dindiğinde bu enqılaba kalkışanların eski ismi Quiri olan şimdi Quiri Terör Örgütü kısaca QUİRTÖ diye anılan grubun mensupları olduğu anlaşıldı. Asayişin tekrar berkemal olması için eyalet-şehirde Buhran Halinde Alınan Kararlar- BUHAL yönetimi ilan edildi. Eyalet-şehre giriş çıkışlar acil sağlık durumları hariç durduruldu.
BUHAL ile tüm iplerin aynı kuklacının elinde toplanabilmesi için bir nevi düğmeye basılmıştı.
SSOK, Sultanat Ordusu ve Kadı ve Sıvacılar Kurulu- KSK ve başka meslek grupları dahilinde muazzam bir tasviye işlemi başlatıldı. QUİRTÖ’nün semtinden geçmiş herkes gözünün yaşına bakılmadan 770 nolu BKHK ile meslekten men edildi.
Enqılab kalkışmasından yirmi gün sonra SULTV ekranlarında açıklama yapan İkram Papazoğlu artık terör örgütü ilan ettiği Quiri oluşumuyla SEVAP partisinin daha önce kol kola gezmesiyle ilgili olarak “Eyalet-şehir vatandaşları bizi affetsin, güler yüzleri ve güzel sözleriyle ayartıldık,” dedi.
***
11 Ağustos gecesi dini açıdan çok kıymetli bir gece olan Keder gecesiydi. Seksen beş yıl önce müze haline getirilerek din-dil-ırk gözetmeden tüm insanlığa kapılarını açmış olan 1479 yaşındaki kadim Hayasomya’da tekrar Sultanat Şehri’nin çoğunluğunun inandığı iddia edilen dinde dualar edildi. Dört yüz yıldır karşılıklı duran Sultanatmak Camii ve Hayasomya’dan karşılıklı, çifte ezan okunmaya başladı. Bu İkram Papazoğlu’nun muhafazakâr seçmenin ağzına bir parmak bal çalmak için sergilediği bir dini güç gösterisiydi.
***
Bizim mahalledeyse sular durulacak gibi görünmüyordu. Bize verilen tahliye süresi dolmak üzereydi. Sorunumu diplomatik yollardan çözemediğime göre, benim için Prof. Tekin Tanker ve Siber Can’ın geliştirdiği güçlendirici serumu kullanmam gerekiyordu. Ama o zaman üretileni Nuri Körleğene ve adamlarıyla olan son çatışmamızda kullanmıştım ve bitmişti.
Çatışmanın en önemli kuralı arkada ölü ya da diri adam bırakmamaktı. Körleğene o gün yaralanmış olan Chedot Woodpecker’i arkada bırakmıştı. Yaralı adamı sırtıma aldığımda gözlerini yarım açarak bir şeyler mırıldanmıştı.
“Ne varsa senin gibi kırk yaş altı kardeşlerimde var Ozan. Bu iyiliğini unutmayacağım…”
Ender bulunan bitkiler üzerine araştırmalar yapan Prof. Tanker’iVatan Millet Sultanat Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Bölümü’ndeki odasında buldum. Kimya, botanik, genetik, yapay zekâ konularına da hâkim olan hoca beni gülerek karşıladı.
“%33,3 Mandrake, %22,2 Titan Arum, %11,1 güzelavratotu %25,74 yüksükotu ve %6,66 akrep zehri! Hayatımda yaptığım en başarılı karışımlardan biriydi b…”
Hoca sözünü tamamlayamadan inanılmaz bir patlama sesiyle duvara savrulduk. Savrulduğumuz anda ben güçlü kadın moduma geçip hocayı bir ipek kozası gibi sardım. Duvar üzerimize yıkıldı. İkinci bir başka patlama sesiyle yer yarıldı yerin dibine girdik. Fakültenin üçüncü katındaydık ve üç katın da yeri yarılınca kendimizi moloz yığınlarının arasında ve zeminde bulduk. Tozdan dumandan göz gözü görmüyordu. Çığlıklarla bağrışmaların bini bir paraydı. Hocayı kucaklayıp iyi kötü gün ışığı görebildiğim bir yere taşıdım. Ondan sonra içeri girip molozların arasından kaç kişiyi yaralı ya da ölü dışarı çıkardığımı sayamadım. Ertesi gün haberlerde, patlamanın -resmi kaynakların açıkladığı- sebebiyle beraber fakülte binasından 38’i yaralı 5’i ölü tam 43 kişiyi molozların arasından çıkaran kahraman kadın polis olarak boy boy resimlerim vardı. Allah’tan kimse neden o anda orada olduğumu sorgulamamıştı.
Eyalet-şehirlerin askeri savunma güçlerini diğer eyaletlerle birleştirip düşmanlarına karşı daha güçlü olmak amacıyla üye oldukları Diğer Eyaletlere Nal Toplatan Organizasyon- DE-NATOO kısaca NATOO isimli bir organizasyon vardı. Sultanat da bu organizasyona üyeydi.
NATOO yöneticileri ve çalışanları çok büyük güvenlik soruşturmalarından geçerek seçilirlerdi. Ve bu organizasyona ait her türlü araç, barışta ve savaşta üye eyaletler dahilinde dokunulmazlığa sahipti. O yüzden ortalığı karıştırmak ve bu karmaşadan faydalanmak isteyenler için NATOO’ya ait kamyonları çalmaktan daha parlak bir fikir yoktu. Çalınan NATOO kamyonlarına yüklenen patlayıcılar kimse durdurmadan Sultanat’a kolayca giriş yapmıştı.
Bu kamyonlardan ikisi şehrin merkezindeki Trust Park’ta patlatıldı. Trust Park o gün ziyaretine gittiğim Eczacılık Fakültesi’nin hemen yanındaydı. Diğer bir kamyon ise Sultanat Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde patlatıldı. O gün havalimanında 55 kişi ve parkta 163 kişi olmak üzere toplam 218 kişi hayatını kaybetti.
***
Prof. Tanker o gün zemin kata düştüğümüz anda kulağıma fısıldadı. “Neden geldiğini biliyorum Ozan. Serum bu binanın ikinci katındaki laboratuvarımda kara kutu gibi siyah çelik bir çantanın içindeydi. Ne yapıp edip onu bul.”
İnsanları molozların arasından çıkardıktan sonra hocanın tarif ettiği laboratuvarın yerini aşağı yukarı tespit edip siyah çelik çantayı buldum. Hazinemi, eskiden fakülte binasının arka bahçesi olan şimdi yıkıntılarla dolu alana gömdüm.
***
Mahallede bize verilen tahliye süresinin dolduğu gün gelip çattı. Mafyanın hepsi bir örnek siyah takım elbise ve beyaz gömlek giymiş tetikçileri az sonra horon tepeceklermiş gibi caddemize dizildiler. Binalarımızı yıkmaya geldikleri yetmiyormuş gibi bir de mafya bozuntusu Nuri Körleğene’nin adamlarını mahallemize yığmışlardı.
“Neredesin lan Körleğene? Kendin gelsene er meydanına! Sicilibozukya’dan adam mı çağırdın gene?”
Ben böyle bağırınca silahlı gençlerin arkasında bekleyen VIP minibüsten bir adam indi. Tam karşıma gelip durdu.
“Ozan kardeşim. Bana bu semti güzelleştirmek isteyen müteahhit ağabeyimize zorluk çıkaran üç-beş çapulcu olduğu söylendi. Burada sen ve senin gibi dürüst vatandaşların oturduğunu bilmiyordum. Kusura bakma. Sana ‘Ne varsa senin gibi kırk yaş altı kardeşlerimde var Ozan. Bu iyiliğini unutmayacağım,’ dediğim günü unutmadım,” diye gürledi.
Sonra arkamda, ellerinde plastik sandalyelerle mafyaya savaş açmaya gelmiş şipidik terlikli çoluk-çocuk-kadın güruhuna seslendi. “Mahalleniz sizindir. Evlerinize dönebilirsiniz.”
Bunları söyleyen Chedot Woodpecker’e bir teşekkür işareti çaktım. Mafya aradan çekilmişti ama benim Merkez-Sultanat’çılarla olan savaşım devam ediyordu. Ortalık yatışınca gidip fakültenin bahçesine gömdüğüm kutuyu çıkardım. Çelik çantada kullanıma hazır olan sprey serumdan iki fıs çektim. Bedenim ani bir titreme ile yere yığıldı. İki saniye sonra yere yığılmış bedenim, üç metre boyunda bir savaşçı olarak ayağa kalktı.
Tüm konteynırları yıktım. Koca koca iş makinelerini elimle büktüm. Kamyonları yamulttum. Araziyi dümdüz ettim. Ellerindeki sandalyeleri kendine oturak etmiş ve yazlık sinemada bir Cüneyt Arkın filmini izliyormuşçasına heyecanla beni seyreden mahalleliye “Ben nefes aldığım sürece kimse bizi buradan atamaz, rahat olun!” dedim. Sonra kendi evimde, kendi yatağımda rahat bir uyku çektim.
***
Büyük lokma yemiş, büyük konuşmuştum. Ertesi sabah evlerimizin de içine alındığı çok geniş bir alan çepeçevre iki metre yüksekliğinde dikenli tellerle çevrilmişti. Her yere Akrep alfabesiyle tabelalar dikilmişti. Her sokağın başında kamuflaj üniformalı turuncu bereli yabancı askerler bekliyordu. Mihail Kalaşnikov’un ruhu şad olsundu. Askerlerin hepsinin elinde Avtomat Kalaşnikova yani Kalaşnikov’un otomatiği kelimelerinin kısaltması olan meşhur AK-47 tüfeklerinden vardı.
Evlerinden kovulup da gettolara sürülen Yahudiler misali herkes, insanlar, kediler, köpekler ve dahi tavuklar, tek sıra halinde yürüyerek koca semtten çıkarıldı. Ben ve Hüsnü bir gecede dikilmiş çelik konstrüksiyondan beş katlı binanın önüne geldiğimizde silahlı adamlar tarafından durdurulduk. Askerlerden biri namlunun ucuyla tam tepemizdeki tabelayı işaret etti.
ATTENTION! YOU’RE LEAVING SULTANAT!
ATTENTION! VOUS SORTEZ DU SULTANAT!
ACHTUNG! SIE VERLASSEN SULTANAT!
BU ARAZİ SULTANAT EYALET-ŞEHRİ TARAFINDAN SAVDİ AKREPİSTAN KRALLIĞI’NA TAHSİS EDİLMIŞTİR. KRAL YAMAN BİR ABDULCANBAZ EL-SAVUD EMRİYLE BETON VE İNŞAAT BAKANI KÛFFAR EL -FARAŞÎ BU ARAZİ İÇİN YETKİLENDİRİLMİŞTİR. ELÇİLİK SINIRLARINA DAHİL OLAN BU ARAZİDE AKREPİSTAN ORDUSU YETKİLİDİR.
İZİNSİZ GİRİLMEZ
***
Artık mahallemiz yoktu. Bizi SOKİ’nin jet hızıyla bitirdiği dandik on beş katlı, bir oda, bir salon evlere tıkmışlardı. Evlerin peşinatını geliri olanın gelirinden kestikten, geliri olmayana da senet imzalattıktan sonra taşındığımız bu mahallenin ismi ancak getto olurdu.
Yusuf Pulister ertesi gün SOKİ binalarına geldi.
“Sultanat bir gecede elli sene geriye gitti Ozan. Bakınız 1961 Berlin. Şehir artık Batı Sultanat ve Doğu Sultanat olarak ikiye ayrıldı. Ve doğudakilerin çoğunun batıya geçiş izni yok. O gece araziyi yıkıp dümdüz eden görüntülerin ve arazinin semt sakinlerine ait olduğuna ve haksız yere çıkarıldığınıza dair belgeler var elimde. Halka gerçekleri anlatmamız lazım Ozan. Onlara Victor Hugo’nun ‘Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk’ sözünü hatırlatmalıyız.
“Sen elinde kılıcınla yel değirmenlerine karşı savaşacaksın. Ben de Sanço Panza’n olacağım öyle mi? Ne bekliyorsun? Yaptığın bu haberle dünya çapında çok ses getirip bir vakıf kuracaksın. Sonra da senin adına ödül falan mı verilmeye başlanacak? Pulister Gazetecilik Ödülleri! Bu mu yani istediğin?”
“Kendim için bir şey istemiyorum Ozan. Beni tanımıyorsun. Ben yer-gök-tepe demeden metîn bir şekilde gazetecilik yaparken ortadan kaybolmuş tüm gazeteciler adına yapıyorum bu işi. İstediğimiz aynı şey. Adalet. Ama ilahî değil, insanî. Öteki değil bu dünyada adalet. Trust Park’taki o yamru yumru kara taştan anıtı da bombaladılar biliyorsun.”
“Açlığın dini olmaz, yoksulluğun vatanı. Körolasın kahpe devran, diyorsun yani.”