Kendimi bildim bileli hastayım. Hiç, bir yerlerim ağrımadan uyandığımı bilmem. Bir sabah bacaklarım ağrır, diğer sabah kollarım. Ağrılarım özellikle sırtımın müdavimidir. Onlarca röntgen filmi, onlarca tetkik ve yüzlerce ilaç uygulandıktan sonra doktorların ‘Bu ağrıların psikolojik’ deyip eve göndermeleri kısmından bahsetmeyeceğim bile.
Babamı hiç görmedim. Evli kaldığı on üç aydan sonra ‘Belçika’da iş buldum.’ diye çekip gittiği andan itibaren annem de görmedi. Abartmaya gerek yok. Küskün veya kırgın değilim. Aile kurmaya meyli olmadan evlendirilen klasik erkek tipi işte. Hata evlendiren kişide, yani hata sistemde. Evlendiren kişi olan dedeme kızamam, o da ben küçükken ölmüş. Annem de ondan birkaç yıl sonra bir fabrika yangınında yitmiş.
Anneannemle ben varız. Adı Cilmaya, Türk mitolojisindeki efsanevi kanatlı atın adıymış. Romatizma yüzünden kıvrım kıvrım parmak kemikleriyle, doğalgazdan önce yıllar yılı odun kömür taşımış, artık ayar tutmayan beliyle, pamuk gibi bembeyaz saçları, şeker gibi pespembe yüzüyle ne de kanatlı at olur ya kadıncağızdan! İsim işte, kim koyduysa yaşlılığını düşünememiş demek ki. ‘İnsan için üç önemli şey vardır kızım.’ der bana. ‘Aile, para ve aşk. Dikkat et, bir insan bunlardan hangisi hakkında en az konuşursa, o meseleden bir derdi vardır.’ Hayata kin duymadan yaşamayı bana o öğretti. O yüzden hastalığımı fazla dert etmeden gündelik telaşlarla uğraşıyorum.
Bizim mahallenin bulunduğu semtte bir transformatör fabrikası var. Mahalledeki gençlerin çoğu orada çalışıyor. Bakkal Necati’nin oğlu Ramazan ve sucu Selahattin’in oğlu Hüsnü bunlardan ikisi. Bunlar aynı zamanda benim kankalarım. Mahallede 19-30 yaş aralığında olup da fabrikada çalışmayan bir tek ben varım. Çünkü çalışanların hepsi erkek, ben değilim. Benim de tam olarak ne olduğum belli değil gerçi. Önce kortizon iğneleriyle şişen vücudum, kemoterapi iğneleriyle iğneden ipliğe dönünce, üzerime üç beden büyük gelen siyah kot pantolonum ve dedemden kalan siyah deri ceket üzerimden dökülse de hiç istifimi bozmadan aynılarını gitmeye devam ettim. Pantolon düşmesin diye belime sıkı bir kemer takıp, zaten kısacık olan simsiyah saçlarıma siyah bir kasket geçirdim mi, kadın mı erkek mi olduğum belli olmadan gezinirken kendimi mutlu sayıyorum.
Bir motosiklet tamircisinde çalışıyorum. Motor sevgisi bana ne babamdan ne dedemden geçti. İlkokulu bitirdiğim yaz, tamircinin önünden geçiyordum. Usta işinin ehli olduğu için, dükkanına şehrin her yerinden çok iyi motorlar gelirdi. Dört zamanlı, su soğutmalı, dört silindirli 1043cc hacimli Kawasaki Z1000R’yi görünce dükkânın önünde kalakalmışım. Usta, ağzı bir karış açık, Kawasaki motora bakıp duran beni yanına çağırdı. Motorun az önce saydığım özelliklerini bana o gün, o söyledi. Söyleyiş o söyleyiş, bir daha ayıramadı beni oradan.
Anneannem geçimimizi sağlamak için evde dikiş diker, sökük tamir eder. Bir de dedemden kalma evin alt katından gelen kira var. Bakkal Necati ve ailesi kiracımız. Dolayısıyla Ramazan ve ben ayrılmaz ikiliyiz. Hüsnü’yü de alınca aramıza Voltran’ı oluşturuyoruz. Geçinip gidiyoruz işte.
Hastalıklar, gündelik telaşlar derken, bu sıralar tek telaşım mavi gözlü köpeğim Çakır idi. Onu sokaktan bulmuştum, daha doğrusu o beni buldu. Hayvancağız bir deri bir kemikti. Zayıflığımdan dolayı bana yaftayı yapıştırmak için fırsat kollayan mahalleli ‘Senin gibi birine de bunun gibi bir kemik torbası yakışırdı zaten!’ dedikçe sinirlenmiş, ona daha çok bağlanmıştım. O da bana bağlanmıştı. Benle olan ilişkisini anlatmaya kelimeler yetmez ama anneanneme ve arkadaşlarıma da müthiş bir bağlılık duyuyordu. Ama diğer insanlara asla yanaşmıyor, sevmeye kalkışanların bile yanından hızla uzaklaşıyordu. ‘Boşa geçirecek vaktim yok.’ diyordu sanki hayata Çakır. ‘Sokak köpeği olarak geçirdiğim yılları gerçek sevgiyle telafi etmem lazım.’
Çakır bahçe duvarından aşarken sol arka ayağını incitmiş. Mahalledeki veterinere götürdüm. Köpeğin ayağını tutarken benim kolumun da filmini çekmiş Veteriner Mahmut: “Çakır’ın ayağında bir şey yok ama senin kolun kırık!” dedi bana.
***
Bundan beş sene önce, ben yirmi yaşında iken bu ağrılarıma kemik kanseri teşhisi kondu. Hatırlıyorum, üzüleceğime sevinmiştim. Çünkü en azından bir tedavi uygulanacaktı. Boşuna verilen ağrı kesici iğneler ve artık günde üç öğün değil, neredeyse üç kutu yuttuğum haplardan sonra işe yarar bir ilaç zerk edeceklerdi bedenime. Ameliyat öncesi kemoterapi yani ilaç tedavisi üç ay sürdü. Sonra kendilerince başarılı dedikleri ama benim ağrılarıma zerre fayda etmeyen bir ameliyat takip etti. Peşinden bir yıl ilaç ve ışın tedavisi devam etti. Saç dökülme oranı yüzde yüz, iyileşme oranı yüzde sıfır. ‘Fark etmez sen böyle de güzelsin…’ diyordu anneannem ama o yavrusuna pamuk yavrum diyen kirpi idi.
Adını bile doğru düzgün telaffuz edemediğim bir sürü ilaç verdiler bana. Hani evlat olsa sevilmez diye bir laf var ya, insan çaresiz olmasa değil vücuduna enjekte edilmesi, rafının önünden geçmeyeceği ilaçlardı bunlar. Mesela hamileysen yandın çünkü bebek için öldürücü etkililerdi. Hani kimse çocuk yapalım demezdi benim gibi bir kemik torbasına ama durum buydu. Toksik etkiliydi hepsi. Türkçesi bildiğin zehir. Eee, zehirli bir şey yersen vücudunun ilk tepkisi ne olur? Ölmekten önceki yani? Kusmak! Kus babam kus. Elalem ciklet paketi taşır cebinde, benim cepte mide bulantısı ilaçları.
Sağ olsun ustam, akıl ve fikir kaynağım İbrahim Usta çok destek oldu o günlerde. Günlerce işe gidemedim. Ama azıcık iyileşince sabahlara kadar çalışıyordum. İşte gece çalışma olayı o zamanlardan kaldı bende. Gündüz hayta gibi geziyor, gece sabaha kadar bir motoru tak-sök bitiriyorum. Yanı başımda ise en sadık dostum Çakır.
Bu arada adım Ozan Ilgın. Ben üç aylıkken defolup giden babamdan hayır çıkmayınca dedem koymuş adımı: ‘Kadın ozan da olur, neden olmasın?’ diyerek. Ama bana takılan lakapların bir yenisine sebep olacak bir isim daha koymuş ki akıllara zarar: Tangsuk. ‘Mucize, şaşırtıcı olay, olağanüstü şey’ demekmiş Türkçede. Benim gibi bir doğuştan eziğe mucize diye isim koyarsan, olsa olsa arkadaşları Tangsuk’la tak-sök diye dalga geçerler. Hele motorcunun yanına çırak olarak girerse, bu tak-sök lafı yapışır kalır üzerine. Uzun lafın kısası Tak-sök Ozan derler bana mahallede.
Kemoterapi işi bitti. Saçlarım uzadı. ‘Yedi-sekiz ay ömrü var.’ dediler, aradan beş yıl geçti. Hala ölmedim. Bundan sonra ne olur bilmem ama o kadar ilaçtan sonra kanserden ölmem herhalde.
***
Veteriner Mahmut’un bana kolun kırık dediği gün, Çakır’ı kucaklayıp ustamdan ödünç aldığım kamyonetin kasasından indirmiştim. Kolum kırık olamazdı. Kahvenin önünde toplanmış arkadaşları görünce “Hey millet! Veteriner Mahmut Ağabey bana kolun kırık dedi az önce. Ben de kendine bilek güreşi teklif ettim. Hadi bakalım el mi yaman bey mi yaman?” diye seslendim. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Ama yendim adamı. Kendimi The Fly-Sinek filminde yanlışlıkla bir sinekle beraber ışınlanma makinesine girdikten sonra sinekle insan DNA’sının birleşmesi sonucu aşırı güçlü bir insana dönüşen Seth Brundle gibi hissettim. Veteriner Mahmut şaşkın, ‘Ulan kırık değilse neydi o zaman o röntgendeki?’ diye kafasını kaşıyarak kahveden çıkarken ben, ‘Amaaan! Baytar adam ne anlar insan kolunun kırığından!’ dediğimde, kahvedekiler makaraları koyuverdiler. Ben de boş verdim gitti. Keşke boş vermeseydim. Ya da iyi ki boş vermişim. Şu dünyada amaçsız hiçbir şey yoktur.
Eve gelince Cilmayama anlattım olayı gülerek. Anneannem gülümsedi sadece. Ben de komik bulmadı herhalde diye umursamadım. Anneannemin ben uyuyunca bir yere telefon edip ‘Başlangıç!’ dediğini duymadım tabii ki. Duysam da başlangıcı durduramazdım.
***
O hafta mahalleye bir hırsız çetesi dadandı. İlk önce Kuyumcu Hilmi’yi soyduklarında kimse bu işin devamının geleceğini tahmin etmedi. Bir adam kuyumcu soyduktan sonra başka hangi dükkânı soymak isterdi ki? Ertesi gece yan dükkandaki Necati’nin bakkal dükkanına sıra geldi. Sonra da azıttılar, transformatör fabrikasına girdiler. İşin ilginç yanı kuyumcudan sonrakilerde çalınacak bir şey bulamadıkları için, dükkanları darmaduman ediyorlardı. Maksat hırsızlık yapıp aç karınlarını doyurmak değil, zarar vermekti. Halbuki, her mesleğin olduğu gibi hırsızlığın da bir raconu vardır.
O akşam ben Çakır ile beraber sakin sakin, 2014 model mavi renkli Suzuki Inazuma F motorun arka fren diskindeki arızayı çözmeye çalışıyordum. Fren hiç dikiş tutmuyordu. Bir motosiklet için bu intihar demekti.
Tamirci dükkanının zaten derme çatma olan kapısı tekmeyle açıldığında, frendeki aksaklığı bulmuş, fren diskini değiştirmek üzereydim ki, dört tane adam yüzlerinde siyah kar maskeleri, ellerinde bilek kalınlığında sopalar iki-üç metre uzağımda dikildiler. Çakır, kötü niyetin kokusunu alınca, yanımdan ok gibi fırlayarak adamlardan birinin bacağına yapıştığında, köpeğin kafasına sopayı indiren adama hiçbir şey yapamadım. Diğeri beni kıskıvrak yakalayıp başımdan hiç çıkarmadığım siyah kasket düştüğünde “Karıymış lan bu!” diye bağırdığında da hiçbir şey yapamadım. İçlerinden en iri yarı olanı “Karıya da benzese bari! Yürü lan işimize bakalım biz!” diyerek sopasıyla tezgahların altını üstüne getirdiğinde bile hiçbir şey yapamadım. Benim gibi kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan sinek sıklet şekilsiz bir yaratık, Çakır için gözünden iki damla yaş akıtmaktan başka ne yapabilirdi ki?
Adamlar ortalığı talan edip, beni bırakmazdan önce haftalığım olan 250 lirayı da cebimden alıp siktir olup gidince, Çakır’ın nabzını kontrol ettim. Çılgına dönüp hemen Inazuma’ya atladım. Frenin diskini henüz değiştirmemiş olmam umurumda mıydı sanki? Bu, eğer olacaksa, en güzel intihardı.
Kapı aralığından, adi hırsızların, eski kasa beyaz bir 3.16 BMW’ye doluştuklarını gördüm. Koşarlarken ikisinin ayağında fosforlu ‘N’ harfi olan ayakkabılardan olduğunu fark ettim. Mahalleye yeni taşınan ikiz serserilerden başka bu ayakkabıdan giyen yoktu. “Yurt dışından fosforlusunu getirttik!” diye de hava atmışlardı. “Al sana hava!” dedim içimden! Beş dakika sonra peşlerindeydim. Eğer belediye refüjdeki çimleri bu akşam haddinden fazla sulamasaydı, kovalamaca devam edecekti. Asfalta taşan sulara saatte 150 kilometre hızla girdiğimde motorun kontrolünü tamamen yitirdim. Fren yapınca 187 kiloluk motor bir tarafa fırladı, ben bir tarafa fırladım. Sakin bir gölün üzerinde seken büyük yassı bir taş gibi, yerden zıplayınca kaç kere yere çarptım sayan olmadı. Hızını alamayan motor, benim üzerimden de geçip gittiği zaman, zaten şekilsiz olan bedenim bir patates çuvalı gibi kaldırımda hareketsiz yatıyordu.
Beyaz BMW de şaşkınlıktan refüje çarpıp durmuştu. Bu şaşkınlık anında kaldırımın benim sürüklendiğim köşesinden siyah kot pantolon ve deri ceket giymiş bir kadın yola fırladı. Rocky 4 filmindeki Rus boksör Ivan Drago’nun karısı Ludmilla’yı canlandıran Brigitte Nielsen gibi iri yarı yapılı kadının siyah kısa saçları buzağı yalamış gibi geriye taranmıştı. Bütün olan biteni seyretmiş olmalı ki, daha kafalarındaki kar maskelerini çıkaramamış olan adi hırsızların doluştuğu beyaz BMW’ye üç adımda varıp ön kaputa, ben diyeyim Hulk, siz deyin Iron-man gibi bir yumruk vurdu. Arabanın motorundan dumanlar fışkırdı. Adi hırsızlar arabayı fareler gibi teker teker terk etmeye başlayacaklardı ama o Wonder Woman gibi kadın nasıl yaptı nasıl etti, en irilerinin ağzını burnunu bir dirsek darbesiyle dağıttı. İkincisinin kolunu arkasından kıstırıp ön kolundaki kemikleri kırdı. Diğer ikisinin kafalarını tokuşturduktan sonda belinden hızla çıkardığı deri kemerle kıskıvrak bağlayıp boş çuval gibi yere bıraktı. Olay yerine gelen yetişen özel kuvvetlere ait polisler, görgü tanıklarının hayretler içinde o iri yarı tuhaf kadını alkışlamaları ve kahraman ilan etmelerine kulak asmadı. Kadını tutuklayıp ekip arabasına bindirdiler.
Bana gelince, ben gözümü hastanede açtım. Ya da öyle sanmıştım.
***
İyileşip mahalleye gelince herkes etrafımı sardı tabii ki: “Hadi hadi baştan anlat şunu!” “Oğlum kaçıncı anlatışım? Bak hepiniz iyi dinleyin tamam mı! Allahıma son bu!” “Tamaaam!”
“Şimdi ben gözümü bir açtım, damarlarımda serumlar filan. Hastanedeyim ya. Ama bu farklı biraz. Şehirdeki tüm hastanelerde yattım, hepsini gözüm kapalı bilirim. Kapıda silahlı nöbetçi filan var. Ben n’oluyor demeden aynı anneannem gibi beyaz saçlı pembe tenli ama 30 yaş daha genç bir kadın içeri girdi. Üzerinde Ninjalar gibi siyah kıyafetler var, belinden Batman zamazingoları sallanıyor. Peşinden de Robocop kılıklı uzun boylu, bir adam içeri daldı. Ben gözümü kapadım. Dinlemeye başladım…”
“Yaaaaa! Ulan biz de olanları anlatacak sanmıştık! Rüya görmüş onu anlatıyor! Yok anneannesi Ninja kıyafetliymiş de! Yok Robocop gelmiş de! Hadi oğlum yaylanın bizimle kafa buluyor bu kız yahu!”
***
Mahalle, hırsızlıktan tutuklananların buraya yeni taşınan ikiz serserilerle, iki tane tetikçi bozuntusu adam çıkması sebebiyle çalkalanıyordu. Transformatör fabrikasının eski ortaklarından biri, fabrika patronu Dündar Bey’le olan husumeti yüzünden mahalleye hırsız gibi dadanmaları, sonra da fabrikayı talan etmeleri için adamlara para vermiş, fakat kaza geçirdiğim akşam o geniş omuzlu, buzağı yalamış saçlı iri yarı kadının mucize gibi ortaya çıkması bütün planlarını alt üst etmişti.
***
Eğer beni dinleselerdi anlatacaklarımın devamı da vardı…
“Şimdi ben gözümü bir açtım, damarlarımda serumlar filan. Hastanedeyim ya. Ama bu farklı biraz. Şehirdeki tüm hastanelerde yattım, hepsini gözüm kapalı bilirim. Kapıda silahlı nöbetçi filan var. Ben n’oluyor demeden aynı anneannem gibi beyaz saçlı pembe tenli ama 30 yaş daha genç bir kadın içeri girdi. Üzerinde Ninjalar gibi siyah kıyafetlervar , belinden Batman zamazingoları sallanıyor. Peşinden de Robocop kılıklı uzun boylu, bir adam içeri daldı. Ben gözümü kapadım. Dinlemeye başladım:
“Ona yapacağınız testlerin hepsini bana yaptınız zaten!” dedi genç Cilmaya. “Kızı rahat bırakın. Nasıl olsa o da Osteogenesis Imperfecta olmasının bedelini size hizmet ederek ödeyecek. Bırakın evinde kendine gelsin. Bir yere kaçacak hali yok ya!”
“Onu nasıl yetiştirdiniz! Buraya getirirlerken adamlarıma etmediği küfür kalmamış!” diye söylendi Robocop kılıklı polis.
“Çocukluğundan beri hastalığıyla damgalanmış, bu yüzden kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir kız çocuğunu nasıl yetiştirmek gerekirse öyle yetiştirdim!” diyerek odadan çıktı genç Cilmaya.
Yatağımdan kalktım. Gizlice hastane koridorunda süzülüp internete bağlı bir bilgisayar bulunca hemen yazdım: Osteo-ne? Osteogene? Neydi lan bu? Google beni tamamladı. Osteogenesis Imperfecta: Tip 1 kollajenin yapı veya sentez bozukluğuna bağlı olarak gelişen, çocuklarda yaygın osteoporoz ve buna bağlı kemiklerde frajilite, kırıklar ve deformitelerle karşımıza çıkan kalıtsal bir bağ dokusu hastalığıdır.
Kemiklerde frajilite ne lan? HASSASİYET. Imperfecta’nın kelime anlamı MÜKEMMEL OLMAYAN.
KIRIKLAR.
DEFORMİTE. Deformite ne? Şekil bozukluğu.
Bende mi? Deveye demişler neren doğru? Önce gülmek istedim. Sonra ağlamak. Kemik kırıkları ve şekil bozukluğu varmış bende. Ağlarken uyuyakalmışım.
***
Hırsızlık olayından bir hafta sonra, transformatör fabrikasının sahibi Dündar Bey mahalleye teşrif etti. O gece hırsızları kıskıvrak yakalayan iri yarı tuhaf kadını tanıyan var mı diye sağa sola soruyordu.
Mavi Suzuki motosiklete bindim. Mahallelinin ayaküstü toplandığı sokağın başına kadar geriledim, geriledim. Ne yapıyor bu deli dercesine herkes beni izlemeye başladı. Sonra, frenini nihayet tamir edebildiğim Suzuki Inazuma’nın Japonca’da yıldırım manasına gelen isminin hakkını verircesine hızlanarak boş arsanın kıyısında yan yana duran üç çöp konteynırına motorla adeta daldım. Motor konteynırlara takılı kaldı, bedenim arsanın ortasına fırladı. Zaten şekilsiz olan bedenim tekrar bir patates çuvalı halini aldığında arsanın ortasında hareketsiz yatıyordum.
Mahalleli şaşkınlıktan ağzı bir karış açık olan biteni izlerken yardıma bile gelemediler. ‘Tak-sök…’ diye fısıldadı bazıları. Anlaşılan cenazem pek şenlikli olacaktı.
***
Mezarlık mahallenin arkasında bulunan küçük çaplı ormanın kıyısında idi. En yakın arkadaşlarım onların ailesi ve tabii ki erkeklerden bir iki adım arkada zavallı anneannem musalla taşındaki tabutun etrafında dikiliyorlardı.
Halbuki cesedimi yıkamak üzere gasilhaneye getirdiklerinden beri patates çuvalı misali o mermer masanın üzerinde yatmaktaydım. Nasıl olmuştu da ölüyü ikindi namazına müteakip toprağa vereceklerken tabuta koymayı unutmuşlardı acaba?
Dışarıda Mahalle camimizin hocası olan Muharrem Hoca son olarak “Nasıl bilirdiniz?” diye sorar, kalabalık tüm ahaliden hep bir ağızdan gümbür gümbür bir “İyi bilirdik…” nağmesi yükselirken, patates çuvalına benzeyen bedenim mermer masanın üzerinde saniyeler içinde doğruldu.
Cilmaya olacakları bildiği için dışarıdaki cemaatten ayrılıp çaktırmadan gasilhaneye girmişti. “Giysilerini getirdim.” dedi. “Hadi giy şunları da göster onlara kim olduğunu!”
Kırık dökük bedenimin içinde bulunduğu derinin altında bir şeyler olmaya başladı. Kemiklerim önce kırıldı sonra yer değiştirdi ve tekrar birbirine kaynadı. Ama bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar oldu.
Zayıf bedenimi saklamak için giydiğim üç beden büyük siyah kot pantolon ve dedemden kalma siyah deri ceketimin içi doldu. Uzun boylu, geniş omuzlu, iri yarı bir kadın olarak ayaklandım. Siyah kısa saçlarımı ıslattığım ellerimle geriye yatırıp ağır ağır adımlarla mahallelinin yanına geldim.tabutumu tek yumrukta parçalayıp yere attım.
Cenaze namazımı kılan mahalleli hep bir ağızdan “Tak-sök!?” deyiverdi. Kankam Ramazan “Aha işte o kadın! İyi de Tak-sök nerede? Tabut neden boş?” diye bağırmaya başladığında millet namazı niyazı filan unuttu. Muharrem Hoca oracığa düştü, bayıldı.
1 hafta önce…
Hırsızları yakalamak için yaptığım kazadan sonra eve getirildiğimde, hastaneden çıkarken bana ne içirdilerse, hiçbir yerim ağrımıyordu. “Sonunda bütün o kemoterapi ve radyoterapiler işe yaradı işte!” dedi Cilmaya büyük bir sevinçle. Bense ağrısız bir hayat nasıl olur ki acaba, diye düşünürken balkona çıktığımda ıslak zeminde ayağım kaydı. İkinci kattan bahçeye düştüm.
Şansa bak! KIRIKLAR. DEFORMİTE. Tekrar patates çuvalı haline gelen bedenim çabucak toparlandı.
DEFORMİTE SONRASI REFORMASYON. Yani yeniden oluşum:
‘Sonunda bütün o kemoterapi ve radyoterapiler işe yaradı işte!’
Üzerimdeki üç beden büyük siyah kot pantolon ve dedemden kalma siyah deri ceketim nedense büyük gelmiyordu artık. Hiçbir şey olmamış gibi yerden kalktım, tekrar yukarı çıktım. Aynaya baktığımda bir çığlık attım: O gün hırsızları yakalayan geniş omuzlu buzağı yalamış saçlı iri yarı kadın ta karşımda dikiliyordu!
“Demek o zehirli ilaçları benim vücuduma zerk etmelerine bunun için göz yumdun! Güya güçlü kuvvetli ama kocaman bir ucubeye dönüşebileyim diye! Üstelik ben bütün bunlardan bihaberken! Kim verdi sana bu hakkı!”
“Kız torunum olduğunu öğrendiğim gün bu hakkı bana sen verdin! Başka çarem yoktu! Ya o ilaçları sonuna kadar alarak tüm ağrı eşiklerini aşıp güçlü halde çıkacaktın bu işten, ya da ömrünün sonuna kadar kendini saklamak için üç beden büyük erkek kıyafeti giyinen o ezik kız olarak kalacaktın!”
“İyi de ben memnundum o ezik halimden! Bir kere de olsa bana sorabilirdin!”
“Soramazdım çünkü bana da kimse sormadı!” dedi Cilmaya ve gözlerimin önünde önce bir çuval gibi yere yığılan bedeninde sürekli hareket halindeki iskeletinin şeklini saniyeler içinde değiştirerek, benim hastane sandığım aslında polisin özel kuvvetlerine ait olan binada gördüğüm Ninja kıyafetli genç Cilmaya haline geliverdi.
“Bak kızım. Bu güç senin her zaman içindeydi ve patlayacağı anı bekliyordu. Bunun adı Osteogenesis_”
“Biliyorum! Osteogenesis Imperfecta! MÜKEMMEL OLMAYAN. KIRIKLAR. DEFORMİTE. Bir dakika… O ve I! Ozan Ilgın! İsmimin baş harfleri! Demek dedem de biliyordu!”
“Tabii ki güzel evladım, Tangsuk ismini sana neden koydu sanıyorsun? Ömrün boyunca seninle tak-sök diye dalga geçsinler diye mi? Tangsuk mucize demektir. Sen mucizenin ta kendisisin…”
Kılınamayan cenaze namazımdan sonra…
Bütün mahalleli “O kadın!” dedikleri kişinin ben, yani Tak-sök Ozan olduğumu nihayet anlamıştı. Etrafıma toplanmış binlerce soru yağmuruna tutarken o sırada Hoca için çağrılmış ambulansın peşine takılıp gelmiş mahalle karakoluna ait polis aracından amirin anonsu duyuldu: “Tak-sök ne yahu? Yok mu bu kadının bir adı?”
Çalıştığım motosiklet tamirhanesindeki hırsızlık esnasında başından yaralanan ama ustam tarafından veterinere taşınarak tedavi ettirilen Çakır, cenazem için getirilip bağlandığı ağaç dalından beni görür görmez kurtulup soluğu yanı başımda aldı. Sadık dostum sevincinden üzerime artlar ve yüzümü yalarken ben cevap verdim:
“Benim adım Tangsuk Ozan Ilgın Amirim. Bundan sonra bana tak-sök, köpeğime de kemik torbası diyecek olanın alnını karışlarım!”
DeVaM EdEcEk…